Kategori: Genel

  • Telepsikoterapi [Uzaktan Psikoterapi] (13. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 13. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Filmler gelip geçici bir hevestir. Seyirciler aslında sahnede canlı oyuncular seyretmek isterler.

    -Charlie Chaplin

    Temiz yüzlü ve samimi görünümlü, beyaz, cisgender, heteroseksüel genç bir adam, haftalık sanal psikoterapisinin [virtual psychotherapy] beşinci ayında konuşurken, ekrandaki görüntüsü yukarı aşağı sallanmaya başladı. Aynı anda kamerası, gövdesi ve başını gösterdiği açıdan sadece başına doğru kaydı. Bu durum, iş arama sürecini nasıl yöneteceğine dair dağınık düşüncelerini anlatmasını dinlerken dikkatimi bozdu. Sallanma devam etti ve neler olup bittiğini, bunu sorup sormamam gerektiğini merak ettim. O ise hiçbir şey olmuyormuş gibi konuşmaya devam etti. Bekledim. Bir süre sonra, biraz mahcup bir ifadeyle araya girerek, “Burası biraz sıcak oldu da, o yüzden şort giydim,” dedi ve tekrar iş meselelerine döndü.

    Bu benim için normları aşan bir an gibi hissettirdi ve bir süre üzerine düşündüm. Seans sırasında pantolonunu çıkardı. Bu “uygunsuz” muydu? Benim varlığımı gerçekten fark etti mi? Beni, yanında rahat hissettiği bir ebeveyn gibi mi deneyimledi?

    Bu deneyimin, üzerine düşünülmesi gereken yeni teknik meseleler getirip getirmediğini merak ettim. Yoksa bu, seans sırasında düşünce ve duyguların davranış yoluyla ifade edilmesi anlamına gelen “eyleme vurma [acting in]” ya da “sahneleme [enactment]” kavramını nasıl anlayacağımız ve onlara nasıl yanıt vereceğimizle ilgili eski bir sorunun sanal ortamdaki yeni bir versiyonu muydu? Hastaların ofisimdeki davranışlarını düşünmeye alışkındım, zaman zaman kafam karışsa da buna da hazırlıklıydım; fakat sanal ortamdaki bu yeni deneyim beni hazırlıksız yakaladı.

    Bu bölüm, telepsikoterapi [telepsychotherapy] üzerine düşünmekte ve sanal etkileşimin psikodinamik anlamlarının fiziksel mekândaki etkileşimden esasen farklı olmadığı sonucuna varmaktadır. Ancak telepsikoterapide, hastayla kurulan bağın deneyimi farklıdır; bu bağ dinamik olarak anlamlıdır ve farkındalık ile birlikte bazı farklı teknikleri gerektirir. Seansın ortasında pantolonunu değiştiren genç adamın bu davranışının birden fazla anlamı olabilir -kendine odaklılık, çocuk gibi ilgilenilme ve bakılma arzusu, dürtüsellik, belki bir samimiyet girişimi ama aynı zamanda buna yönelik bir kaçınma. Bu anlamların çoğu çıkarımsaldı, çünkü o anı sorduğumda utanmıştı. Ancak teleterapi formatı, bu tür bir sahnelemeyi [enactment] kesinlikle mümkün kılmıştı -ofisimde pantolonunu değiştirmesi muhtemelen söz konusu olmazdı- ve onun bana karşı yaşadığı yalıtılmışlık hissi, kendi kişisel alanında köklenmiş olması, benimse kafa karışıklığı ve şaşkınlık yaşamam, telepsikoterapinin kendine özgü doğasını yansıtmaktadır.

    Sanal psikoterapi, pandemi öncesinde popülerlik kazanmış ve pandemi sırasında büyük bir ivme kazanmıştır. Günümüzde birçok ortamda yaygın biçimde kullanılmaya devam etmektedir; ancak küresel ve bölgesel düzeyde farklılıklar mevcuttur. Başarılı bir psikoterapötik sürecin en temel önkoşulu, hastanın seanslara gelmesidir. Sanal tedavi, erişimi genişletmiş ve pandemi yıllarında bu erişimi kelimenin tam anlamıyla mümkün kılmıştır. Hastalar açısından, randevulara katılma kolaylığı ve verimliliği gibi pratik avantajlar, birçok hastanın teleterapi talebinde bulunmaya devam edeceğini göstermektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, hizmet sağlayıcının uygunluğuna bağlı olarak yüz yüze [in-person] ve çevrim içi [online] seçenekler mevcuttur; buna karşılık örneğin İsrail’de psikoterapinin neredeyse tamamı yüz yüze yürütülmektedir. Bizim izlenimimiz, artık hibrit bir psikoterapi dünyasında yaşadığımız ve büyük olasılıkla bu durumun böyle devam edeceğidir (Swartz, 2021).

    Elbette, sanal terapi, iyi oluşu destekleyen ve ruh sağlığı tedavileri sunan teknolojik gelişmelerin yalnızca görünen yüzüdür. Girişim sermayesi yatırımları -büyük ölçüde dijital girişimlere yönelik olarak- ruh sağlığı alanında patlama yaşamaktadır ve 2021 yılında dijital sağlık alanındaki tüm girişim yatırımlarının üçte birini oluşturmuştur (DeAngelis, 2022). Farkındalığı artırma, meditasyon eğitimi ve iyi oluş alışkanlıklarını geliştirme vaadiyle ortaya çıkan uygulamalarda ciddi bir artış gözlenmekte; bunun yanı sıra internet tabanlı algoritmik terapiler de hızla yaygınlaşmaktadır. Psikoterapi, çok yakında metaverse ortamında gerçekleştirilmeye başlanacaktır (Benrimoh, Chheda & Margolese, 2022).

    Biz bu kitabı baskıya hazırlarken, ChatGPT çevrim içi oldu. ChatGPT, insan benzeri konuşmalar oluşturmak için doğal dil işleme kullanan bir yapay zekâ sohbet botudur (techtarget.com/whatis/definition/ChatGPT). Bu yeni teknolojinin psikoterapinin geleceğini etkileyeceğine dair çok az kuşku vardır. En azından, ruh sağlığıyla ilgili uygulamaların kalitesini artıracak ve kısa vadede basit davranışsal müdahalelerin otomatikleştirilmesine yol açacaktır. Bazı öngörüler, psikodinamik terapi de dâhil olmak üzere diğer terapi türlerinin büyük dil modelleriyle hasta etkileşimi aracılığıyla yürütülebileceği bir geleceğin çok da uzak olmadığını ileri sürmektedir. Gerçekten de, bu teknolojinin psikoterapi üzerindeki etkisini öngörmek ve hafife almak oldukça zordur. Klinik ortamdaki bu doğrudan kullanım alanlarının ötesinde, üretici yapay zekânın bir sonraki nesil ruh sağlığı çalışanlarının eğitiminde -yapay zekâ destekli süpervizyon yoluyla- hasta değerlendirmeleri ve müdahale planlamalarının iyileştirilmesinde, ayrıca psikoterapi araştırmalarının yürütülmesinde önemli katkılar sağlayacağını düşünmekteyiz.

    Bu bölüm, diğer teknolojik yeniliklerin psikodinamik terapiyi nasıl kapsayacağı henüz net olmadığından, telepsikoterapiyi ele almaktadır. Tartışmamız telefon temelli ve sanal ya da görüntülü psikoterapiyi içermekle birlikte, bu bölümde ağırlıklı olarak sanal terapiye odaklanıyoruz; çünkü bu yöntem daha yaygındır ve muhtemelen yaygınlığını sürdürecektir. Sanal terapinin etkililiğine ve teknik müdahalelere dair verileri gözden geçiriyor, sanal psikoterapi alanının doğasını inceliyor ve sanal terapötik teknikler konusunda önerilerde bulunuyoruz.

    SANAL TERAPİNİN ETKİNLİĞİ VE TEKNİĞİNE DAİR KANITA DAYALI VERİLER

    Telefonla yürütülen psikoterapiye dair daha eski ve metodolojik açıdan daha az titiz bir literatür, yüz yüze psikoterapiye kıyasla etkinlik ve hizmete erişimde artış sağladığını öne sürmektedir (Mohr ve ark., 2012). İlaç yönetimi ve psikoterapiyi de kapsayan ruhsal hastalıklar için tele-tıp uygulamalarının, bakım hizmetlerine erişimdeki engelleri azalttığı ve etkili olduğu bulunmuştur (Hilty ve ark., 2013). Geniş çapta benimsenmeden önce, video psikoterapi üzerine yapılmış sistematik bir derleme (Backhaus, 2012), bu yöntemin kullanıcı memnuniyetinin yüksek olması ve klinik sonuçlarının yüz yüze terapiyle benzer olmasıyla ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Daha yakın tarihli çalışmalar, sanal psikoterapi ile yüz yüze tedavi arasında genel sonuç açısından anlamlı bir fark bulunmadığını göstermektedir (Fernandez ve ark., 2021); bu bulgu depresyon (Berryhill ve ark., 2019), panik ve agorafobi (Bouchard ve ark., 2020) ile travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) için yapılan bilişsel yeniden yapılandırma terapisi (Liu ve ark., 2020) gibi alanlarda da geçerlidir. Çalışmalar, telepsikoterapide bırakma oranlarının azaldığını öne sürmektedir; ancak Lippke, Gao, Keller, Becker ve Dahmen (2021), uzaktan tedavinin pratikliğinin ve buna bağlı olarak erişimdeki artışın, terapistlerin tedaviden çekilen veya tedaviye yanıt vermeyen hastalardan gelen önemli ipuçlarını fark etmekte zorlanmalarıyla dengelenebileceğini hatırlatmaktadır.

    Markowitz ve çalışma arkadaşları (2021), uzaktan psikoterapiye ilişkin literatürü gözden geçirmiş ve şu sonuca varmışlardır: “Genel olarak, araştırmalar telepsikoterapinin geniş yapısını ve artık desteklemek zorunda olduğu doğal bir halk sağlığı deneyimini taşıyacak kırılgan bir temel sunmaktadır” (s. 241). Yazarlar, telefonla yürütülen bilişsel davranışçı terapiye (CBT) (Simon, Ludman, Tutty, Operskalski & Von Korff, 2004) ve kişilerarası terapiye (Heckman ve ark., 2017) dair iyi yapılandırılmış çalışmaların depresif semptomlarda anlamlı bir azalma gösterdiğini belirtmektedir.

    Video platformundaki hasta-terapist arasındaki mesafe, eğer bir sorun teşkil ediyorsa, bu durum terapötik ittifak değerlendirmelerinde düşük puanlarla kendini göstermelidir. Nitekim, Norwood, Moghaddam, Malins ve Sabin-Farrell (2018) tarafından yapılan bir meta-analiz, video psikoterapide terapötik ittifakın yüz yüze terapiye kıyasla daha zayıf olduğunu bulmuştur; ancak hedef semptomlarda yanıt açısından bir fark bulunmamıştır. Daha sonra, gelişmiş modelleme teknikleri kullanan küçük bir çalışmada Norwood, Sabin-Farrell, Malins ve Moghaddam (2021), video psikoterapide terapötik ittifakın bir değişim süreci olduğunu ve bu sürecin hem kullanılan araca hem de terapistle kurulan bağa yönelik bir angajmanı yansıttığı sonucuna varmışlardır. Leuchtenberg, Gromer ve Käthner (2022), sanal ve yüz yüze tedavi gören danışanların yaptıkları bir anket çalışmasında terapötik ittifak ve empati düzeylerini eşdeğer olarak bildirdiklerini; buna karşılık terapistlerin, ittifak ve empatinin yüz yüze terapide daha güçlü olduğunu düşündüklerini bulmuştur. Son olarak, McCoyd, Curran, Candelario ve Findley (2022), pandemi döneminde terapistlerle yapılan görüşmelerden üç önemli tema elde etmiştir: Terapötik ilişkiyi daha mesafeli hissetmişler, ancak ittifakın şaşırtıcı şekilde güçlü kaldığını belirtmişler ve bu süreci “enerji açısından yorucu” (s. 331) olarak tanımlamışlardır. Bu sonuçların yorumlanmasının zor olduğunu öne sürmekteyiz; çünkü bu çalışmalar, sanal ortama daha az uyum sağlayan hastalarla, bu ortamı daha kolay ve güvenli bulan hastaları bir araya getirip ortalama sonuçlar sunmaktadır.

    Fisher, Guralnik, Fonagy ve Zilcha-Mano (2021), yüz yüze terapiden sanal terapiye geçişi epistemik güven [epistemic trust] (bilginin güvenilir ve anlamlı olduğuna inanarak içselleştirilebilme kapasitesi) merceğinden incelemiştir. Yürüttükleri nitel araştırmada, epistemik güveni düşük olan hastaların, yüz ifadelerine açık biçimde dikkat gösterilmesinden ve sanal çerçevenin doğrudan vurgulanmasından fayda gördüklerini bulmuşlardır. Buna karşılık, epistemik güveni yüksek olan hastalar, kişisel anlatılarına verilen dikkate ve sanal çerçevenin sunduğu yapıya dayanarak bu geçişi başarıyla gerçekleştirebilmişlerdir.

    Telepsikoterapi: Temel Ampirik Bulgular

    • Telefonla ve sanal psikoterapi, hizmete erişimdeki engelleri azaltabilir; bırakma [dropout] oranlarında azalma ve uyumda artış sağlayabilir (Hilty ve ark., 2013; Lippke ve ark., 2021).
    • Telepsikoterapi, hastalar tarafından olumlu değerlendirilmekte olup (Backhaus, 2012), sanal ortamda terapötik ittifakın güçlü olma potansiyeli vardır (Norwood ve ark., 2018, 2021).
    • Telepsikoterapinin çıktıları, çeşitli bağlamlarda yüz yüze terapiyle eşdeğerdir (Berryhill ve ark., 2019; Bouchard ve ark., 2020; Fernandez ve ark., 2021; Liu ve ark., 2020; Norwood, 2018).
    • İnternet tabanlı BDT ile dinamik terapi arasında etkililik açısından fark bulunmadığına dair kanıtlar vardır (Johansson ve ark., 2017; Lindegaard, Berg & Andersson, 2020).
    • Sanal psikodinamik terapi için en uygun tekniklere dair veri sayısı oldukça azdır.

    SANAL PSİKOTERAPİ ALANI

    Yüz yüze seanslara geri dönüş süreci, belki de teleterapiye geçişin dramatik doğumundan daha fazla şekilde, yüz yüze terapi ile sanal terapi arasındaki farkları açığa çıkardı. Bu geçişi küresel bir kriz ortamında gerçekleştirdik ve hem hastalar hem de terapistler için duygusal ve pratik birçok etken söz konusuydu; bu nedenle tedavinin devamlılığına duyulan rahatlama ön plandaydı ve dezavantajlar daha az belirgin hâle gelmişti. Ofise dönüş süreci ise daha sakin, kademeli, kasıtlı ve sessizce açığa çıkarıcı bir nitelik taşıdı.

    Bizler de, pek çok terapist gibi, sanal ortama geçişin ne denli kolay olduğunu görünce şaşırdık. Bu geçiş heyecan vericiydi, hatta cesurcaydı; ancak yine de eksik bir şeyler olduğu hissi vardı. Ekranlarımızda hastaların yüzleri daha büyük görünüyordu, iptaller daha azdı ve hastaların dairelerini, evlerini, arabalarını, kahve dükkânlarını görme şansımız oldu. Köpekleri, kedileri ve bebekleriyle tanıştık; arka planda aile üyelerinin seslerini duyduk. Onları daha az derlenmiş, daha doğal halleriyle gördük. Bizler de çoğunlukla ayakkabı yerine spor ayakkabı giymeye başladık. Arka planlarımızı düzenledik, kendi çocuklarımız veya aile üyelerimizle ilgili neler olup bittiği konusunda endişelendik.

    En şaşırtıcı olanıysa, video kamerasını ve ekranı unutmamızdı. Bir sinema salonunda, film başlamadan önce, önünüzde kimin oturduğunu, koltuğun eğimini ya da dökülmüş gazoz nedeniyle zeminin yapış yapış olup olmadığını fark edersiniz. Ancak film başladıktan birkaç dakika sonra tüm bunlar silinir gider ve kendinizi hikâyeye kaptırır, filmin içinde bulursunuz. Sanal terapiye uyum sağlama sürecinde de benzer bir durum yaşandı.

    Pandemi sonrası ilk yüz yüze seansına gelen, 50’lerinde, heteroseksüel, beyaz, cisgender bir kadın, koltuğa kendini bıraktı, derin bir iç çekti ve bana bakarak, “Aman Tanrım, bu çok farklı,” dedi. Terapistinin -yaşlı, beyaz bir erkek- gerçekten dikkatini verdiğini hissetmenin ve aynı odada olmanın yarattığı hissi özlemişti.

    Gözleri doldu, ardından gülümsedi ve kahkaha attı: “Bunu gerçekten çok özlemişim ve COVID açısından burada olmanın güvenli olup olmadığını bilmiyorum ama burada olduğuma sevindim.” Seansın ilerleyen dakikalarında, tepkisini -en azından kısmen şu ana ait olan bu duygulanımını- terapide farkına vardığı güçlü beğenilme, ilgi görme ve onaylanma ihtiyacıyla ilişkilendirdi. Sürekli meşgul görünen ve ilgisini başkalarına yönelten babasıyla baş başa zaman geçirmeyi arzulamıştı. Telepsikoterapi, bu reddedilme deneyiminin bir tekrarı gibi hissettirmişti; yüz yüze terapi ise bu ihtiyacın karşılandığı bir deneyim olmuştu.

    Telepsikoterapide de yüz yüze terapide olduğu gibi aynı psikodinamik süreçlerin işlediğini söyledik ve bu örnekteki hasta, terapistin programında, ofisinde ya da ruh hâlinde bir değişiklik olsaydı, muhtemelen benzer bir aktarım tepkisi gösterecekti. Ancak hem bizim hem de hastalarımız açısından bu deneyimin yeni boyutlarını anlayabilmemiz için, video psikoterapinin sanal mekânı hakkında ne söyleyebiliriz? Bu sanal alan, terapötik süreci nasıl şekillendiriyor ve hangi özgün etkileri ortaya çıkarıyor?

    Pandeminin ortasında, belirgin depresyon belirtileriyle terapiye başlayan genç bir hastayla hiç yüz yüze görüşmemiştik. Birkaç seanstan sonra terapist, hastanın boyu hakkında hiçbir fikri olmadığını fark etti ve ona sordu. Ekranda, ortalama boy ve yapıda görünüyordu. Hasta hızla yanıt verdi: 6 fit 3 inç (yaklaşık 190 cm) boyunda ve 220 pound (yaklaşık 100 kg) ağırlığındaydı. Bu bilgi, ailesinin yatıştırıcı tavrını ve ondan korkar gibi davranmalarını; ayrıca hastanın terapiste yönelik belirsiz zorbalık içeren tutumunu anlamlandırmak açısından önemli bir bağlam sundu. Terapist, spontane bir şekilde “Eh, benden epey büyüksün!” yorumunda bulundu.

    Terapötik ilişki, özel bir tür olsa da, samimi bir insani bağdır ve hem evrimsel tarihimizin izlerini taşır hem de sahip olduğumuz bağlanma kapasitesini ortaya koyar. Ebeveyn–çocuk ilişkisine benzer; sözel olmayan ipuçlarına, sezgiye, ince yüz ifadelerine, empatiye ve hem bilinçli hem de bilinçdışı iletişime dayanır. Bu bağ, kişilerarası verilerin aktığı bir tür otoyol gibidir.

    Sanal Psikoterapi Alanının Özellikleri

    • Doğrudan göz teması kaybı
    • Hasta/terapist arasında doğrudan fiziksel etkileşimin olmaması
    • Sınır ihlali olasılığı üzerindeki etkisi
    • Kişinin kendini ekranda görmesinin etkisi
    • Yüz yüze veya sanal terapi tercihlerinin rasyonelleştirilmesi
    • Psikodinamikler deneyimi şekillendirir
    • Can sıkıntısı veya tükenmişlik yaşanabilir
    • Terapistin kendini açmasında [self-disclosure] artış
    • Gelecekte muhtemelen hibrit terapi güncel standart hâline gelecektir

    Terapist ve danışan web kameralarını kullanma konusunda oldukça yetkin değilse, doğrudan göz teması kaybı sürekli bir durum hâline gelir. Kameranın konumuyla ekrandaki görüntü arasındaki küçük ama önemli açı farkı, hasta ve terapist birbirlerine bakıyor gibi görünse de göz temasında ince bir sapma yaratır. Her ne kadar seanslarda genellikle hastalara doğrudan uzun süre bakmasak da, özellikle duygusal, acı verici ya da belirleyici anlarda onlarla çok kısa süreliğine doğrudan göz teması kurarız.

    Doğrudan göz teması, hem yaşamda hem de terapötik ilişkide mahremiyetin temelidir. Genellikle, bu temasın yokluğu fark edilir fakat ilk anda belirgin biçimde hissedilmeyebilir. Elbette, klasik analitik durumda -hastanın divana uzanarak analisti görmediği düzende- göz teması özellikle engellenmiştir; bu, hastanın analisti görmek zorunda kalmadan, onun tepkilerinden ve gözleminden daha özgür hissetmesini sağlamak amacıyla tasarlanmıştır. Aynı zamanda, terapistin de gün boyu hastaların bakışlarının yarattığı yükü daha az hissetmesine yardımcı olmuştur. Ancak günümüzde psikodinamik terapi, daha az regresif, daha destekleyici ve yatıştırıcı olmayı, ayrıca terapistin öznelliğini gözlemlenen ilişkisel alana daha fazla katmayı amaçladığından, yüz yüze çalışma biçimi tarihsel duruşun yerini almıştır. Bazı hastalar, sanal ortamda daha az mevcut gibi görünen bu terapötik unsurlara karşı oldukça duyarlıdırlar. Eksik olanı bizler bile çoğu zaman bilinçli olarak fark etmeyebiliriz.

    Telepsikoterapi, eski bir soruyu yeni bir biçimde gündeme getirir: Hastalarımız için ne kadar yakınlık ve kırılganlık en uygunudur? Sanal bir seansta hasta ve terapist arasında fiziksel etkileşim mümkün değildir -fiziksel tehdit ya da şiddet olasılığı yoktur, sarılmak ya da öpülmek gibi durumlar da yaşanamaz. Bu tür sınır ihlalleri gerçekleşemez. Bu durum bazıları için rahatlatıcı olsa da, bu mutlak fiziksel bariyer bazı hastalar ve terapistler için kırılganlık ve mahremiyet deneyimini azaltabilir. Bazı hastalar, çok doğrudan göz teması kurmaktan kaçınabilmeyi ve bir ölçüde kopuk kalabilmenin sağladığı koruyuculuğu ve güveni sever. Terapist açısından da bu yalıtılmışlık hissi güven verici olabilir; ancak aynı zamanda mesafe ve yabancılaşma duygularına da katkıda bulunabilir. Sanal terapide yakınlığa engel olabilecek bu potansiyel zorluklara rağmen, pek çok terapist aktarımı gözlemlemeye ve onunla çalışmaya devam edebildiklerini ifade etmektedir (Hickey, Schubmehl & Beeber, 2022).

    Bu sorunun daha az tartışılan bir yönü ise, telepsikoterapinin terapist-hasta sınır ihlallerinin rahatsız edici sıklığı üzerindeki etkisidir. Geçmişte yapılan bazı özbildirim temelli çalışmalar, ciddi sınır ihlallerinin yaklaşık %6 oranında tedavilerde gerçekleştiğini öne sürmektedir (Procci, 2007). Bu ihlaller arasında ücret almaktan vazgeçme, fiziksel temas ve cinsel ilişki gibi davranışlar yer almaktadır. Hastalar, fiziksel olarak aynı mekânda olmadıklarında bu tür ihlallere karşı ek bir koruyucu katmana sahip olurlar. Ancak Reamer (2021), dijital iletişimin -örneğin mesajlaşma, e-posta veya sosyal medya aracılığıyla- terapist ile hasta arasında çok sayıda sınır aşımı ve ihlali olasılığı doğurduğuna dikkat çekmiştir.

    Pek çok sanal platformun sunduğu küçük pencere [thumbnail image] aracılığıyla kişinin kendini ekranda sürekli olarak görmesinin etkisi nedir? Hem hastalar hem de terapistler açısından? Özsaygı sorunları ve beden algısıyla ilgili kaygılar yaşayan hastalar için, sürekli olarak dış görünümleriyle yüz yüze kalmak dikkat dağıtıcı ya da hatta rahatsız edici olabilir. Pek çok terapist de bu durumun kendilik farkındalığını artırdığını ve daha fazla “kendini izler” hâle geldiklerini belirtmektedir. Ekranın köşesindeki küçük görüntüye saçımızı ya da yüz ifademizi kontrol etmek için mi bakıyoruz? Bu tür mikro gözlemler, terapötik sürecin dinamiklerini etkileyebilir ve hem terapist hem de hasta açısından dikkat bölünmesine, içe yönelmiş yargılayıcılığa ya da terapötik temasın zayıflamasına yol açabilir.

    Eğer psikoterapi ilişkisindeki mahremiyet karşılıklı görsel temasa dayanıyorsa, hem terapist hem de hasta açısından bu görsel temasın kişinin kendisiyle olan teması tarafından kesintiye uğraması ne anlama gelir? Kültürümüz, özellikle kadınların görünümüne yönelik yaygın ve yoğun ilgisiyle -yaşlanmaya ilişkin olumsuz atıflar da dâhil olmak üzere- kişinin sanal benlik imgesiyle sürekli yüzleşmesini stresli ve utanç duygusuna yatkın hâle getirmektedir (Bailenson, 2021). Bu durum, özellikle kadın hastalar ve kadın terapistler üzerinde olumsuz etki yaratabilir (Ingraham, Cruet, Johnson & Wisnicki, 2008). Görsel benlik temsiline maruz kalmak, terapötik ilişkiyi şekillendiren temel unsurlardan biri olan içtenlik ve açık olma kapasitesini gölgeleyebilir; dikkat odağını iç dünyadan dış görünüme kaydırarak süreci zayıflatabilir.

    Hastalar sanal terapi deneyimi üzerine sıklıkla kendiliğinden düşünürler ve bu tür refleksiyonlara, diğer tüm psikodinamik verilerde olduğu gibi, hem bilinçli hem de bilinçdışı materyalin; savunmaların, dürtülerin ve gerçekçi algıların iç içe geçtiği bir bütün olarak yaklaşılır. Bu tür ifadeler, bir soruya verilmiş yanıtlar olmaktan çok, keşfe davettir. Çoğu hasta sanal terapi deneyimini olumlu değerlendirir; ancak genellikle bu kolaylık tercihlerini rasyonelleştirme ihtiyacı hissederler. Ulaşım kolaylığını beğenseler de, aynı anda bir miktar hayal kırıklığı veya kayıp duygusu da yaşayabilirler.

    Şu ana kadar sanallık deneyimini genel hatlarıyla hasta perspektifinden ele aldık; ancak aslında bu deneyimi şekillendiren temel unsur, hastanın temel psikodinamik sorunu ve özgül psikodinamik yapısıdır. Depresif hastalar, sanal ortamda kurulan mesafeyi bir kayıp olarak deneyimleme eğilimindedir. Obsesyonel özellikleri baskın olan hastalar ise ekran aracılığıyla kurulan ilişkiyi, kişilerarası uzaklıklarını sürdürmek ve duyguları ile bağ kurma derecesini kontrol altında tutmak için bir araç olarak kullanabilirler. Terk edilme korkusu olan hastalar, sanal psikodinamik terapiye geçişten muhtemelen en olumsuz etkilenen gruptur. Bu hastaların bağlanma ihtiyaçları, yüz yüze olmanın sunduğu tam bağlantı [full bandwidth] deneyimini gerektirir; sanal terapi ise onlar için bir terk edilme gibi hissedilebilir. Bu korku, çeşitli savunmaların ve başa çıkma stratejilerinin devreye girmesine neden olabilir ve bu da tedavi sürecinde ittifak bozulmalarına yol açabilir. Böyle bir ittifak bozulmasını, yüz yüze temas olmadan yönetmek oldukça güç olabilir.

    Öz-değeri düşük olan hastalar, ihtiyaç duydukları aynalanmayı [mirroring] sanal etkileşim yoluyla elde edebilir ve bu durum, terapisti ihtiyaçları ve duyguları olan başka bir kişi olarak görmekten kaçınmalarına yardımcı olabilir. Panik bozukluğu olan hastalar, özellikle agorafobisi olanlar, kolay erişilebilirliği takdir edebilir; ancak yüz yüze etkileşimin yokluğu, bağımlılık [dependency] ihtiyaçlarının karşılanmasını engelleyebilir. Son olarak, travma yaşamış hastalar, sanal ilişkinin sağladığı koruma sayesinde kendilerini daha güvende hissedebilir; çevrelerini daha etkin kontrol edebildikleri için korkutucu anıları konuşma konusunda daha istekli olabilirler. Ancak aynı zamanda, iyi bir terapötik ilişkinin sunduğu besleyicilik ve güven duygusunu da özleyebilirler ve bu da onların korkutucu ve acı verici deneyimlerle yüzleşme ve bu deneyimleri yeniden yapılandırma sürecini zorlaştırabilir.

    Şu ana kadarki tartışma, video psikoterapinin hastalar açısından nasıl bir deneyim olduğu üzerine odaklandı -erişim, kopukluk, eylemsizlik ve özgül psikodinamikler. Peki ya terapistin deneyimi? Bu noktada, bu meseleye dair izlenimlerimiz pandemi deneyimiyle ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş durumdadır. Evde kalmak, meslektaşlarla ve diğer insanlarla daha az temas kurmak, hastalarla tam anlamıyla “orada” olamamanın belirsiz yalnızlık ve yoksunluk hissiyle birleşerek can sıkıntısı [ennui] ya da tükenmişliğe katkıda bulunabilir. Duygusal tükenme, depersonalizasyon ve yeterlilik hissinde azalma ile tanımlanan tükenmişlik, pandemi sırasında sağlık çalışanları arasında dramatik bir şekilde artış göstermiştir (Shanafelt ve ark., 2022).

    Pek çok psikoterapist, katılımcı ve samimi psikoterapi seansları yürütüyor olsalar bile, belirsiz bir boşluk ve yalnızlık hissi yaşadıklarını ifade etmektedirler; bu durum, insanlarla sanal ortamda birlikte olmanın ince ve “doğal olmayan” deneyimini yansıtıyor olabilir. Bu tür deneyimler ve pandemiye eşlik eden aile içi stres, tükenmişlikte kısmen etkili olmuş olabilir; ancak yüz yüze çalışan ön saf sağlık çalışanları [frontline health] da benzer bir tükenmişlik yaşamıştır. Özellikle küçük çocukları olan terapistler için, çocukların ve hastaların ihtiyaçlarını dengelemek, terapist/ebeveynlerin evdeyken hastaları çevrim içi görmeleri durumunda oldukça zorlayıcı olabilir. Öte yandan, birçok terapist sanal çalışmanın sunduğu kolaylık, ulaşılabilirlik ve konforu değerli bulmakta ve bu da onların daha rahat, açık ve empatik olmalarını sağlayabilmektedir. Ancak bu durum, hastalardan ve onların acılarından bir nebze kopukluk hissiyle birlikte gelen suçluluk duygusuna da yol açabilir. Günümüzde çoğu terapist, sanal tedavinin olumlu ve olumsuz yönlerinin farkına varmış durumda ve takvimlerini, yükümlülüklerini buna göre yeniden düzenlemişlerdir.

    Terapistler çok farklı şekillerde kendilerini açarlar [self-disclosure]. Bazı psikodinamik terapistler göreli olarak sakınıcı [abstinent] bir duruş sürdürürken, bazıları ise ilişkisel bir anlayışla terapötik ilişkiye dair düşünce ve duygularını açıkça paylaşırlar. Bu fark, kuramsal yönelimi, farklı hasta tipleriyle çalışmanın getirdiği zorlukları ve terapistin mizacını yansıtır. Sanal ortam, terapistin kendini açması açısından ilginç fırsatlar ve zorluklar sunar; kişisel/mesleki sınır bulanıklaşabilir. Evden çalışan terapistler için hastalar, terapistin kişisel yaşam alanını daha fazla görebilir. Bazen terapistler, arka planda duyulan aile üyelerinin sesleri, odaya birinin girmesi ya da bir evcil hayvanın varlığı gibi durumlar nedeniyle kendileri hakkında daha fazla şey söylediklerini fark ederler. Öte yandan, video arka planları kullanıldığında, hastalar terapistin anonimliğini korumaya dönük adımlarıyla doğrudan karşı karşıya gelirler.

    Telepsikoterapinin etkisi, psikodinamik terapi açısından diğer psikoterapi türlerinden farklı mıdır? Bu soruya dair, psikoterapistler arasında farklı etkileri karşılaştıran çok az sayıda ampirik araştırma bulunmaktadır; ancak terapötik ittifakın ortak bir etken olarak tüm terapi yaklaşımlarında belirleyici olduğu bilinmektedir. Psikodinamik terapide sahneleme ile aktarım-karşı aktarım süreçlerine verilen artan önemin, bu terapi biçimi için özgül bazı etkiler yaratıp yaratmadığını ise henüz bilmiyoruz.

    Sanal psikodinamik terapiye dair deneyimimiz sınırlı olsa da, hibrit terapi [hybrid therapy] -yani yüz yüze ve sanal seansların bir arada yürütülmesi- konusunda bildiklerimiz daha da azdır. Ancak birçok kişi, bu modelin gelecekteki standart uygulama olacağını öngörmektedir. Terapötik ilişkinin kurulma aşamasında faydalı olabileceği için, başlangıçta yüz yüze görüşmeleri teşvik etmekteyiz. Her ne kadar veriler, sanal terapide terapötik ittifakın zayıfladığını göstermese de, terapistler ilk yüz yüze görüşmelerde genellikle kendilerini daha rahat ve güvende hissetmektedirler. Daha sonra periyodik olarak gerçekleştirilen yüz yüze görüşmeler, “gerçekliği koruma [keep it real]” işlevi görerek hem hasta ile gerçekten bir arada olmanın yoğunluğunu yaşama fırsatı sunar hem de sanallığın etkisine dair refleksiyonu teşvik eder. Elbette çoğunlukla sanal görüşmeler yapılmasını da tam anlamıyla destekliyoruz; çünkü bu yaklaşım, pek çok hastanın kolaylık ve erişim ihtiyacını açıkça karşılamaktadır.

    VİDEO PSİKODİNAMİK TERAPİ TEKNİĞİNE DAİR ÖNERİLER

    Telepsikoterapiye ilişkin verilere dair daha net bir kavrayış ve sanal alan deneyimine dair bir sezgi geliştirdikten sonra, sanal psikodinamik terapinin daha etkili yürütülmesi için bazı önerilerde bulunabiliriz.

    Sanal Terapi Tekniği
    • En azından başlangıçta ve ardından belli aralıklarla bazı seansların yüz yüze yapılması faydalıdır.
    • Hastanın bulunduğu ortamda mahremiyetinin sağlandığından ve kesintisiz bir ortamda olduğundan emin olun.
    • Sanal formata dair açık bir protokol sunun ve hastanın bu formata verdiği tepkiyi merakla keşfedin.
    • Küçük teknolojik aksaklıklar beklenmelidir; ancak terapistin tarafında yaşanan ciddi teknik sorunlar, terapötik ilişkide bir ittifak bozulması olarak ele alınmalı ve işlenmelidir.
    • Ev/ofis ortamınıza dair gelen bazı soruları yanıtlayın; ancak bu soruları, terapötik ilişkiyi ve sanal çerçeveyi keşfetmek için bir fırsat olarak değerlendirin.
    • Sessizlikleri sürdürme ve onları açıklama/kanıtlama konusunda dikkatli ve açık olun.
    • Seanslardaki göz teması deneyimini hastaya sorun ve sanal ile yüz yüze temas arasındaki farkı onaylayın.
    • Sanal seanslarda ses tonunuza ve ses yüksekliğine dikkat edin; teknolojik aracı aşmak için bilinçdışı çabaları azaltmak adına gerektiğinde ayarlamalar yapın.
    • Daha sık empatik yorumlarda bulunun; duygusal dili daha kasıtlı biçimde kullanın ve daha açık, özgül ifadeler tercih edin.
    • Epistemik güveni düşük olan hastalarla çalışırken empatiyi ifade etmek için yüz ifadeleri ve beden duruşundaki değişimlerden yararlanın.
    • Yüz yüze ve sanal terapi seçenekleri arasında karar verme sürecinde hastaya ağırlık verin; özellikle utanç ve travma temaları belirgin olan hastalarda, her iki seçeneğin avantajlarını ve sınırlılıklarını birlikte tartın.

    Yüz Yüze mi, Sanal mı? Kararı Kim Verir?

    Elbette, seansların ofiste mi yoksa çevrim içi mi yapılacağına dair karar büyük ölçüde hastanın tercihine bağlıdır. Eskiden terapist seçiminde coğrafi yakınlık önemli bir etkenken, günümüzde hastalar artık tercihlerini yüz yüze ya da sanal görüşme yapan terapistlere göre belirlemektedir. Eğer tamamen sanal görüşmeyi gerektiren güçlü nedenler yoksa -örneğin büyük mesafe, seyahat maliyeti, uyumsuz programlar ya da terapötik ikilinin bir tarafının [yani terapistin veya hastanın] bağışıklık sisteminin baskılanmış olması gibi- başlangıçta en azından birkaç yüz yüze seans yapılmasını önermekteyiz. Bu yaklaşım, ilişkiye derinlik katar, sanallığın etkisine dair daha iyi bir farkındalık sağlar ve hiçbir şey olmasa bile, terapistin önemli pratik ya da ilişkisel bilgileri kaçırmadığına dair bir güvence oluşturur. Bununla birlikte, bu klinik temelli öneriyi destekleyen ampirik verilere şu an için sahip olmadığımızın altı çizilmelidir.

    Yüz yüze görüşmeler için basit bir açıklama sunmayı teşvik ediyoruz: Bu, terapötik ilişkiyi derinleştirmeye yardımcı olur ve bu da terapinin etkisini artırabilir. Bu öneri ve beraberindeki açıklama, psikodinamik terapinin işleyişi hakkında hastayı bilgilendirirken kullandığımız tonla aynı şekilde sunulmalıdır: Açık ama ısrarcı olmayan, hastanın tepkisine karşı meraklı ve cesaretlendirici bir tutumla. Hasta yüz yüze görüşmeyi reddederse, bu bir direnç biçimi midir? Sanal çalışmanın sağladığı ince mesafeyi tercih etmesi midir? Randevuya gitmenin zahmetinden kaçınmak adına verilmiş pragmatik bir karar mıdır? Yoksa bir otorite figürünün önerisine gösterilen bir tepki midir? Başka ne tür anlamlar taşıyor olabilir?

    Yüz yüze görüşmeler için basit bir açıklama sunulmasını öneriyoruz: Bu, terapötik ilişkiyi derinleştirmeye yardımcı olur ve bu da terapinin etkisini artırabilir. Bu öneri ve ona eşlik eden açıklama, hastalara psikodinamik terapi süreci hakkında bilgi verirken kullandığımız tonla aynı şekilde iletilmelidir: Açık, bilgilendirici, ama dayatmadan uzak, davetkâr ve keşfetmeye açık bir tutumla. Açıklayıcı olmaya çalışırız ama ısrar etmeyiz; hastanın tepkisine karşı meraklı ve cesaretlendirici bir tutum sergileriz. Hastanın yüz yüze görüşmeyi reddetmesi bir direnç ifadesi mi, yoksa sanal çalışmanın sağladığı zımni mesafeyi [ilişki biçiminin kendiliğinden ortaya çıkardığı mesafe] tercih etmesi mi; randevuya gitme zahmetinden kaçınmak için verilmiş pragmatik bir karar mı, yoksa bir otorite figürünün önerisine tepki midir? Bu reddediş başka ne tür anlamlar barındırıyor olabilir? Bu tür sorulara verilecek yanıtlar, yalnızca teknik değil, aynı zamanda derinlemesine dinamik keşif için de bir fırsat sunar.

    Aynı nedenle ve aynı tutumla, zaman içinde periyodik yüz yüze görüşmeleri de öneriyoruz. Tedaviye dair bu paralaks bakış [parallax view] -birlikte olmayı iki farklı biçimde deneyimlemek -terapiye ve terapötik ilişkiye dair daha derinlemesine düşünme fırsatı sunar. Bu çift yönlü deneyim, hastanın ilişkisellik, yakınlık, mesafe ve güven temalarını farklı bağlamlarda yaşamasına olanak tanıyarak psikodinamik keşfi zenginleştirir.

    Görüşme Yeri [Location]

    Hastaya, bulunduğu mekânı ve orada kendini rahat ve mahrem hissedip hissetmediğini sorarız. Bu hem bir soru hem de bu iki koşulun ele alınmasının önemine dair örtük bir ifadedir. Genç bir hasta, bir ebeveyni hakkında konuşurken kameraya doğru eğiliyor ve daha kısık sesle konuşuyorsa, aklındakileri söyleme konusunda kendini tam anlamıyla güvende hissetmediğini anlarız. İsim kullanmaktan kaçınıyorsa, birinin onu dinlediğini hissediyor olabilir.

    Hastalarla bodrum katlarında, arabalarda, kahve dükkânlarında, mutfaklarda, bahçelerde, ofislerde, toplantı odalarında ve koridorlarda görüştük. Hasta mahremiyetini sağlayabiliyorsa, bulunduğu ortam dikkatini dağıtmıyorsa ve zihnini serbestçe dolaştırarak çağrışım kurmaya ve düşünmeye yeterince rahat hissediyorsa, bu mekânların hepsi uygundur. Ancak çevresel koşullar terapiye özgü zaman dışılık hissine müdahale ettiğinde ve terapinin güvenli alanı zedelenmeye başladığında, terapist bu durumu gündeme getirmeli ve konuşulmasını sağlamalıdır.

    Genç, siyah, heteroseksüel ve cisgender bir kadın hasta, çalıştığı yerde görüşme yapacak bir yer bulamadığı için, telefonunu elinde tutarak merdiven boşluğuna oturdu. Her birkaç dakikada bir biri geçiyor ve o da sesini alçaltıyordu. Kendini rahat ve mahrem hissettiğini söyledi. Ancak ne zaman daha mahrem bir konudan ya da süpervizörüyle olan çatışmalı ilişkisinden söz etmeye başlasa, benim aklıma yalnızca içinde bulunduğum yankılı, çıplak merdiven boşlukları geldi -ve onun için endişelendim. Bu deneyim onun için nasıl hissettiriyordu? Gerçekten güvenli miydi? Duygusal derinlik için gereken alan ve korunaklılık sağlanabiliyor muydu?

    Merdiven boşluğundaki iş arkadaşları öyle bir engel gibi geldi ki, ona gerçekten rahat hissedip hissetmediğini ya da daha iyi bir seçeneği olmadığını düşündüğü için mi bu duruma uyum sağladığını sordum. Bu durum, onun genel olarak hayattaki hissiyatının simgesiydi ve fazla uyumlu yapısına açılan bir pencere oldu. Bu aynı zamanda, seanslara katılmak için ofisten çıkmanın yollarını aramasına ve kendini ortaya koyabileceği başka alanları keşfetmesine yönelik bir keşif ve harekete geçirme fırsatıydı.

    Bazen hastanın ailesinden biri ya da bir arkadaşı habersizce video karesinde belirdiğinde bu oldukça şaşırtıcı olabilir. Bir adamın kız arkadaşı, sanki orada değilmiş gibi davranarak kameranın önünden sessizce geçti. Açık mutfakta/oturma alanında otururken kız arkadaşının ne zaman geçeceğini asla bilemeyeceği bir ortamda, hayatında olup bitenleri gerçekten konuşup konuşamayacağını yüksek sesle sorguladım. Kafası karışık ve kaygılı bir ergen, seansa mutfak masasında, annesi arka planda yemek pişirirken katılmayı planladı. Terapinin ne olduğunu ancak yeni yeni kavramaya başlayan bu gencin annesiyle olan sınırlarını kurmakta zorlandığı açıkça görülüyordu; bu nedenle ona ayrı bir alan bulmasını önerdim. Eğer bir eş başını uzatıp merhaba derse, bunun samimi bir rahatlık mı yoksa bizi kontrol etme davranışı mı olduğunu merak ettiğimi ifade edebilirim.

    Özel gereksinimleri olan oğlu terapinin önemli bir konusu olan bir anne, kocaman bir gülümsemeyle, “Ah, işte Kevin geldi. Kevin, bu Dr. X. Merhaba de!” dedi. Ben de onu sıcak ve ilgili bir şekilde karşıladım. Kevin odadan çıktıktan sonra, onunla ilgili onca konuşmadan sonra kendisiyle tanışmamın kendisi için nasıl bir deneyim olduğunu sordum. Gerçekten de bu karşılaşma, çocuğu daha iyi anlamamı sağladı ve aramızdaki bağı güçlendirdi. Hastam, oğlunu benim de tanımamı istemişti -hem ona duyduğu sevgi ve empatiyi, hem de onunla baş etmenin zaman zaman ne kadar zor ve yorucu olabileceğine dair yaşadığı sıkıntıyı paylaşmak istiyordu.

    Terapistin Mekanı [Therapist’s Space]

    Terapist ofisleri için geçerli olan klasik ölçütler -karşılama duygusu veren, rahat, dikkat dağıtacak kadar kişisel olmayan bir ortam- terapistin sanal sunumu için de geçerlidir. Ancak evden çalışan bir terapist, profesyonel bir ofise kıyasla genellikle daha fazla şeyi açığa vurur. Oda iyi bakımlı mı, değil mi? Hangi kültürel, sosyoekonomik, geçmişe dair ya da kişisel zevklere ilişkin göstergeler fark ediliyor? Terapist gerçek bir arka plan yerine sanal bir arka plan ya da bulanıklaştırılmış bir arka plan kullandığında bu, hastaya ne ifade eder? Hasta bunu profesyonel ve dikkat dağıtıcı olmayan bir tercih olarak mı algılar, yoksa mesafe koyan ve reddedici bir tutum olarak mı deneyimler? Bu tür detaylar, terapötik ilişkiyi düşündüğümüzden çok daha derinden etkileyebilir.

    Peki ya profesyonel bir ofiste pek olası olmayan kesintiler? (Örneğin, kapı zili çalması, çocuk ağlaması gibi.) Benim hastalarım, seanslara zaman zaman eşlik eden köpeğimin kapıya doğru sıçrayıp kuyruğunu salladığını fark ediyor. Ben bunun eşimin eve geldiği anlamına geldiğini biliyorum, ancak hastalar köpeğin neden ayağa kalktığını ve kapıya neden gittiğini merak ediyorlar. Bazı hastalar bunu soruyor, bazıları hiç önemsemiyor gibi görünüyor, bazıları ise bu durumu ele almaktan kaçınıyor. Bu tür anlık kesintiler, terapötik çerçevenin sınırlarını esnetirken, aynı zamanda aktarım süreçleri için de verimli bir zemin oluşturabilir.

    Bu tür anlar sanal tedaviye özgüdür, ancak ofiste uyguladığımız psikodinamik terapi ilkeleri burada da geçerlidir. Terapötik ilişkideki açık alan, fantazilere ve diğer aktarım malzemelerine zemin hazırlar; ancak aşırı kendini açma hem hastayı uyarabilir hem de hastanın dikkatini dağıtarak süreci bulanıklaştırabilir. Arka plandaki bir ses sorulursa, gülümseyerek açıklarım; bazen çocuklarım ya da köpeğim hakkında neşeyle bahsederim ya da bir kesinti için özür dilerim. Ancak bu anların her biri aynı zamanda terapötik ilişkiyi keşfetmek için bir fırsattır -ve ben de bu fırsatlardan yararlanmaya çalışırım.

    Teknoloji ve Çerçeve

    Genellikle hastayı biz ararız; bu, tıpkı bekleme odasına çıkıp hastayı içeri davet etmek gibidir. Bu yaklaşım, aynı zamanda birkaç dakika gecikme yaşandığında esneklik sağlar. Öte yandan, göreli olarak daha sakınıcı [abstinent] çalışan bazı terapistler hastanın kendilerini aramasını tercih ederler -bu durum, terapötik çalışmanın hasta tarafından başlatıldığı ve terapistin buna yanıt verdiği bir yapı olarak görülür; terapistin hastaya ulaşmasındansa hastanın sürece adım atması ön plandadır.

    Bazı tele-tıp platformları analog gerçekliği taklit ederek, hastanın randevu saatinden birkaç dakika önce giriş yaptığında bekleyebileceği sanal bir bekleme odası oluşturur. Video platformlarında ise genellikle kalıcı bir bağlantı kullanılır; hem hasta hem de terapist ayrı ayrı çevrim içi olur, ancak hastayı içeri almak terapistin sorumluluğundadır. Seansın bitiş biçiminin de kendine özgü anlamları vardır -örneğin, video bağlantısından ilk kimin ayrıldığı bile önemlidir. Ancak belki de en önemlisi, güvenlik ve öngörülebilirlik hissini destekleyen tutarlı bir protokol oluşturmaktır. Bu protokolün hasta tarafından nasıl deneyimlendiğini merak etmek ve süreci birlikte keşfetmeye açık olmak, terapötik çerçevenin bütünlüğü açısından kritik önem taşır.

    Bazı hastalar geç kalır, bazıları ise uzun süredir seansa başlamak için beklemektedir; ayrıca hem hastalar hem de terapistler, teknolojik sorunlarla sıklıkla karşılaşır. Platformların kullanımında bir öğrenme süreci vardır ve cihazlar da sık değiştiği için bu konuda anlayışlı ve destekleyici olmak önemlidir. Ancak bu tür deneyimlerin aynı zamanda önemli psikolojik anlamları olabilir ve bu anlamlar tedavi süreci ilerledikçe keşfedilmeye açıktır. Örneğin, bir hasta her seferinde tam randevu saatinde Skype üzerinden “hazırım” mesajı gönderir -hatta ben onu henüz aramamış olsam bile. Bu hasta, kurallar, prosedürler ve mükemmel olma arzusu konusunda aşırı derecede meşguldür. Başka bir hasta ise sürekli olarak seansa 6–7 dakika geç gelir -görünürde bu durum dikkat eksikliği ve uyanma güçlüğüyle ilgilidir; ancak zamanla bu davranışın, yetişkin sorumluluklarını üstlenme ve hayatında eyleme geçme konusundaki ikircikli tutumunu ve duygusal uyuşukluğunu yansıttığı anlaşılmıştır.

    Kullanılan platform, güvenli olmalı ve ilgili yasa ve düzenlemelere uygunluk taşımalıdır. Bazen hastalar seanslarını kaydetmek istediklerini belirtirler; genellikle bu tür taleplerden kaçınılmasını öneririz. Gerek terapistin gerekse hastanın özbilinçli olması [kendine fazla odaklanması, doğallığını kaybetmesi anlamında], terapötik süreç açısından açık bir olumsuz etkendir. Ancak bazı hastalar seanslarda konuşulanları hatırlamakta zorlanabilir ya da terapötik ilişkiyi sürdürme arzusu taşıyabilirler. Böyle durumlarda, kaydetme talebinin anlamı üzerine konuşulup keşif yapıldıktan sonra, seansın yalnızca bir bölümünün kaydedilmesine dair özel anlaşmalar yapılması mümkündür. Elbette, her türlü kayıt işlemi mahremiyet açısından bir risk taşır; çünkü hem hasta hem de terapist açısından veri güvenliği ihlali olasılığı mevcuttur.

    Teknolojik aksaklıklar sıkça yaşanır -bazen video platformunun güncelleme istemesi nedeniyle biri geç kalır, bazen internet bağlantısında sorun çıkar ya da terapi için kullanılan platforma geçiş sırasında bir problem yaşanır. Sorun bazen hastadan, bazen terapistten kaynaklanır; çoğu zaman neden tam olarak belli değildir ve bu durumda kimin sorumluluk aldığı ilginçtir. Genellikle hemen özür dileyici bir şey söyleriz; çünkü terapide önemli anlatılardan biri şudur: Hayatta olaylar olur -bazen kötü şeyler de- ve bunlar çoğu zaman birinin suçu değildir; aksine, birçok etkenin ve uzun bir geçmişin sonucudur. Zaman zaman, bu tür teknolojik aksaklıklar terapötik ilişkide gerginliğin odak noktası hâline gelebilir.

    Ayrılma anksiyetesi ve bağlanma güvensizliği belirgin olan beyaz bir trans kadın hasta, bağlantı sorunları yaşadığım bir seansta üzgün, gözü yaşlı ve öfkeliydi. Sorunun büyük ihtimalle benden kaynaklandığından emindim. Bu nedenle seansa geç başladım ve yaklaşık 5 dakikalığına bağlantıdan koptum; bu da toplamda seansın yaklaşık çeyrek saatinin kaybolmasına yol açtı. Bağlantı yeniden sağlandığında ve teknik sorun çözüldüğünde, hasta hâlâ gözyaşları içindeydi, incinmişti ve öfkeliydi. Gelip gitmemin onu raydan çıkardığını hissetmişti ve bağlantı sorununun benim tarafımdan kaynaklanması nedeniyle seansın kısa sürdüğüne kızgındı. Yalnızca tam seans ücreti almamam gerektiğini değil, aynı zamanda şu anda tam süreli bir seans yapmam gerektiğini de ısrarla belirtti.

    Zihnimde, bu yaşanan durumu onun daha önce de reddedilmiş, terk edilmiş, öfkeli hissettiğini ve haksızlığa uğradığını ve çaresiz kaldığını düşündüğü diğer pek çok deneyimle nasıl ilişkilendirebileceğimi düşünüyordum. Ama aynı anda, onun haklı olduğunu da biliyordum -seansı benim tarafımdan bir sorun yüzünden kısalmıştı. Ofisimin kapısı sıkışmış olsaydı ve 15 dakika boyunca bekleme odasına çıkamasaydım, onun zaman kaybı benim sorumluluğumda olan bir durum olarak açıkça görülürdü.

    Yüz yüze terapide, hastanın seans süresine yönelik küçük müdahaleler sürecin doğal bir parçasıdır -hasta içeri girerken terapist kısa bir telefon konuşmasını bitiriyor olabilir, seans ortasında bir kargo görevlisi kapıyı çalabilir ya da terapist bir bardak suyu dökmüş onu temizlemek zorunda kalabilir -ve biz küçük teknik aksaklıkları da benzer şekilde değerlendiririz. Bazı seanslar süresini aşar, bazıları daha kısa sürer ve bu durum “sonunda dengelenir”; yaşamın kusurluluğunun bir parçasıdır. Bu nedenle, video platformunun güncelleme yapması gibi bir durum terapistin birkaç dakika gecikmesine neden olduğunda, bu bir özür ve belki kısa bir açıklamayı gerektirir; ancak çoğu durumda belirli bir telafi planı ya da ücret ayarlaması yapmaya gerek yoktur.

    Ancak teknoloji kaynaklı bir sorun açıkça terapistin sorumluluk alanındaysa, bu durum hastanın seansının önemli ölçüde sekteye uğraması anlamına gelir ve o zaman kaybının telafi edilmesi gerekir. Bu, terapötik ilişkide bir ihlal [breach] olarak anlaşılabilir ve bu deneyimin anlamı üzerine düşünülerek, özür dilenerek ve ilgili durumda seans süresinin telafisiyle ele alınmalıdır. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, sonraki bir seansa 15 dakika ekledik. Seans üzerindeki gerçek etkinin kabul edilmesi, aktarımın anlamını anlamayı bir nebze zorlaştırabilir, ancak büyük olasılıkla bu böyle olmaz -ve her şeyden önemlisi, terapötik ilişkinin eşitlik, bütünlük ve şeffaflık ilkelerini korumak açısından bu tür bir onarım gereklidir.

    “Çevrim İçi Terapötik Tutum [Webside Manner]”

    Webside manner terimi (Ruble, Romanowicz, Bhatt-Mackin, Topor & Murray, 2021), terapistin sanal ortamda hastaya yönelik tutumunu ve yönelimini ifade eder. Bu bağlamda, sanal psikodinamik terapi tekniğine ilişkin dört temel unsuru ele alıyoruz: sessizlikler, göz teması, terapistin duygusal ifadesi ve empatik iletişim.

    [Webside manner” terimi, özellikle sağlık hizmetlerinin dijital ortamda sunulmasıyla birlikte ortaya çıkan bir ifadedir. Geleneksel tıpta kullanılan “bedside manner” (doktorun hastayla yüz yüze iletişim tarzı, yaklaşımı, tutumu) kavramının dijital versiyonudur.

    Webside manner, bir sağlık profesyonelinin (örneğin bir doktor, psikolog, terapist) çevrimiçi (online) bir ortamda danışanla veya hastayla kurduğu iletişim tarzını, dijital ortamda empati, ilgi, açıklık ve güven gibi unsurları ne kadar etkili şekilde yansıttığını ifade eder.]

    Sessiz, içe dönük ve reflektif bir anı çevrimiçi ortamda korumak, çoğu zaman yüz yüze terapidekinden daha zor olabilir. Yüz yüze terapi, iki bedenin aynı odada bulunmasından kaynaklanan daha bütünlüklü bir “bir aradalık” hissi sunar ve bu daha zengin sözel olmayan deneyim, hastayı taşır ve sessizliği daha güvenli ve daha az kaygı verici hâle getirir. Oysa sanal ortamda sessizliğe yüklenen diğer rahatsız edici anlamlar -onaylamama, reddedilme, faydasızlık, talepkârlık gibi- çok daha kolay yüzeye çıkabilir. Terapist, çoğu zaman hastanın çağrışımlarının nereye varacağını beklemek yerine bir şey söyleme ya da soru sorma dürtüsüne kapılmaktan kaçınmalıdır.

    Terapist, sessizliği kullanırken bilinçli olmalıdır. İlk birkaç kez, sakin ve sabırlı bir şekilde bekleyip bir sonraki çağrışım için alan bıraktığınızda, ne yaptığınızı açıklamanız ve bunun hasta için nasıl bir deneyim olduğunu sormanız gerekebilir. Sonraki seanslarda, özellikle sanal ortamda, bu tür sessizliklerin rahatsız edici göründüğünü fark edebilir ve bunu dile getirebilirsiniz. Yüz yüze terapide bile bu tür açık çerçevelemeler ve güven verici açıklamalar zaman zaman gerekli olabilirken, çevrim içi terapide bunlara daha da fazla ihtiyaç duyulur. Bu açıklamalardan sonra, terapist hastada neler olup bittiğini ve bu deneyimin onun için nasıl hissettirdiğini merak ederek keşif sürecine devam edebilir. Yapılabilecek tek hata, bu sessizliklerin oluşmasına izin vermemektir.

    Peki, sanal iletişimdeki ince göz teması bozulmasıyla nasıl başa çıkmalıyız? Göz teması, hassas bir konudur; çünkü bu konunun açılması genellikle hastada mahcubiyeti artırır ya da eleştirildiği hissini yaratır. Acı verici anılar ve duygularla temas hâlindeyken göz temasından kaçınmak yaygındır ve görülmek, çoğu zaman utanç duygusuyla birlikte gelir. Sanal seansta, hastanın göz temasını nasıl yönlendirdiğini belirtmektense, görülüyor olmanın kendisine nasıl hissettirdiğini sormak daha iyi bir yaklaşımdır. Bu soruyu empatik bir biçimde sormak; ilgi, merak ve kabul duygularını iletir ve hastanın kendi bakış açısına dair farkındalık geliştirmesine zemin hazırlar. Bu bağlamda, çevrim içi ortamda birbirine bakmanın yüz yüze bakmaktan nasıl farklı olduğuna dair -ne kadar ince olursa olsun- bir şeyler söyleyebilirsiniz. Bazı hastalar bu farkın bilincindedir; bazıları ise bunu hiç fark etmemiş olabilirler. Bu yönü farkındalığa taşımanın en iyi yollarından biri ise hibrit terapi aracılığıyladır; böylece hastaya, yüz yüze ve sanal seansların kendisinde ne gibi duygular yarattığını ve aralarındaki farkı nasıl deneyimlediğini sorabilirsiniz.

    Bazı terapistler, sanal seanslarda daha yüksek sesle konuştuklarını fark ederler -sanki teknolojinin aracılığını telafi etmeye çalışıyormuş gibi; tıpkı ortak bir dili paylaşmadığınız biriyle iletişim kurmaya çalışırken olduğu gibi. Bu bağlamda, terapistin duygusal ifadeleri sanal ortamda daha belirgin bir şekilde vurgulanmalıdır. Fisher ve arkadaşları (2021), terapistin yüz ifadelerini ve beden duruşundaki değişimleri bilinçli ve niyetli şekilde kullanarak anlayış ve empatiyi iletmesini önermektedir -özellikle yüz yüze terapiden video terapiye geçiş sürecinde. Bu yaklaşımın, terapisti güvenilir olarak görmekte daha fazla güçlük çeken “düşük epistemik güvene” sahip hastalar için özellikle faydalı olduğunu belirtmektedirler. Buna karşılık, “yüksek epistemik güvene” sahip hastalar için daha etkili olan yaklaşım; hastanın kişisel anlatısının yüz yüze ve sanal ortamlar arasında nasıl sürdüğü üzerine doğrudan bir konuşma yapılması ve hastanın sanal ortamı nasıl deneyimlediğine dair açık bir keşfin teşvik edilmesidir.

    Hastaların duygularını yansıtan ve onların duyarlılıklarını, yaşadıkları zorlukları -terapi süreci dâhil olmak üzere- kabul eden empatik yorumlar, sanal terapide yüz yüze terapiden bile daha önemlidir. Terapötik ittifakın gelişmesine yardımcı olmak için özellikle terapinin erken evrelerinde bu tür yorumların daha sık ve daha açık bir şekilde yapılmasını öneriyoruz. Bu, hastaya anlaşıldığını hissettirmenin yanı sıra, sanal ortamın mesafe yaratabilecek doğasına karşı bir köprü kurar ve ilişkinin duygusal derinliğini güçlendirir.

    Genç, cisgender, heteroseksüel bir Lübnan kökenli Amerikalı erkek hasta, sessiz kaldığında yüzünde sıklıkla sabit, hareketsiz bir ifade olurdu; bu, sanki bana dik dik bakıyormuş gibi hissettirirdi. Aile üyeleri ya da iş arkadaşlarıyla yaşadığı, kendini küçük düşürülmüş hissettiği ve ardından sözel olarak saldırganlaştığı etkileşimleri analiz ettikten sonra, sık sık uzun sessizlikler yaşanırdı. Zamanla, onun duygusal tepkiselliğinin, kötü niyetli motivasyonlar atfetme eğiliminin ve savunmacılığının kişilerarası gerilimlere katkıda bulunduğu netleşmeye başlamıştı. Bazen bunun farkında olsa da, çoğunlukla kendini mağdur hissediyor ve kendini korumaya alıyordu.

    Bu tekrar eden tema üzerine çalışırken, sessizliklerin anlamını merak ettim -acaba söylediklerim onu incitmiş ve eleştirilmiş mi hissettirmişti? Bana öfkelenmiş ve yorumlarıma pasif-agresif bir şekilde mi karşılık veriyordu? Yoksa duygularından kopmuş, tamamen başka bir şey mi düşünüyordu? Yüz yüze terapi olsaydı da aynı sahne muhtemelen gelişecekti ve aynı dinamiği keşfediyor olacaktık.

    Sorduğumda, genellikle dikkatinin, yetişemediği bir işle ilgili düşüncelere kaydığını söylüyordu. Ancak sanal terapide, onunla aynı odada olsaydım hissedeceğim kadar bağlantıda hissetmiyordum kendimi ve ne söyleyeceğimden daha az emin hissediyordum. Sessizliği sürdürmek, bir sonraki çağrışımını beklemek bana fazlasıyla yoksun bırakıcı gibi geldi ve bunun onun gözünde agresif bir duruş olarak algılanabileceğinden endişelendim. Öte yandan, ona tekrar tekrar ne hissettiğini ve düşündüğünü sormak da sanki gerekli olandan fazla çaba harcadığım bir durum gibi hissettiriyordu.

    Bu sahneleme, çevrim içi ortamda ele alınması daha zor bir hâl almıştı; çünkü hem inceydi hem de henüz sözelleştirilmemişti. Sanal terapideki o ince mesafe duygusu, terapist açısından durumu daha kafa karıştırıcı kılıyor, hasta açısından ise daha yüklü ve hassas hâle getiriyordu. Bu tür durumlarla başa çıkarken, yüz yüze terapide olduğu gibi aynı ilkeleri öneriyoruz: sabır, incelik, merak, deneysel yorumlar ve cesaretlendirici, umut dolu bir tutum.

    Terapist, sessizliklerin sürmesine izin verdi; bu durumu yorumlayarak, incinmişliği ve öfkesine dair yapılan yorumları duymanın zor olabileceğini ifade etti ve seansta hasta için bunun nasıl bir deneyim olduğunu merak ettiğini dile getirdi. Bu empatik yorum, sonrasında hastaya şu soruların yöneltilmesi için kapı araladı: Terapiste bakarken ne hissediyordu? Özellikle yoğun bakışının farkında mıydı? O anda terapistten ne bekliyordu?

    ÖZGÜN SORUNLAR

    Sanal terapide üç özgün teknik sorun ortaya çıkar: (1) yoğun utanç ve/veya travma öyküsü olan hastalarda yüz yüze terapi ile çevrim içi terapi arasında karar verme sürecinin yönetimi, (2) terapistin empatik uyum kurmakta yaşadığı kafa karışıklığı ve zorluk, (3) terapistin sanal hizmeti [virtual care] tercih etmesi.

    Derin bir utançla mücadele eden hastalar, sanal ortamda kendilerini daha rahat hissedebilirler. Görülme ve açığa çıkma duygusu -ki bu son derece acı verici olabilir- teknolojinin yarattığı mesafe sayesinde sıklıkla hafifler. Sanal terapide daha güçlü bir güvenlik ve korunma hissi olabilir. Buradaki soru şudur: Terapötik ilişki, bir değişim mekanizması olarak, sanal ortamda yüz yüze olduğu kadar etkili midir? Mevcut verilerin büyük bölümü, terapötik ilişkinin gücünde sanal terapide bir azalma olduğunu göstermemektedir (Norwood ve ark., 2018, 2021); ancak yapılan çalışmaların bu soruyu yanıtlayacak özgüllüğe ve güce sahip olup olmadığı belirsizdir. Bu konuda düşünmek ve bazı yüz yüze görüşmeler yaparak bunların etkisini test etmeyi göz önünde bulundurmak kesinlikle makul olacaktır.

    Jean, 50’li yaşlarının başında, cisgender bir lezbiyen kadın, panik bozukluğu ve evliliğindeki sorunlar nedeniyle terapi almaktaydı. Babasıyla olan ilişkisinde fiziksel şiddet yaşamış ve genç bir kadınken cinsel saldırıya uğramıştı. Jean, sık sık eşi tarafından derin bir şekilde reddedildiğini hissediyor, küçük yanlış anlaşılmaları büyük hakaretler olarak algılıyor, eşiyle ilgili yoğun öfke ve intikamcı fantezilerle mücadele ediyor ve bu da kendisini suçlu ve kötü hissettiriyordu.

    Terapi, pandemi öncesinde yüz yüze başlamış, ardından bir buçuk yıl boyunca sanal terapiye geçilmişti. Jean, daha önce düzenli olarak yüz yüze seanslara katılmış, program esnekliğine sahipti ve COVID riski konusunda rahattı; buna rağmen yüz yüze terapiye geri dönmeyi reddetti. Nedenini açıklamakta zorlanıyor, evinde olmanın kendisini daha rahat hissettirdiğini söylüyordu. Jean, bu duygusuyla, travmatik anıları tetiklendiğinde yaşadığı fiziksel güvenlik korkuları arasında bir bağ kurmuştu.

    Terapist, Jean’i yüz yüze seanslara dönmesi konusunda fazla ısrarla teşvik etmekten rahatsızlık duyuyordu; çünkü genel olarak terapi süreci iyi gidiyor gibi görünüyordu -seanslarda yeni materyaller ortaya çıkıyor, bir anlık yaşantı ve kendiliğindenlik duygusu hissediliyordu ve hasta kendini daha iyi hissediyor, daha seyrek tetikleniyordu. Ayrıca, Jean’i daha aktif bir şekilde ofise dönmeye teşvik etmek, fazla buyurgan [preskriptif] bir müdahale gibi duruyordu.

    Terapist, Jean’in ofiste daha iyi ilerleyebileceği yönündeki sık tekrarlayan düşüncenin henüz netleşmemiş bir tür sahneleme olup olmadığını ya da sanal terapiyi tercih etmesinin terapötik ilişkiden savunmacı bir kopuş olarak doğru şekilde mi algılandığını merak ediyordu. Belki de bu tercih, özellikle Jean’in travma geçmişi ve çevresi üzerinde kontrol sahibi olma yönündeki tercihi göz önüne alındığında, makul ve pragmatik bir karardı.

    Her terapide, terapist hasta ile birlikte, hem hastanın hem de terapistin geçmişini ve içsel çatışmalarını yansıtan bilinçli ve bilinçdışı bir sahneleme içine girer. Her hasta, terapistle birlikte olmak ve ilişki kurmak isterken aynı zamanda kopmak ve kendini korumak da ister. Travma öyküsü olan ve belirgin utanç duyguları taşıyan hastalarda bu kopma arzusu özellikle güçlüdür ve eğer sanal terapi onlara ihtiyaç duydukları çalışmayı yapabilmeleri için güvenlik ve rahatlık hissi sağlıyorsa, bu bir avantajdır ve yüz yüze terapiden gerçek anlamda üstün bir yönüdür. Ancak eğer sanallığın getirdiği kopukluk, onları daha derin anılarını ve duygularını hissetmeye ve ifade etmeye cesaretlendirecek yoğun kişisel temastan yoksun bırakıyorsa, bu durumda sanal terapi hastanın ilerleme potansiyelini sınırlandırabilir.

    Bu konuyla ilgili verilerin yetersizliği nedeniyle, bu tür meseleleri olan hastalar için hangi terapi formatının daha iyi olduğuna dair genel geçer bir öneride bulunamıyoruz. Bunun yerine, bu sorunun terapist ile hastanın birlikte ele alması gereken bir mesele olduğunu düşünüyoruz. Eğer tercih edilen format sanal terapiyse, terapist bu konuyu gündeme getirebilir ve hastayı sanal terapinin deneyimi üzerine düşünmeye teşvik edebilir. Zaman zaman yapılan yüz yüze seanslar, yüz yüze ve sanal arasındaki fark üzerine düşünme fırsatı sunar. Travmatize bireylerin tedavisinde güvenlik ve güçlendirme odaklı bir yaklaşım esas olduğundan, hastanın bu kararı terapistin desteği, cesaretlendirmesi ve içgörü kazandırmasıyla birlikte kendisinin vermesi, muğlak duygular beslediği bir öneriyi takip etmesinden çok daha sağlıklı olacaktır.

    Sanal terapide karşılaşılan ikinci özgün sorun, terapistin hastayla ilgili ne olup bittiğini tam olarak anlayamaması ve hastanın duygularıyla empati kurmakta zorlanmasıdır. Bu durum terapide sıkça görülür ve hem terapist hem hasta bu belirsizliği tolere etme sabrını göstererek birlikte çalışmalı ve zamanla daha fazla açıklık kazanmalıdır. Ancak bazen sanal format, hastayı gerçekten tanımak için bir engel gibi hissedilir -ve bazı durumlarda, bu muhtemelen gerçekten de böyledir.

    Bu durumda birkaç yaklaşım öneriyoruz. Hibrit terapi -ya da en azından belirli aralıklarla yüz yüze görüşmeler içeren sanal terapi- hastayı “iki farklı açıdan” görmeyi mümkün kılar ve bu, terapistin hastanın ne hissettiği ve neyle mücadele ettiğine dair daha net bir anlayış geliştirmesine yardımcı olabilir. Hem hastaların hem de terapistlerin bu yaklaşımı tercih ettiğine dair bazı bulgular da vardır (Leuchtenberg ve ark., 2022). Duygulanım belirtilerine özel dikkat göstermek, mikro jestlere daha yakından odaklanmak ve terapistle olan ilişkide “şimdi ve burada”ya yönelik dikkati artırmak, bu güçlüğün aşılmasına katkı sağlayabilir.

    Üçüncü özgün durumda ise terapist, yalnızca sanal terapi yapma yönünde kişisel bir karar almıştır. Bu karar sağlık nedenlerine, kişisel konfor tercihlerine ya da sadece bireysel beğenilere dayanabilir. Pandemi sırasında birçok terapist ofislerinden vazgeçmiş ve onlara artık ihtiyaç duymadıklarını fark etmiştir; ayrıca pek çoğu sanal çalışmanın yaşam tarzlarına daha uygun olduğunu görmüştür. Bu terapistler, etkili bir terapi sunduklarını düşünmekte ve bunu, sundukları terapi türü ya da çalıştıkları saatler gibi geçerli ve meşru bir uygulayıcı tercihi olarak görmektedirler.

    Pek çok hasta, ya sağladığı pratik kolaylık nedeniyle ya da psikodinamik nedenlerle sanal terapinin kendileri için iyi işleyeceğini düşünür; ancak bu kararın tüm sonuçlarının farkında olmayabilirler. Bazı hastalar sanal terapiyle başlar ve sonradan yüz yüze görüşmelere geçmek istediklerini fark ederler -belki terapistle fiziksel olarak bir arada olmanın deneyimini arzularlar, belki de başta önemli görünen “kolaylık” faktörünün o kadar da belirleyici olmadığını anlarlar ya da belki bu onların terapiyle ilk deneyimidir ve neyi tercih edeceklerine dair başlangıçta net bir fikirleri yoktur.

    Hastaların kendileri için en iyi olan seçimi yapabilmelerini sağlamak, hem klinik hem de etik açıdan terapistin sorumluluğudur. Bu nedenle, bu konunun açık tutulmasını ve terapistin hastanın duygularını keşfetmesine, yüz yüze görüşme isteğinin olası anlamlarını araştırmasına alan tanımasını öneriyoruz. Eğer yüz yüze terapinin gerçekten hastanın ilerlemesini daha çok kolaylaştıracağı düşünülüyorsa, bu sonucun desteklenmesi ve hastanın bu olanağı bulması için cesaretlendirilmesi önemlidir -özellikle de terapötik ilişki henüz gelişmeden önce, yani ayrılmanın daha zor hale geleceği bir aşamaya gelmeden önce.

    ÖZET

    Telepsikoterapi, psikodinamik terapi için değerli ve pratik bir formattır. Etkili teknolojiler, pandemi dönemindeki koşullar ve hem hastaların hem de terapistlerin tercihleri sayesinde önemli ölçüde yaygınlaşmıştır. Telepsikoterapinin etkinliğine dair güncel ampirik çalışmalar ve daha önceki telefonla terapi çalışmalarını tamamlayan veriler, benzer tedavi sonuçlarına ve tedaviye erişimde azalmış engellere işaret etmektedir. Tedavinin yüz yüze mi yoksa sanal mı olacağına hastanın mı yoksa terapistin mi karar vereceği, her iki tarafın fiziksel konumları ve teknolojinin etkisi gibi önemli sorular bulunmaktadır. Bu bölümde, sanal ortamda psikodinamik terapi tekniğine ilişkin olarak sessizlikler, göz teması, terapistin ses tonu ve yüksekliği, empatik uyum gibi konulara ve sanal psikoterapide ortaya çıkan bazı kendine özgü teknik meselelere dair öneriler sunduk.

  • Psikodinamik Terapi ve Diğer Terapiler (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir acıdan yalnızca onu tam anlamıyla ifade ederek kurtulabiliriz.

    -Marcel Proust

    Bu bölümde, psikoterapi tarihinin genel akışını özetleyerek pragmatik modelimizin bağlamını anlamaya yardımcı olmayı amaçlıyoruz. 20. ve 21. yüzyıldaki ana terapi ekollerine genel bir bakış sunuyor ve her bir psikoterapinin şu üç temel unsura nasıl vurgu yaptığını ele alıyoruz: 1) Biliş [cognition] mi yoksa duygu [emotion] mu ön plandadır? 2) Teknik [technique] mi yoksa ilişkiye [relationship] verilen önem mi daha baskındır? 3) Hastanın yaşamına dair anlatının [narrative] gelişimi ne ölçüde desteklenir? Ayrıca, bireysel hasta dinamiklerinin formülasyonunda kullanılan dili şekillendiren beş ana psikanalitik kuramı ayrıntılı bir şekilde ele alıyoruz. Son olarak, bilişsel davranışçı terapi (BDT) ile psikodinamik psikoterapiyi karşılaştırarak aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları açıklıyoruz.

    PSİKANALİZ

    Psikanaliz, dürtülerin [drive] merkeziliği, bilinçdışı çatışma [unconscious conflict] ve fantezi [fantasy] kavramları üzerine kurulmuştur. Bu modele temel oluşturan diğer önemli fikirler şunlardır: Gelişimsel bakış açısı [developmental perspective], yani hem normal hem de patolojik gelişim süreçlerinde yaşanan mücadelelerin psikolojik yapıyı şekillendirmesi; psikolojik semptomların, içsel çatışmalara yönelik nevrotik çözümler [neurotic solutions] olduğu anlayışı. Freud, her ne kadar kapsamlı bir biyolojik teori geliştirmeyi arzulamış olsa da, histeri üzerine yaptığı çalışmalar, gözlemlediği klinik fenomenlerin biyolojik bir haritayla açıklanamayacağını ona gösterdi. Bunun yerine, psişik bir harita geliştirdi.

    Ne biyoloji ne de bilinçli farkındalık, hastaların semptomlarını açıklayabildiği için Freud, dinamik bilinçdışının [dynamic unconscious] varlığını öne sürdü. Bilinçdışını erişilebilir kılmak amacıyla, hastaların kanepeye uzanmasını, günlük seanslara birkaç ay boyunca devam etmesini ve serbest çağrışımı teşvik ederek akıllarına gelen her şeyi söylemelerini istedi. Freud’un yaklaşımı genellikle soğuk, anonim bir terapist figürü, yalnızca serbest çağrışım yapan bir hasta ve çatışmaların acımasızca yorumlanması şeklinde karikatürize edilse de, erken dönem psikanalitik uygulamalar bundan oldukça farklıydı. Gerçek uygulama, sıcak, kişisel ve hatta bugünün standartlarına göre aşırı ilgiliydi. Öneri ve destek, terapötik sürecin yaygın bir parçasıydı. Hastalar, Freud ile yürüyüşe çıkar, zaman zaman birlikte yemek yer ve hatta tatile bile giderlerdi.

    Bilimsel bir dil ve mekanik metaforlarla çerçevelenen klasik psikanalitik teknik, katarsis/arınma [catharsis] ve duygusal ifadenin önemini vurgulamış ve bunu içgörü kazanımıyla birleştirmeye çalışmıştır. Bu yaklaşımda, içgörüyü artırmaya yönelik teknikler ön planda tutulmuş ve analist ile hasta arasındaki gerçek ilişkinin ikincil öneme sahip olduğu düşünülmüştür. Hasta ve analist, hastanın erken dönem ve mevcut yaşamına dair yeni bir tablo ve farklı bir anlayış oluşturmayı hedeflemiştir. Bu yeni içgörünün, hastanın yaşamındaki yeni hakikat [new truth] olarak kabul edilmesi amaçlanmıştır.

    Psikanaliz, yalnızca duygulara değil, aynı zamanda düşüncelere ve anlamaya da büyük önem verir. Hem iyi tanımlanmış bir yöntemdir hem de hasta için yeni bir ilişki deneyimi sunar. Anlatılar psikanalizde merkezi bir role sahiptir, ancak genellikle oluşturulan hikâyenin tarihsel bir yeniden yapılandırmaya dayandığı ve gerçek olduğu varsayılır. Bazı analistler, biliş ve içgörüye daha fazla odaklanırken, bazıları ise hastanın terapistle kurduğu yeni ilişki deneyimine öncelik verir.

    Psikanalitik düşünce, sonraki 75 yıl içinde beş ana ekole ayrılmıştır. Bu psikanalitik düşünce okulları şunlardır: ego psikolojisi [ego psychology], nesne ilişkileri [object relations], kendilik psikolojisi [self psychology], zihinselleştirme/mentalizasyon [mentalization], ilişkisel [relational] psikanaliz. Bu beş ekol, geçmişte ve günümüzde psikopatolojiyi anlamaya yönelik temel fikirleri oluşturur. Her biri, kendine özgü varsayımlar, gözlemler ve terminoloji içeren, makul ancak kesin olarak kanıtlanmamış dünya görüşleri sunar. Bir araya geldiklerinde, bireyin yaşamını anlamak için zengin ve çok boyutlu bir bağlantı ağı sağlarlar. Klinik deneyimlerimiz, temel psikodinamik problemlerin “en iyi” çok boyutlu bir perspektifle kavranabileceğini göstermektedir. Bununla birlikte, her problem ve her hasta için bir veya iki psikanalitik modelin daha iyi uyum sağladığı görülmektedir. Bu bölümde, bu beş modeli ele alarak her biri için kısa özetler sunacak ve ardından psikanalitik model ile 20. ve 21. yüzyıllarda gelişen diğer psikoterapi yaklaşımlarını karşılaştıracağız.

    Bu kuramların her biri, sizde hem profesyonel hem de kişisel düzeyde bir etki bırakabilir ve bazıları sezgisel olarak size daha doğru gelebilir. Tıpkı hastalarınızda olduğu gibi, bu tür bir yakınlık, büyük olasılıkla kendi geçmişiniz, kişisel ve gelişimsel deneyimleriniz ile entelektüel yolculuğunuzla bağlantılıdır. Çoğu insan, belirli bir psikanalitik kuramla karşılaştığında ve onun sunduğu derin anlayışla rezonans kurduğunda, psikodinamik psikoterapiye ilgi duymaya başlar. Ancak, bu kuramlar ne kadar araştırmacı ve düşündürücü olsalar da, hızla aşırı karmaşık, anlaşılması güç ve girift hale gelebilir. Öğrenciler genellikle yalnızca bir kuramı benimseyip onun üzerinden ilerlemeyi tercih ederler. Oysa bizim yaklaşımımız daha hasta odaklıdır: Her temel psikodinamik problem, en iyi bir (ve bazen iki) kuramla anlaşılır. Bu kitapta, altı temel psikodinamik problemi ve her biriyle en iyi örtüşen kuramları Bölüm 5 ve 6’da ayrıntılı olarak ele alıyoruz.

    EGO PSİKOLOJİSİ

    Ego psikolojisi [ego psychology], psikanalizin saygınlık kazanmasını sağlayan klasik kuramdır ve özellikle Kuzey Amerika’da güçlü bir şekilde yerleşmiştir. Bu kuram, içsel çatışma, bilinçdışı ve sürekli olarak dışavurum arayan dürtüler gibi teorik kavramlara odaklanır. Bu kavramlar, psikanalizin yaratıcı kaynağını oluştururken, aynı zamanda determinist ve indirgemeci yaklaşımı nedeniyle eleştiri ve mizah konusu da olmuştur. Bu modele göre, zihin şu üç temel bileşenden oluşur: 1) Dürtüler (seksüel ve saldırgan itkiler). 2) Bu dürtülere vicdan veya süperego tarafından verilen tepkiler. 3) Egonun, dürtüler, süperego ve dış gerçeklik talepleri arasında aracılık etme, önceliklendirme, planlama ve uzlaşma çabaları. Bu bakış açısına göre, tüm düşünceler, hisler, fanteziler ve davranışlar, bu çelişkili taleplerin karmaşık etkileşimi ve bunları çözme girişimleri sonucunda şekillenir. Ego psikolojisinin en önemli katkısı, çatışma [conflict] ve uzlaşmanın [compromise] evrenselliğini vurgulamasıdır. Ancak, bireyi yalnızca dürtü tatmini peşinde koşan bir organizma olarak görmesi, kuramın en büyük zayıflığı olarak kabul edilir.

    Süperego [superego], zihnin vicdanı temsil eden yönüdür; yani, yasaklarla, kurallarla ve neyin yapılmasının uygun olmadığıyla ilgili içsel düzenlemelerle ilgilidir. Düşünceler, hisler ve davranışlar yasaklanabilir ve bu durum suçluluk ve utanç kaynağı olabilir. Dürtüler ile süperego arasındaki çatışmalar oldukça yaygındır ve bu çatışmalarla başa çıkmak için bastırma [repression], yer değiştirme [displacement] ve yüceltme [sublimation] gibi savunmalar [defense] kullanılır (Freud, 1926). Ego [ego], zihnin savunmaları uygulayan ve çatışmalara sürekli olarak çözümler geliştirmeye çalışan kısmıdır. Ego işlevi [ego function], bireyin esnek ve etkili bir şekilde uzlaşmalar yapabilme kapasitesini ifade eder. Ego, yalnızca dürtülerin ve süperegonun taleplerini değil, aynı zamanda dış gerçekliğin [external reality] gerekliliklerini ve sınırlamalarını da dikkate almak zorundadır (Freud, 1926).

    Ego psikolojisi, psikoseksüel gelişime [psychosexual development] de özel bir vurgu yapar. Oral, anal ve genital (ya da ödipal) evreler arasındaki ayrım, hem çatışmaların biçimini hem de içeriğini belirler. Bu modele göre, seksüel ve saldırgan dürtüler belirli bir sıraya göre gelişir ve bireyin deneyimlerini şekillendirir. Bu evreler, çözülmesi gereken gelişimsel meydan okumaları temsil eder. Örneğin: Anal dönemdeki bir çocuk, güçlü bedensel kontrol dürtülerini tatmin etme isteği ile ebeveynlerinin tuvalet eğitimi konusundaki taleplerine uyma zorunluluğu arasında bir denge bulmak zorundadır. Bu süreç, sevgi ve nefret, özerklik ve boyun eğme gibi rekabet eden hislerin çözümünü gerektirir. Ödipal dönemde, ebeveyne yönelik libidinal arzular, karmaşık suçluluk duygularına yol açabilir. Gelişimsel bir evrede karşılaşılan çözümlenmemiş problemler, bir fiksasyon/saplanma [fixation] ya da psikolojik bir yara [scar] bırakır. Savunmalar, bu çözümlenmemiş çatışmaları bastırmaya veya kontrol altında tutmaya çalışır. Ancak, bu gelişimsel yaralar, bireyin yaşamının ilerleyen dönemlerinde benzer durumlarla karşılaştığında kendini tekrar gösterir. Erikson’un (1964) çalışmaları, bu gelişimsel fikirleri yalnızca çocuklukla sınırlı kalmayıp, tüm yetişkin yaşam döngüsüne yaymıştır. Psikanalizde “türev [derivative]” terimi, büyük çatışmalardan kaynaklanan düşünceleri, hisleri veya davranışları ifade eder. Terapide sıklıkla bu türevler ele alınır ve çözümlenmeye çalışılır.

    Ego psikolojisi modeline göre, psikopatoloji, uzlaşma süreçlerinin etkili bir şekilde işlemediği durumlarda ortaya çıkar (A. Freud, 1936). Sağlıklı bir zihinsel yaşam, akıcı, tutarlı ve uyumlu zihinsel işleyişle karakterize edilirken, psikopatoloji tutarsız ve dengesiz bir içsel işleyişe benzetilir. Bu durum, katı ve cezalandırıcı bir vicdan [süperego], kontrol edilmesi zor dürtüler ve istikrarsız, işlevsiz davranış örüntüleri ile kendini gösterir. Bu perspektife göre, bireyin içsel çatışmaları sağlıklı ve dengeli bir şekilde çözebilmesi için egonun esnek, etkili ve uyum sağlayıcı bir işlev görmesi gereklidir. Ancak, ego işlevleri zayıf kaldığında veya savunma mekanizmaları yeterince başarılı olmadığında, birey psikopatolojik semptomlar geliştirebilir.

    Ego Psikolojisi
    İd, ego ve süperego, ayrıca cinsel ve saldırgan dürtüler psikolojik yapıyı oluşturur.
    Uzlaşma oluşumları, savunma mekanizmalarının ve semptomların gelişmesine yol açar.
    Psikoseksüel gelişim evreleri, bireyin gelecekte yaşayabileceği potansiyel çatışmaların zeminini hazırlar.

    NESNE İLİŞKİLERİ KURAMI

    Ego psikolojisi modeli, zihinsel aygıtı dürtüsel ihtiyaçları tatmin etmeye ve içsel-dışsal talepler arasında uzlaşma sağlamaya yönelmiş bir sistem olarak kavramsallaştırırken, nesne ilişkileri teorisi [object relations theory], yakınlık ve ilişkiler kurma ihtiyacının birincil önem taşıdığını öne sürer. Bu modele göre: Temel dürtü, seks ya da saldırganlık değil, tatmin edici ve yakın ilişkiler kurma arzusudur. Ego psikolojisinde aşk, cinsel dürtünün yüceltilmiş bir hali olarak görülürken, nesne ilişkileri kuramında seks, sevgi ilişkisinin yüceltilmiş bir formu olarak ele alınır. Yeni doğan bebek, fiziksel olarak beslenmeye muhtaçtır; ancak onun asıl arzuladığı şey yakınlıktır. Eagle (1984), bu teoriyi desteklemek için Harlow’un 1950’lerde maymunlar üzerinde yaptığı çalışmaları referans alır. Harlow’un deneylerinde, genç maymunlar, kendilerine yiyecek sağlayan tel “anneler” yerine, sıcak ve yumuşak kumaş kaplı “annelere” bağlanmayı tercih etmişlerdir. Bu bulgular daha sonra Bowlby (1958) tarafından bağlanma kuramında daha ileri düzeyde incelenmiştir. Nesne ilişkileri kuramına göre, ilişkiler, yaşattıkları doyumla ve hayal kırıklıklarıyla, bireyin psikolojik gelişimini ve işleyişini belirler. Winnicott (1953), Mitchell (1986) ve Kernberg (1975), bu kuramın önemli klinik katkı sağlayan isimlerindendir.

    Nesne [object] terimi, kulağa soğuk gelen bir kelime olsa da, burada bireyin ilgi ve dürtülerinin yöneldiği başka bir kişiyi ifade eder. Ancak, adı soğuk çağrışımlar yapmasına rağmen, nesne ilişkileri kuramı aslında oldukça sıcak bir yaklaşım sunar. Bu teori, hastanın erken dönem ebeveyn ve diğer bakımverenlerle olan deneyimlerini anlamaya odaklanır ve bu ilişkilerin nasıl içselleştirildiğini araştırır. Bu kurama göre: Erken çocukluk ilişkileri, bireyin dünyayı algılayış biçimini şekillendirir. Bireyin içselleştirdiği ilişkisel deneyimler, yaşam boyu kuracağı ilişkilerin temelini oluşturur. Tedavi sürecinde, hastanın erken ilişkilerinin nasıl içselleştiği ve bugünkü ilişkilerine nasıl yansıdığı incelenir.

    Şu anda gözlerinizi kapatıp annenizi düşündüğünüzde, zihninizde onun bir görsel temsilini canlandırırsınız. Ancak bu yalnızca bir görsel temsil değildir; bu görüntü, geçmişten gelen hisler, anılar ve düşüncelerle bağlantılıdır. Nesne ilişkileri kuramında, bu içsel temsile nesne temsili [object representation] denir. Çocuklar, bakımverenlerini zihinsel olarak içselleştirirler. Bu içsel imgeler, çocuk küçükken içeatım [introjection] olarak adlandırılır. Bu süreç, sanki başka bir kişi bütünüyle yutulmuş [gobbled] ve çocuğun zihnine yerleşmiş gibi düşünülebilir. Çocuk büyüdükçe içe atımlar, özdeşim [identification] haline gelir. Ebeveynin yalnızca görüntüsü ve ona dair hisler değil, aynı zamanda ebeveynin temsil ettiği değerler ve inançlar da içselleştirilir. Böylece, kişi ebeveynin yalnızca somut varlığıyla değil, onun zihninde bıraktığı soyut izlerle de ilişki kurmaya başlar.

    İntrojektler [introject: [ebeveynlerin fikir ve tavırlarını] farkında olmadan benimsemek], özdeşimlerden [identification] çok farklıdır. Eğer saldırgan, korkutucu ve istismarcı bir ebeveyn varsa, bir introjekt varlığını sürdürebilir. İçe yansıtılmış [introjected] ebeveyn neredeyse gerçekmiş gibi duyulur ve deneyimlenir, ancak kişinin zihninde sıkışıp kalmıştır. Sağlıklı bir ilişkide, introjekt bir özdeşime dönüşür. Özdeşim, daha yumuşak bir süreçtir; bunun bir örneği, kişinin kendisini babasına benzer hissetmesidir. Nesne ilişkileri kuramına göre, insanlar kaçınılmaz olarak önemli erken bakımverenlerle introjektler ve ardından özdeşleşmeler oluştururlar ve bunlar içimizde beslenme, tatmin, eleştiri veya suçluluk kaynakları olarak yaşamaya devam ederler.

    Sağlıklı nesne temsilleri [object representation], sevgi dolu yoldaşlar gibidir. Ancak, ciddi bir çatışma yaşandığında, nesne temsili ikiye bölünebilir: Sevgi dolu duygular ve algılarla yatırım yapılan bir iyi nesne [good object] ve nefret ile olumsuz algılarla yatırım yapılan bir kötü nesne [bad object] temsili. Nesne değişmezliği/sürekliliği [object constancy], gelişimsel bir kazanımdır ve önemli nesnelerin bölünmemesi, bu bireylere yönelik sevgi dolu ve saldırgan duyguların bütünleştirilip sentezlenmesi anlamına gelir. Bakımveren kişi yok olduğunda, çocuk bu kişiyi hatırlayabilir ve iyiliğin ve bakımın geri döneceğine dair güven duyabilir. Nesne sürekliliği, bireyin başkalarına güvenmesini sağlar. Nesne sürekliliğinin eksikliği ise bakımveren kişi yok olduğunda çocuğun kendini yalnız ve kaybolmuş hissetmesine neden olur; çünkü hatırlanan nefret ve olumsuzluk, sevgi ve şefkat anılarını bastırarak ön plana çıkar.

    Kendiliğin [self] istikrarlı bir temsiline sahip olmak da gelişimsel bir kazanımdır. Bu, kişinin hem kusurlarını hem de eksikliklerini kabul eden, ancak aynı zamanda en iyi yanlarını da içeren bütünleşmiş ve çok boyutlu bir kendilik tasavvurudur. Yoğun korku ve terk edilme duygularının ya da öfke ve saldırganlığın baskısı altında, öz-temsilin/kendilik temsilinin [self-representation] bölünmesi eğilimi ortaya çıkabilir; bu durum, bölünmüş nesne temsiline [split object representation] benzer bir süreçtir. Böyle bir bölünme, bireyin olumlu bir kendilik algısını korumasına olanak tanırken, aynı zamanda ilişkilerde değişken, işlevsiz ve uyumsuz tepkilere yol açabilir. Bu konuyu, 6. Bölümde terk edilme korkusunun temel problemi üzerine olan kısımda daha ayrıntılı bir şekilde ele alıyoruz.

    Nesne ilişkileri kuramı [object relations theory], zihinsel bir tiyatro sahnesinde oynanan bir oyun gibi, kendilik [self] ve nesneler [objects] arasındaki içsel etkileşimleri ve çatışmaları, ayrıca özdeşimleri [identifications] ve içeatımları [introjections] vurgular. Her yeni ilişki, eski sahneleri [scenes], eski etkileşimleri [interactions] ve eski hisleri [feelings] harekete geçirir. Bu oldukça kuramsal gibi görünse de, aslında hepimizin sezgisel olarak yaptığı gözlemlerle örtüşür: “O kişi bana babamı hatırlattı, bu yüzden rahatsız oldum ve doğrudan tepki verdim.”

    Ego psikolojisinin merkezî sorusu, “Çatışma nedir ve uzlaşma nasıl sağlanır?” şeklindedir. Nesne ilişkileri kuramının merkezî sorusu ise, “Hangi önceki ilişki tekrar ediliyor ve hangi kendilik ve nesne temsilleri harekete geçiyor?” şeklindedir. Nesne ilişkileri perspektifinden psikoterapinin amacı, hastaların bu eski ilişkilerle ilgili hislerine temas etmelerine ve bunların şimdiki zaman üzerindeki etkilerini fark etmelerine yardımcı olmaktır; bu süreç, hastanın daha kapsamlı, gerçekçi ve esnek bir kendilik ve ötekiler algısı geliştirmesine katkıda bulunur. Eski, katı ve kişi benzeri temsilleri yeni, esnek ve soyut özdeşimlere dönüştürmek temel hedeftir. 31 yaşındaki hemşire Beth’in hikâyesi, nesne ilişkileri diliyle anlatılmıştır. Terapistin kavramsallaştırması ve hastanın anlatısı, eski işlevsiz ilişkilerin tekrarı ve mevcut ilişkilerin eski içeatımları ve özdeşimleri harekete geçirerek acı veren duygulara ve işlev bozukluğuna yol açması (örneğin baba, erkek arkadaş, terapist) üzerinedir. Beth’in kendilik temsili ve nesne temsilleri çok önce şekillenmişti ve mevcut ilişkileri, geçmişteki bu deneyimleri tetikliyordu. Terapisi sayesinde Beth, geçmişini yeniden işleyip farklı bir şekilde yorumlayarak, eski özdeşimlerin bugünkü deneyimi üzerindeki etkisini azaltmayı başardı.

    Nesne İlişkileri
    Başkalarıyla ilişki kurma ihtiyacının ve ilişkilerle ilgili isteklerin önceliği
    İçeatımlar ve özdeşimler temelinde şekillenen kendilik ve ötekiler temsilleri
    İçsel nesne temsilleri (internal object representations) arasındaki çatışma

    KENDİLİK PSİKOLOJİSİ

    Eğer ego psikolojisi dürtüler, yasaklar ve savunmalar ile ilgileniyorsa ve nesne ilişkileri kuramı eski ilişkilerin içeatımlar ve özdeşimler biçiminde tekrarlanması üzerine odaklanıyorsa, kendilik psikolojisi [self psychology] de kendilik değerinin/öz-değerin [self-esteem] gelişimi ve sürdürülmesine odaklanır. Kohut (1971, 1977, 1984) ve sonraki katkı sağlayan araştırmacılar (örneğin, Baker & Baker, 1987) kendilik değerinin gelişimi ve sürdürülmesini yaşam döngüsünün ayrı bir gelişim çizgisi olarak tanımlamışlardır. Kohut, kendiliknesnesi [selfobject] kavramını, ebeveyn ile çocuk arasındaki ideal ilişki olarak tanımlamış ve bu ilişkinin optimal düzeyde empati [empathy] ve destek [support] içermesi gerektiğini vurgulamıştır. Kohut’a göre, narsisizm [narcissism], yeterli düzeyde kendiliknesnesi işlevinin [selfobject function] sağlanamadığı durumlarda ortaya çıkan bir sorundur; yani, büyümekte olan çocuk, yaşamın kaçınılmaz hayal kırıklıklarıyla [frustrations] başa çıkabilmesi için ihtiyaç duyduğu empatiyi alamadığında narsisistik sorunlar gelişir. Kendiliknesnesi ilişkisi [selfobject relationship], çocuğun aşırı hayal kırıklığı yaşamasını önleyerek, duygusal deneyimlerinin geçerliliğini destekler ve çocuğa bağımlılık [dependence] ile bağımsızlık [independence] arasında optimal bir denge sunar. Bununla birlikte, kendiliknesnesi ilişkisi, çocuğun belli bir düzeyde hayal kırıklığı yaşamasına da olanak tanır, çünkü bu tür deneyimler, yaşamın kaçınılmaz hayal kırıklıklarıyla başa çıkma becerisini geliştirmeye katkı sağlar. Kohut’un kuramında, sağlıklı kendilik değeri [healthy self-esteem], empati ve hayal kırıklığı arasındaki optimal dengenin sağlanmasıyla ortaya çıkar.

    Yeterli empati ve geçerlilik [validation] sağlanmadığında ya da çocuğun sorunları yönetmeyi öğrenmesine izin vermeyen aşırı empati söz konusu olduğunda, çocuk yoğun öfke, korku ve yetersizlik duygularıyla mücadele etmek zorunda kalır. Bu korkutucu deneyimleri içsel olarak kapsama [contain] ve modüle etme kapasitesinden yoksun kaldığında, kalıcı utanç [shame] duyguları gelişir. Öte yandan, aşırı koruma nedeniyle çocuk, güç, güven ve bağımsızlık geliştirmek için gerekli olan optimal düzeydeki hayal kırıklıklarını deneyimleyemez. Büyüklük sanrıları [grandiosity] ve elasyon/coşku [elation], çocuğun içsel olarak yaşadığı aşağılık ve utanç duygularına karşı bir tepki olarak ortaya çıkar ve bu, bozulmuş kendilik değerinin [impaired self-esteem] narsisizmde nasıl dışa vurulabileceğini gösterir.

    Kendiliknesnelerine duyulan ihtiyaç çocuklukta en yüksek düzeydedir, ancak bu gereksinim yetişkinlikte de devam eder ve yakın romantik ilişkilerde, samimi dostluklarda ve aile içindeki güçlü bağlarda kendini gösterir. Erken dönemde kendiliknesnesi işlevinde yaşanan sorunlar, bireyin ilerleyen yaşamında başkaları için bu işlevi yerine getirmesini zorlaştırır. Başka bir deyişle, derin bir empati deneyimlememiş birinin başkalarına empati göstermesi zor olabilir.

    Kendilik Psikolojisi
    Kendilik değerinin gelişimi ve sürdürülmesine odaklanma
    Çocuklukta kendiliknesneleri, optimal düzeyde hayal kırıklığı sağlayarak sağlıklı kendilik değeri düzenlenmesini destekler ve içsel bir canlılık ve varoluş hissi kazandırır
    Psikopatoloji, telafi edici büyüklük sanrıları ve hak görme [entitlement] ile ilişkilidir

    ZİHİNSELLEŞTİRME TEMELLİ TERAPİ

    Zihinselleştirme Temelli Terapi [Mentalization-Based Therapy], Anthony Bateman ve Peter Fonagy (2012) tarafından geliştirilmiş olup, psikolojik işlevselliğin merkezinde zihinselleştirme kapasitesinin bulunduğu fikrine dayanır. Zihinselleştirme, bireyin kendini ve başkalarını psikolojik varlıklar olarak görebilme ve deneyimleyebilme yetisi anlamına gelir; bu, bireyin duygulanımları, motivasyonları ve başkalarının öznel durumları ile davranışlarından etkilenme sürecini içerir.

    Zihinselleştirme ve zihin kuramı [theory of mind], otizm spektrum bozukluğunun kavramsallaştırılmasında temel bir yere sahip olan ve başkalarının deneyimleri üzerinden dünyayı görebilme yetisiyle ilgili üstbilişsel [metakognitif] kavramlardır. Ancak, zihinselleştirme, bu deneyimin duygulanımsal [affective] ve ilişkisel [relational] yönlerini vurgularken, zihin kuramında temel olarak biliş [cognition] ve niyet [intention] ön plandadır. Zihinselleştirme temelli terapi ve onu destekleyen kuram, zihinselleştirme kapasitesinin normal gelişimine ve bu gelişimi engelleyebilecek olumsuz deneyimlere odaklanır. Buna karşın, otizm spektrum bozukluğu, sosyal iletişimi destekleyen beyin bölgelerindeki nöroçeşitlilik kapasitesinin [neurodivergent capacity] bir sonucu olarak anlaşılmaktadır.

    Zihinselleştirme kuramı, bireyin kendi ve başkalarının motivasyonlarını ve deneyimlerini anlama kapasitesini geliştirmek için hangi deneyimlerin gerekli olduğunu sorgular. Sağlıklı ve karşılıklı ilişkiler, bireyin anlaşıldığını hissetme kapasitesini, başkalarını anlama ve bu anlayışının doğrulandığını deneyimleme yetisini ve duygularını içselleştirerek düzenleyebilme becerisini destekler; böylece, zihinselleştirme kapasitesinin gelişimine katkı sağlar. Bu süreç sayesinde, çocuk dünya ile ilişkisini anlamlandırabilir ve kendisini de anlamlandırabilir.

    Bozulmuş ve kopuk bakımveren ilişkileri, diğerlerinin anlaşılmaz tepkileri, çocuğun dünyaya dair deneyimlerinin geçerliliğinin tanınmaması ve doğrulanmaması, başkalarına yönelik karışık veya yanıltıcı anlayışlar, zihinselleştirme kapasitesinin gelişememesine ve dissosiyasyonun [dissociation] bir başa çıkma mekanizması olarak kullanılmasına yol açar. Travmatik deneyimler, zihinselleştirme kapasitesinin başarısızlığında patonomonik/hastalık teşhisine yarayan [pathognomonic] bir role sahiptir. Travmaya maruz kalan bireyin yaşadığı yoğun tehdit hissi, zulme uğrama ve/veya güçsüzlük deneyimi, kafa karışıklığı ve olayları anlamlandıramama hali, zihinselleştirmeyi imkânsız hâle getirir. Çocukluk çağı travması, zihinselleştirme kapasitesinin gelişimi önünde ciddi bir engel oluşturur ve bu yetersizlik yetişkinlik döneminde de devam eder.

    Bu terapinin temel amacı, zihinselleştirme kapasitesinin gelişimini sağlamak, böylece hastanın güvenlik hissi, kendini tutma/kapsama [self-containment: bir kişinin duygusal olarak kendi kendine yeterli olması, dışsal faktörlerden çok fazla etkilenmeden içsel dengeyi koruması] ve yakınlık [intimacy] deneyimleyebilmesine olanak tanımaktır; bu da dissosiyasyonun ve onun yol açtığı sonuçların artık gerekli olmamasını sağlar. Bu tedavinin bir diğer hedefi ise epistemik güvenin [epistemic trust: bir bireyin başkalarına bilgi verme ve onlardan bilgi alma konusunda güven inşa etme süreci] geliştirilmesidir; yani, bireyin başkalarının kendisi için anlamlı, genellenebilir ve faydalı bilgilere sahip olabileceğine duyduğu inanç.

    Zihinselleştirme temelli terapi, hem bilişsel hem de duygusal süreçlere odaklanarak algısal bozuklukları ve bunlara eşlik eden duyguları düzeltmeyi amaçlar. Bu yaklaşım, spesifik teknik müdahalelerden çok, terapötik ilişkiyi zihinselleştirme kapasitesinin gelişimi için bir araç olarak görmeye daha fazla önem verir. Terapi sürecinde gelişen yeni anlatı, öznel deneyimler etrafında şekillenir ve danışanın hem kendisinin hem de yaşamındaki diğer insanların neden belirli şekillerde hissettiğini ve davrandığını anlamasına yardımcı olacak şekilde örgütlenir.

    Zihinselleştirme
    Bireyin kendi öznel deneyimini ve başkalarının öznel deneyimlerini anlama kapasitesi
    Travma tarafından sekteye uğrayabilen bir gelişimsel kazanım, dissosiyasyon ve eyleme dökme [acting out] ile sonuçlanabilir
    Zihinselleştirme temelli terapi, hastanın zihinselleştirme kapasitesini geliştirmeyi amaçlar ve bunu, hastanın kendilik ve ötekilere dair mevcut deneyimlerinin açıkça geçerli kılınması ve doğrulanması yoluyla destekler

    İLİŞKİSEL PSİKANALİZ

    İlişkisel psikanaliz [relational psychoanalysis], 1980’lerde ilişkili ancak birbirinden farklı iki terapötik bakış açısını bir araya getirme çabası olarak gelişmiştir. Bu yaklaşımın erken savunucuları Greenberg ve Mitchell (1983) olmuş, ardından Aron, Renik, Stolorow ve Benjamin gibi yazarlar katkıda bulunmuştur. Şimdi ve burada gerçekleşen etkileşime gösterilen ayrıntılı dikkat, Harry Stack Sullivan, Frieda Fromm-Reichmann ve diğerleri tarafından temsil edilen kişilerarası psikanaliz [interpersonal psychoanalysis] geleneğinin bir parçasıdır ve terapötik ilişkinin kendine özgü doğasını, ayrıca hem analistin hem de hastanın kişisel katkısını vurgular. Bu perspektif, Freudyen “tek kişilik psikolojisinin” [one-person psychology] yalnızca hastanın intrapsişik yaşamına odaklanarak analistin kişiliğini, geçmişini ve hastayla etkileşim biçimini göz ardı ettiği algısına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İlişkisel psikanaliz, kişilerarası okulun analistin kişiliğine verdiği önemi, nesne ilişkileri modelinin içsel ilişki temsillerine odaklanmasıyla birleştirmeyi amaçlar ve hastanın zihinsel yaşamında ilişkilerin nasıl temsil edildiğine odaklanır.

    İlişkisel psikanaliz, terapötik ilişkinin birlikte inşa edilen [co-constructed] doğasına gösterilen dikkati, danışanın içselleştirilmiş nesne ilişkilerine verilen önemle birleştirerek “iki kişilik psikoloji [two-person psychology]” kavramı aracılığıyla bu sentezi gerçekleştirir. Terapötik ilişkide meydana gelen her şey, hastanın içselleştirilmiş nesne ilişkileri ile analistin içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin etkileşiminin bir ürünü olarak görülür. Bu ilişkinin tüm karmaşıklığıyla anlaşılması, terapinin temel odağıdır ve anlama ve değişimin yolunu açar.

    İlişkisel analistler, serbest çağrışımdan çok etkileşimin canlı deneyimine odaklanırlar; çünkü serbest çağrışım, analistin hem güçlü hem de ketum bir figür olduğu terapötik ilişkilerde iyatrojenik [iatrogenic: hekimin tedavisi sonucu, kazara ortaya çıkan] bir sonuç olabilir. Aron (1990) bu konuya ilişkin olarak şunları yazmıştır:

    İlişkisel, iki kişilik modelde merkezî olan kavram, hastanın çağrışımlarında ortaya çıkan görünüşte infantil isteklerin ve çatışmaların yalnızca ya da esas olarak geçmişten kalan izler olmadığı, bunların terapötik alana yapay bir şekilde dayatılmadığı, aksine, danışanın benzersiz, bireysel analistiyle – onun tüm kendine özgü, bireysel nitelikleriyle – yaşadığı gerçek etkileşimlerin ve karşılaşmaların yansımaları olduğu fikridir. (s. 475)

    Bu nedenle, ilişkisel analistler, dürtüler ve savunmalar arasındaki çatışmalardan ziyade ilişkilerdeki çatışmalara odaklanırlar. Teknik, terapötik süreçte her iki tarafın katkılarını ve hastanın önceki travmatik deneyimlerine yanıt olarak ortaya çıkan ince dissosiyatif belirtileri belirlemek amacıyla, an be an gerçekleşen etkileşime titizlikle odaklanmayı gerektirir. Danışanın analisti tanımaya ve onun öznelliğini keşfetmeye duyduğu ilgi, özel bir aktarım belirtisi olarak değil, terapötik sürecin doğal bir parçası olarak görülür (Aron, 1991).

    İlişkisel psikanalizin en önemli katkılarından biri, psikanalizde kendini açmanın [self-disclosure] rolüne duyduğu ilgi ve bu konudaki düşünsel yaklaşımıdır. Geleneksel olarak, aktarımı bozma potansiyeli taşıdığı ve hastaya duygusal bir yük getirebileceği gerekçesiyle kaçınılan kendini açma, ilişkisel psikanalizde uygun şekilde düzenlenmiş ve ölçülü biçimde kullanıldığında, gerçek ve anlamlı bir terapötik ilişkiyi teşvik etmek için gerekli bir unsur olarak görülmektedir.

    İlişkisel Psikanaliz
    Hastanın deneyimini anlamaya yönelik bir paradigma olarak iki kişilik psikoloji
    Terapötik ilişkinin, her iki tarafın katkısının anlaşılması yoluyla iyileştirici bir ilişkiye dönüşmesi
    Hastanın, analistin öznelliğine yönelik sağlıklı ilgisi, belirli bir düzeyde kendini açmayı uygun ve önemli kılar

    Beş temel psikanalitik kuram (Table 3.1’de özetlenen), geçmişte psikanaliz ve psikodinamik terapi hakkında bilgi edinmenin ana yollarıydı. Psikanaliz ve psikodinamik terapiyi öğrenmek, esas olarak bu kuramları öğrenmek anlamına geliyordu.

    Biz, kuramlar için daha sınırlı bir rol önermekteyiz. Her bir kuramın zihnin ve psikopatolojinin doğasını betimlemedeki derinliğini, karmaşıklığını ve zenginliğini kabul etmekle birlikte, her birini bireylerin sorunlarını ifade etmek için kullanılabilecek birer dil olarak görmekteyiz. Her kuram, belirli temel psikodinamik sorunları tanımlamada özellikle değerli bir işleve sahiptir. Örneğin, nesne ilişkileri ve ilişkisel modeller, terk edilme korkusunu yaşayan bireylerin deneyimlerini açıklamada uygun bir çerçeve sunarken, ego psikolojisi panik ve obsesyonelliği anlamada özellikle yararlıdır. Kendilik psikolojisi, düşük kendilik değerini açıklamada etkili bir model sunarken, zihinselleştirme, terk edilme korkusu ve travmanın tedavisinde özel bir role sahip olabilir.

    Tablo 3.1. Psikanalitik Teoriler

    Ego psikolojisiNesne ilişkileriKendilik psikolojisiZihinselleştirmeİlişkisel
    Anahtar
    terimler
    dürtü, süperego, savunma, ego işlevi, uzlaşma oluşumuözdeşim, içeatım, kendilik ve nesne temsillerikendiliknesnesi, kendilik değeri, narsisizm, görkemlilikzihinselleştirme, travma, dissosiyasyoniki kişi psikolojisi, terapötik ilişkinin birlikte inşası, kendini açma
    Çatışma modelidürtü-savunma çatışması, türevler, uzlaşma oluşumuiçselleştirilmiş nesne temsilleri arasındaki çatışma; bölme, yansıtma, içeatım gibi karakteristik savunmaların kullanımısağlıklı kendilik değeri elde etme mücadelesi, kayıp, bakımverenlerle yaşanan hayal kırıklığıdissosiye olmuş öfke duygusuyla mücadele, hüzün/keder, hayal kırıklığıhem hastanın hem de terapistin çatışmalarının terapötik ilişkide ortaya çıkması; hastanın çatışmalarının izole bir şekilde ele alınmaması
    Gelişimsel açıPsikoseksüel gelişimNesne değişmezliğiSağlıklı kendilikZihinselleştirme kapasitesiÖzgün kendiliği deneyimleme kapasitesi ve terapistin öznelliğinin farkında olma
    PsikopatolojiDürtüler arasında çatışma, süperego; işlevi sınırlayan uzlaşma oluşumlarının gelişimiBölünmüş kendilik ve nesne temsilleri, ilişkilerde kronik çatışma ve anksiyete, içsel çatışmayı yönetmek için ilkel savunmaların kullanımı, ilişkisel çatışmayı çözmeye yönelik işlevsiz girişimlerİlişkilerde büyüklük, idealleştirme ve değersizleştirme ile dönüşümlü olarak yoğun aşağılık ve kusurluluk duyguları; hayal kırıklığına tahammül edememeYeterince onaylanmayan ve geçerli kılınmayan erken dönem ilişkiler ve/veya travmalar, kişinin zihinselleştirme kapasitesinde bozulmaya yol açar; bunun sonucu olarak dissosiyasyon ve eyleme dökme ortaya çıkarKişilerarası ilişkiyi bozan acı verici duygulanımlar karşısında dissosiyasyon yaşanır
    Sağlık kavramıAnksiyeteyi en aza indiren, esnek işleyişe ve ihtiyaçların karşılanmasına olanak tanıyan etkili uzlaşma oluşumlarıNesne sürekliliği, çok yönlü kendilik ve nesne temsili, istikrarlı ve tatmin edici nesne ilişkileri, daha az çatışmalı özdeşleşmelerİyi öz-değer, güçlü bir atılganlık ve hayal kırıklığına karşı toleransKişinin kendi öznel deneyimini ve başkalarının deneyimlerini anlama kapasitesiBağlanma ihtiyaçlarının anlaşılmasıyla ilişkili, tatmin edici ve doyum sağlayıcı başkalarıyla ilişkiler, bilinçdışı kişiler arası örüntüler
    Psikoterapinin odak noktalarıÇatışmaların, savunmaların, uzlaşmaların açıklanması, daha etkili savunmaların ve uzlaşmaların geliştirilmesiKendilik ve nesne temsillerinin ve bunların çatışmalarının farkındalığı, bölünmüş nesnelerin artan entegrasyonu, daha tatmin edici ilişkiler ve daha az çatışmalı özdeşleşmelerTerapist ile kendilik-nesne ilişkisinin geliştirilmesi, öz saygının onarılmasına ve optimal empatik ilişki bağlamında yakınlık kapasitesinin artmasına olanak tanırHastanın şu andaki kendilik ve öteki deneyimlerinin açıkça doğrulanması ve onaylanmasıyla, terapötik ilişki de dahil olmak üzere ilişkisel deneyimlere odaklanmakBelirli içgörülere dikkat etmekten ziyade hasta ile gerçek anlamda iyileştirici bir ilişkinin geliştirilmesi

    KISA-SÜRELİ DİNAMİK PSİKOTERAPİ

    Psikanalizin en erken dönemlerinden itibaren, daha karmaşık kuramsal anlayışlara ve uzun süreli tedavilere karşılık olarak psikanalitik esinli psikoterapinin kısa ve öz tutulmasını savunan bir hareket ortaya çıkmıştır. Ferenczi (1926), Rank (1929) ve Alexander ile French (1946), bilinçdışı malzemenin keşfini hızlandırmak amacıyla terapide daha etkin bir duruş benimsenmesini öneren öncüler olmuşlardır. Ancak onların çabalarına rağmen, çoğu psikanalist ve psikodinamik klinisyen bu yaklaşımlara, kısa süreli dinamik terapileri daha uzun süreli psikanalitik tedavilere kıyasla aşağı görerek tepki göstermiştir.

    Malan (1976a, 1976b), Mann (1973), Sifneos (1979) ve Davanloo’nun (1980) çalışmalarıyla birlikte, kısa süreli psikodinamik psikoterapi değerli bir tedavi seçeneği olarak kabul görmeye başlamıştır. Malan, uygun olmayan yönlendirmelerin elenmesi ve deneme yorumları [trial interpretation] yoluyla dikkatli hasta seçiminin önemine vurgu yaparak, kısa dinamik terapinin belirli bir hasta alt grubu için etkili olabileceğini göstermiş ve terapistlerin bu yönteme ilgisini artırmıştır. Malan ve Sifneos, terapötik odağın [therapeutic focus] tanımlanması ve sürdürülmesinin önemini vurgulayan ilk isimler arasında yer almıştır.

    Sıklıkla kuramsal olarak karmaşık ve belirsiz biçimde tanımlanan psikanalitik modeli sadeleştiren Malan, iki üçgenle psikodinamik tedavinin özünü açık biçimde tanımlamıştır. “Çatışma üçgeni [triangle of conflict]”, savunma [defense], anksiyete [anxiety] ve altta yatan bir his [feeling] ya da dürtüye [impulse] karşılık gelen üç köşeden oluşur. İkinci üçgen olan “kişi üçgeni [triangle of person]” ise, bir köşesinde güncel kişilerle olan ilişkileri [relationship], diğer köşesinde terapistle olan ilişkiyi (aktarımın temsili olarak), üçüncü köşesinde ise geçmişteki önemli kişilerle (örneğin ebeveynlerle) olan ilişkileri barındırır.

    Malan’a (1979) göre terapistin görevi, hastanın savunma mekanizmaları aracılığıyla korumaya çalıştığı altta yatan his ve dürtüleri açığa çıkarmak ve bu savunmaların, bu hislerin yarattığı anksiyeteyi azaltmadaki işlevini açıklığa kavuşturmaktır. Malan, hastanın bastırılmış hislerinin ilk olarak geçmişte ebeveyn figürleriyle yaşanan ilişkiler bağlamında ortaya çıktığını ve o zamandan beri hastanın yaşamındaki diğer önemli kişilerle, terapist dâhil olmak üzere, ilişkilerinde sıkça yeniden yaşandığını ileri sürmüştür. Terapi sürecinde, hasta, kişi üçgeninde tanımlanan her bir ilişkide altta yatan dürtüleri ve hisleri anlamalıdır. Tipik olarak, içgörü [insight] önce güncel bir ilişki bağlamında (ya terapist ya da başka bir önemli kişiyle) kazanılır ve ardından bu içgörü, ebeveyn figürleriyle olan ilişkiye bağlanır. Crits-Christoph ve çalışma arkadaşları (1991), Malan (1976a, 1976b), Mann (1973), Sifneos (1979) ve Davanloo’nun (1980) çalışmalarını “geleneksel” kısa süreli dinamik terapi yaklaşımları olarak değerlendirmişlerdir.

    Abbass ve çalışma arkadaşları, Davanloo’nun (1980) çalışmalarını temel alarak geliştirdikleri yoğun kısa-süreli psikodinamik terapi [intensive short-term psychodynamic therapy] yaklaşımını çok çeşitli ve titizlikle tasarlanmış klinik çalışmalarda incelemişlerdir; bu çalışmalar tedaviye dirençli depresyon gibi alanları da kapsamaktadır (Town, Abbass, Stride ve Bernier, 2017; Town ve diğerleri, 2020). Bu kuşağın uzman klinisyen-araştırmacıları arasında yer alan diğer katkılar arasında, Diana Fosha’nın (2021) hızlandırılmış deneyimsel dinamik psikoterapisi [accelerated experiential dynamic psychotherapy], Hana Levenson’ın Hans Strupp ve Jeff Binder’ın (1984) çalışmalarını sürdürmesi ve George Silberschatz’ın Weiss ve çalışma arkadaşlarının (1986) geleneğine yaptığı katkılar bulunmaktadır.

    TEMEL ÇATIŞMALI İLİŞKİ TEMASI

    Temel Çatışmalı İlişki Teması – TÇİT [Core Conflictual Relationship Theme – CCRT] yöntemi, çalışmalarına anlamlı düzeyde araştırma desteği sağlanmış olan üçüncü kuşak klinisyen ve araştırmacılardan Lester Luborsky (1977) tarafından geliştirilmiştir (örneğin bkz. Leichsenring & Leibing, 2007). TÇİT yöntemi, hastanın sorunlarına ilişkin temel çatışmaları veya merkezi meseleleri formüle etmenin ve sistematikleştirmenin bir yoludur ve daha kapsamlı bir dinamik formülasyonun içine dahil edilebilir. TÇİT yaklaşımı, literatürde önemli ölçüde araştırma ilgisi görmüştür (bkz. Luborsky & Crits-Christoph, 1998).

    TÇİT merkezinde, hastaların diğer insanlarla olan etkileşimlerine dair kendiliğinden anlattıkları anlatılardan elde edilen veriler yer alır. TÇİT’nin üç bileşeni vardır: hastanın diğer kişiden ne istediği ya da arzuladığı (istek[wish]); diğer kişilerin buna nasıl tepki verdiği (başkalarının tepkisi [response of other] [BT-RO]); ve hastanın, yani “kendiliğin [self]” bu tepkilere nasıl karşılık verdiği (kendiliğin tepkisi [response of self] [KT-RS]). McAdams (1990) tarafından sunulan aşağıdaki TÇİT formülasyonu buna örnek olarak verilebilir:

    Bir adamın ilk anısı, annesinin kucağındayken, annesinin onu yere bırakıp küçük kardeşini kucağına almasıydı. Yetişkin yaşamı, başkalarının kendisine tercih edileceğine dair sürekli korkularla şekillenmişti; bu durum, nişanlısına duyduğu yoğun güvensizliği de içeriyordu.

    (s. 441)

    Bu adamın annesiyle yaşadığı erken dönem bir etkileşime dair öyküsel hatırasında [narrative recollection], ifade edilen istek “annenin sevgisini güvenli bir şekilde hissetmek istemek”tir; annenin tepkisi (ÖT) “reddetme”dir ve çocuğun bu redde verdiği tepki (KT) ise “güvensizlik”tir (Thorne & Klohnen, 1993).

    Not: Narrative Recollection ifadesi, özellikle psikodinamik terapilerde ve travma terapilerinde önemlidir. Danışanın yaşantılarını sadece bilgi olarak değil, anlamlandırarak ve anlatı kurgusu içinde yeniden yapılandırarak hatırlaması, içgörü kazanımı ve duygusal işlemleme açısından değerlidir.

    Hayatın en erken yıllarında ebeveyn figürleriyle yaşanan duygusal olarak yüklü etkileşimler (Bowlby, 1988) nedeniyle, TÇİT’ler dinamik karakter yapısının bileşenleri olarak kabul edilebilir (Wiseman & Barber, 2008; Wiseman & Tishby, 2021) ve formülasyon açısından oldukça önemlidir.

    TÇİT ve diğer kısa-süreli dinamik psikoterapiler, pragmatik yaklaşımımız üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir çünkü psikanalitik geleneğin temel özelliklerini damıtarak tedavinin bilişsel ve duygusal yönleri arasında bir denge kurar, hem teknikle hem de hastaya yönelik yeni bir ilişkisel deneyimle ilgilenirler ve açıkça yeni bir anlatının gelişimini önemserler (bkz. örn. Strupp & Binder, 1984). Kısa-süreli dinamik psikoterapiler ayrıca, en çok dikkat gerektiren problemlere odaklanmayı amaçlar; çünkü bu temel sorunlar üzerinde etkili bir şekilde çalışmanın bireyin daha sağlıklı bir gelişimsel yola geri dönmesini sağlayacağı anlaşılmaktadır.

    BİLİŞSEL-DAVRANIŞÇI TERAPİ

    BDT, hem davranışçı hem de bilişsel terapi yaklaşımlarını birleştirir ve hem biliş [cognition] hem de davranışta [behavior] değişimi vurgular. Skinneryen ve Pavlovcu davranış modelleri ile öğrenme kuramları, davranış terapisinin kuramsal temelini oluşturur; bu yaklaşım, anksiyete ve diğer hoş olmayan deneyimlerle başa çıkmak için kullanılan işlevsiz davranışsal stratejileri tanımlar. Bu modele göre, tedavinin odağı altta yatan bir durum ya da “hastalık [disease]” değil, semptomun kendisidir. Tedavi, bu işlevsiz davranışların sistematik olarak sökülmesini ve yerlerine daha etkili ve uyumlu davranışların konulmasını içerir. Öznel deneyimlerin ve davranışların ayrıntılı biçimde incelenmesi, yeni davranışların denenebileceği, öğrenilebileceği ve düzenli olarak uygulanabileceği tedavilerin tasarlanması için temel oluşturur.

    Davranış terapisi [behavior therapy], deneyim temelli bir tedavinin özüdür; çünkü değişimi mümkün kılan şey, bizzat yeni deneyimin kendisidir. Bu yaklaşımda yeni bir anlatı geliştirilmez; çünkü tedavi, düşünce ve hislerin anlamına odaklanmaz. Bu modele göre, yeni davranış, yeni düşünce ve duygudan önce gelir. Dolayısıyla davranış terapisi hem tekniğe hem de tedavi deneyimine vurgu yapar ve anlatı yoluyla anlama sürecini ikincil önemde görür.

    Davranış terapisi davranışın birincilliğini vurgularken, bilişsel terapi [cognitive therapy] bilişi merkeze alır. Psikodinamik bir bakış açısından bakıldığında, Aaron Beck ve arkadaşlarının (1979) bilişsel terapisi, ego psikolojisi geleneğini sürdürüyormuş gibi görünmektedir; çünkü insan doğasının “rasyonel” yönünü daha da vurgular ve “irrasyonel” karşıtını ikinci plana iter. Ancak Beck’e göre irrasyonellik bilinçdışı güçler tarafından motive edilmez; hatalı düşünmenin bir sonucudur ve düzeltilebilir. Ayrıca Beck, terapiye oldukça amaç odaklı bir yapı ve danışana yönelik açık iletişim gibi etkinlik ve şeffaflık unsurlarını eklemiştir. Terapi seanslarında ne yapmayı amaçladığını açıkça belirtir. Başlangıçta yalnızca depresyonun tedavisine odaklanmış ve hastaları aktif hale getirmek için keyifli etkinliklerin planlanması gibi çeşitli yararlı davranışçı müdahaleler içermiştir. Beck’in önemli katkılarından biri, kuramını sistematik araştırmalarla desteklemesi ve müdahalelerinin etkinliğini değerlendirmesidir. Günümüzde Beck’in bilişsel terapisi anksiyete bozuklukları, kişilik bozuklukları ve hatta şizofreni gibi alanlara da başarıyla uygulanmaktadır (Rathod, Kingdon, Weiden ve Turkington, 2008). Erken dönem psikanalizde olduğu gibi, bilişsel terapinin kapsamı da genişlemekte ve artık daha karmaşık ve zorlayıcı vakaları da içermektedir (J. S. Beck, 2005). Bu nedenle, tedaviler her zaman kısa sürmeyebilir.

    Bilişsel terapi, hislerin ve davranışların oluşumunda bilişlerin ve tutumların rolünü vurgulayarak psikodinamik gelenekten ayrılmıştır. Dahası, Beck bilişsel değişimin en iyi yolunun bireye yeni veriler sunmak olduğunu öne sürmüştür. Bilişsel terapinin standartlaştırılmış değerlendirme, sonuç ölçme ve eğitim teknikleri, psikoterapi alanında modern ampirizme öncülük etmiştir. Ampirik doğrulamaya verdiği önem sayesinde, bilişsel terapi hedefini ve yöntemlerini açık biçimde tanımlayabilmiş ve bu sayede çok çeşitli ruhsal durumlarda etkinliğini gösterebilmiştir. Psikodinamik psikoterapiyle karşılaştırıldığında, isminin de işaret ettiği üzere, bilişsel terapi psikoterapi sürecine daha bilişsel ve daha az duygusal bir anlayışla yaklaşır. Teknik odaklıdır; terapötik ilişki deneyimine daha az önem verir ve yeni bir anlatının gelişimiyle pek ilgilenmez.

    Eğer BDT’nin “birinci dalgası” Skinner ve davranışçılar, “ikinci dalgası” ise Beck ve onun bilişsel terapi formülasyonuysa, “üçüncü dalga” BDT; farkındalık, kabul odağı ve semptom azaltımının ötesinde, daha kapsamlı bir yaşantı zenginliği arayışını içeren daha geniş bir müdahale yelpazesini kapsar. Kabul ve kararlılık terapisi [Acceptance and Commitment Therapy] (Hayes, 2004), acı verici ve hoş olmayan duygularla yüzleşmeye, onları kabul etmeye ve yaşantıyı daha uyumlu ve tatmin edici kılacak biçimde işlevsel hale getirmeye sistematik olarak odaklanır. Diyalektik davranış terapisi [Dialectical Behavior Therapy] (Linehan, 2014), bireysel ve grup bileşenlerini içeren, akut sıkıntı ve intihar davranışlarına yönelik çeşitli teknikler sunar. Son olarak, şema terapisi [schema therapy]; BDT, psikodinamik ve Gestalt terapilerinin entegrasyonu olarak gelişmiş ve tedaviye dirençli hastaları hedeflemeyi amaçlamıştır (Young ve ark., 2006).

    Bu kitap boyunca BDT terimini, bilişsel terapi, davranışçı terapi, diyalektik davranış terapisi veya kabul ve kararlılık terapisi gibi alt başlıklar yerine bir şemsiye terim olarak kullanıyoruz; zira bu alandaki çalışmalar giderek bu yaklaşımların birleşimini içeren bir yapı halini almıştır. Örneğin, bazı çağdaş davranışçılar (bkz. Foa, 2011) maruz bırakma temelli müdahalelerini daha bilişsel bir dille yeniden formüle etmişlerdir. Dikkat çekicidir ki, bu daha geniş anlamdaki BDT hem bilişe hem de duyguya odaklanır; hem süreci hem de yeni yaşantıları vurgular; buna karşın, yeni bir anlatı geliştirme hâlâ bu tedavi modelinde büyük bir önem taşımaz.

    PSİKODİNAMİK PSİKOTERAPİNİN BİLİŞSEL TERAPİYLE KARŞILAŞTIRILMASI

    BDT, dinamik terapinin başlıca alternatifi olduğundan, iki yaklaşım arasındaki farkları ve benzerlikleri anlamak özellikle önemlidir. Ancak BDT çok çeşitli kuramları ve teknikleri kapsadığı için, dinamik terapiyi yalnızca bir BDT modeliyle -yani bilişsel terapiyle- karşılaştırmayı tercih ettik. Hem psikodinamik terapi hem de bilişsel terapi, acı verici duygulanımları azaltmayı, danışanın deneyiminde önceden belirsiz kalan yönleri ortaya çıkarmayı ve algıları daha doğru hale getirmeyi amaçlar. Ancak bu hedeflere ulaşma biçimleri oldukça farklıdır. Bu iki tekniği çeşitli alanlarda karşılaştırmaktayız (bkz. Tablo 3.2).

    TABLO 3.2. Psikodinamik ve Bilişsel Terapiler Arasındaki Karşılaştırma

    Bilişsel terapiPsikodinamik terapi
    Terapötik ilişki• İlişki nadiren tartışma odağıdır
    • Öğrenmeyi mümkün kılmak için ilişki gereklidir
    • İlişki, tartışmanın önemli bir odağı olabilir
    • Öğrenmeyi mümkün kılmak için ilişki gereklidir
    • Aktarımdaki örüntüler gözlemlenebilir
    • İlişki, düzeltici bir duygusal deneyimdir
    Odak• Otomatik düşünceler
    • Düşünceler ve bilişsel süreçler
    • Kendiliğe ve dünyaya dair temel inançlar
    • Şemalar
    • Semptomlar
    • Başkalarına ilişkin inançlar
    • Çağrışımlar
    • Hisler, motivasyon
    • İstekler ve korkular
    • Fanteziler, travmatik senaryolar, savunma mekanizmaları
    • Şimdiki ve geçmiş deneyimler, karakter ya da uzun süredir süregelen özellikler
    • Kişilerarası ilişki örüntüleri
    Ana teknikler• Otomatik düşünce ve şemaların belirlenmesi
    • Maruz bırakma (exposure)
    • İnançlara dair kanıtların değerlendirilmesi, ev ödevleri
    • Problem çözme, beceri geliştirme
    • Tekrarlayan örüntülerin araştırılması
    • Anlamın açığa çıkarılması
    • Savunmaların, dirençlerin, aktarımın yorumlanması
    • Anlama, derinlemesine çalışma
    Tedavi süreci• Odağı korumak için yüksek derecede yapılandırılmıştır
    • Şeffaf
    • Eğitici olup terapist açıktır
    • Daha az bilinçli materyale erişmek için daha az yapılandırılmıştır
    • Çekimserdir [abstinent]
    • Tedaviye dair minimal bilgilendirme yapılır
    Değişim mekanizmaları• Temel inançları değiştirme
    • Telafi edici beceri ya da stratejiler öğretme
    • Davranışları değiştirme
    • Öz-farkındalığı artırma
    • Derinlemesine çalışma, yeni algılar geliştirme
    • İlişkileri iyileştirme, yeni davranışları deneme
    Temel varsayımlar• Problemler = semptomlar
    • Semptomları ortadan kaldırmak = problemi ortadan kaldırmak
    • Bazen temel inançları değiştirmek gerekir.
    • Problemler her zaman semptomlar değildir
    • Çatışmaya uyumu geliştirmek çözümdür

    Hem psikodinamik hem de bilişsel terapilerde hastaların durumlarını nasıl anladıkları temel veriler olarak kabul edilir. Hastaların deneyimlerini nasıl algıladıkları, bu deneyimleri nasıl işledikleri ve onlara nasıl anlamlar yükledikleri, her iki yaklaşım için de merkezî önemdedir. Bilişsel terapist, temel inançların, bilişsel kuralların ve varsayımların tanımlanmasına ve bunların ürettiği tekrarlayıcı olumsuz otomatik düşüncelere odaklanır. Geleneksel psikodinamik terapist ise çağrışımlar, duygular, arzular, korkular ve fantezilerle çalışır; düşünceleri de dikkate alır fakat onları genellikle duygulara kıyasla ikincil olarak görür. Psikodinamik terapist için ilişkiler ve ilişkilere dair duygular en önemli unsurdur. Bununla birlikte, yukarıda da belirtildiği gibi, bazı dinamik modeller (örneğin kontrol-ustalık kuramı [control–mastery theory]) diğerlerine göre daha bilişseldir ve bazı terapistler bilişlere daha fazla vurgu yapar.

    Bilişsel terapide, terapötik ilişki hastanın öğrenmesini kolaylaştırmak için bir araçtır; başlı başına önemli bir odak değildir. “Bozuk değilse, onarma” ilkesine uygun olarak, bilişsel terapist terapötik ilişkiye fazla odaklanmaz, ancak ilişki tehdit altındaysa ya da patojenik inançlar bir kopmaya neden oluyorsa ilişkiyi ele alır. Beck, “işbirlikçi deneycilik” [collaborative empiricism] adını verdiği, iyi işleyen sürekli bir işbirliği sürecini önerir (Tee & Kazantzis, 2011). Psikodinamik terapist ise terapötik ilişkiye aktif bir ilgi duyar ve bu ilişkiyi merkeze alır. Terapötik ilişki, tekrarlayıcı ilişki örüntülerini gözlemlemek için bir fırsat sunduğu gibi, hastaya yeni bir ilişki deneyimi yaşama olanağı da sağlar.

    Bilişsel ve psikodinamik bakış açıları zihinsel yaşamın farklı yönlerine odaklanır. Bilişsel terapist otomatik düşünceler, bilişsel yapılar ve temel inançları görürken, dinamik terapist çağrışımları, duyguları, güdülenmeyi, istekleri ve korkuları görür. Bilişsel davranışçı terapide şemalar geçmişin mirasıdır ve algılar ile mevcut düşünceleri yönlendirerek semptomlara ve başkalarına dair inançlara neden olur. Buna paralel şekilde, psikodinamik terapide geçmişin bugünü etkileme aracı olarak fanteziler, çatışmalar ve savunmalar öne çıkar; bunlar karakter özelliklerini, tutumları ve ilişkileri belirler. Beth’in terapisti onun çağrışım yapmasına izin verir ve seansların yapısını hastanın duygu ve düşünce akışı belirler. Oysa bilişsel bir terapist zamanı daha yapılandırılmış biçimde organize edebilir, hastayı patojenik şemaları ve bunların otomatik düşüncelerdeki yansımalarını ortaya koymaya yardımcı olacak bir dizi etkinlikten geçirerek ona bu düşünceleri düzeltme becerisi kazandırmaya çalışırdı.

    Başlıca bilişsel teknikler, seans içeriğinde yansımasını bulan otomatik düşünceleri ve patojenik düşünce kalıplarını tanımlamak, davranışsal ödevler vermek ve üç sütunlu düşünce kaydı gibi özel anket formlarını kullanmaktır. Düşünce kalıplarının açığa çıkarılması, bunların doğruluğu ve gerçekliğinin değerlendirilmesini sağlar ve böylece etkilerini azaltır. Otomatik düşünce açığa çıktığında, bilişsel terapistler üç temel soruyu sorar: (1) Bu inancın kanıtı nedir?, (2) Duruma farklı bir açıdan bakmanın bir yolu var mı?, (3) Bu inancın olası sonuçları nelerdir? Bilişsel terapi aynı zamanda davranışsal teknikleri de içerdiğinden, davranışsal etkinleştirme görevlerinin verilmesi depresyonu azaltmaya yardımcı olurken, korkulan uyaranlara maruz bırakma teknikleri (duyarsızlaştırma, alışma ya da bilişsel yeniden yapılandırma yoluyla) anksiyeteyi azaltmak için kullanılır. Psikodinamik terapist ise acı veren duyguları araştırır ve bu duygulara eşlik eden düşünce, duygu, anı ve çağrışımları ortaya çıkarır; tekrar eden örüntüleri arar, bu örüntülerin anlamlarını ve tarihsel kökenlerini ortaya koyar. Terapötik çalışmanın amacı, tekrar eden patojenik bir senaryoyu direnç, savunma ve aktarımı yorumlayarak bilinçli farkındalığa çıkarmak ve böylece hastanın eski deneyimleriyle yüzleşmesini sağlayarak duygu, algı ve davranışta değişim yaratmaktır. Beth’in terapisi, tekrarlayan tehlikeli erkekler ve istismar deneyimleri içeren bir senaryoyu fark etmesi etrafında şekillenmiştir. Bu tekrar eden örüntünün farkına varmış ve bunun ilişkilerinde nasıl tekrarlandığını görmüştür. Bu farkındalık, Beth’in çağrışım ve anılarının gözlemlenmesiyle ve acı veren anılarını minimize etmeye yönelik savunma stratejilerini birlikte değerlendirmesi yoluyla elde edilmiştir. Bilişsel terapistler de bu tekrar eden örüntüyü hedef alabilir, ancak buna düşünce çarpıtmaları üzerinden ulaşır ve hatalı düşünceleri düzeltmek için bilişsel teknikler uygularlar.

    Bilişsel terapi, pragmatik psikodinamik psikoterapiye (PPP) kıyasla, görece daha yapılandırılmıştır ve terapötik süreç şeffaftır; tedaviye ilişkin açık bir eğitim içerir. Psikodinamik terapistler ise aşırı yapılandırmadan kaçınma eğilimindedir; bunun yerine, hastaların daha az bilinçli materyale ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla destek, empati, zaman ve alan sunmayı tercih ederler. Terapistin geleneksel çekimserliği [abstinence] ve tarafsızlığı [neutrality] bu süreci destekler. Psikodinamik tedavinin yöntem ve işleyişine dair çok az açıklama yapılmasının nedeni de budur. Beth’in terapisti, onun daha derin ve daha az rasyonel duygularını ifade edebilmesi için yeterince destek sağlamış; terapi açık uçlu ve yapılandırılmamış bir şekilde yürütülmüş, bu da bir miktar regresyona olanak tanımış ve aktarımın gözlemlenmesini kolaylaştırmıştır. Tedaviye ve kullanılan tekniklerin nedenlerine ilişkin daha az eğitim ve açıklama yapılmıştır -terapist ilişkinin doğal akışı içinde şekillenmesini istemiştir. Eğer Beth bilişsel terapide olsaydı, terapinin görevleri ve bunların gerekçeleri çok daha açık ve şeffaf biçimde belirlenmiş olurdu.

    Bilişsel terapide varsayılan birincil değişim mekanizması, temel inançların ve varsayımların değiştirilmesidir. Temel ya da yüzeysel inançlardaki değişikliklerin, duygularda ve bireyin kendisine ve başkalarına dair algılarında değişikliklere yol açtığı düşünülür. Bu inançları desteklemek amacıyla telafi edici beceri ve stratejiler de öğretilir (Barber & DeRubeis, 1989, 2001; Bruijniks, Los & Huibers, 2020) ve amaç, daha uyumlu ve doğru inançları güçlendirmektir. Genel olarak BDT’de semptomlar doğrudan problem olarak görülür ve bu semptomlar ortadan kalktığında ya da azaldığında problemin çözüldüğü kabul edilir. Ancak bazı BDT türlerinde ve bilişsel terapinin çoğu yorumunda (örneğin bkz. J. S. Beck, 2005), nüksü önlemek için altta yatan şemaların değiştirilmesi gerektiği savunulmaktadır. Psikodinamik psikoterapide değişimin temel mekanizması ise, kendilik ve başkalarıyla ilgili tekrarlayan örüntülere dair farkındalığın artırılmasıdır; bu da daha az acı veren duygulanımlara, daha uyumlu algılara ve başkalarıyla kurulan ilişkilerde yeni davranışlara (özellikle ilişkilerdeki iyileşmeye) yol açar. Buradaki problem, semptomlara yansıyan eski, kısmen bilinçdışı, tekrarlayıcı örüntülerin gücüdür ve bu örüntülerin uyumsuz etkisi azaldığında sorun çözülmüş olur; sadece semptomların azalması yeterli değildir. Dikkat çekici olan nokta, bilişsel terapideki değişimin şema değişimine bağlı olduğuna dair çok fazla ampirik kanıtın bulunmayışıdır (örneğin bkz. Barber & DeRubeis, 1989). Bilişsel terapide Beth büyük olasılıkla depresyon tanısı almış olurdu. Oysa psikodinamik terapide onun asıl problemi, yakın ilişkilerde tetiklenen, travmatik geçmişine dayalı yıkıcı duygulardı; bu duyguların çalışılması hem ilişkilerde iyileşmeyi sağlar hem de depresyondan kurtulmasına katkı sunar.

    KİŞİLERARASI PSİKOTERAPİ

    Kökenlerini Harry Stack Sullivan’ın (1947) kişilerarası psikanalitik perspektifinden [interpersonal psychoanalytic perspective] alan kişilerarası psikoterapi (KP) [interpersonal psychotherapy (IPT)] (Klerman, Weissman, Rounsaville ve Chevron, 1984), depresyonun psikoterapiyle başarılı bir şekilde çözülmesini öngören etkenlerin incelenmesiyle ampirik olarak geliştirilmiştir. KP, depresyonu nörobiyolojik bir yatkınlıkla birlikte yaşamsal rollerdeki geçişlerin esneklik ve uyum gerektirmesi sonucunda ortaya çıkan bir durum olarak kavramsallaştırır. Bu terapi yaklaşımı, depresyona dair psiko-eğitimi içerir ve başlangıçta depresyon için özel olarak tasarlanmıştır. Sonraki çalışmalar, kişilerarası terapinin travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), özellikle cinsel travma öyküsü bulunan bireylerde etkili olduğunu göstermiştir (Markowitz et al., 2015; Markowitz, Neria, Lovell, Van Meter ve Petkova, 2017).

    Bazı yaklaşımlar kişilerarası psikoterapiyi odaklı psikodinamik psikoterapinin [focused psychodynamic psychotherapy] değiştirilmiş bir biçimi olarak görürken, diğerleri onu özgün bir terapi formatı olarak değerlendirmektedir. Bu terapi biçiminin güçlü bir anlatı bileşeni vardır ve tüm hastalara aynı özgül anlatıyı sunar: Hasta bir hastalık (depresyon) yaşamaktadır ve bu durum hayatını pek çok olumsuz biçimde etkilemiştir. Hasta, yeni koşullara uyum sağlayabilmek için yasını tutması gereken kayıplar yaşamıştır. Kişilerarası psikoterapi, hem bilişsel hem de duygusal öğeleri içermekle birlikte, yeni deneyimsel yaşantılardan ziyade teknik unsurlara daha fazla vurgu yapar. Kişilerarası psikoterapi çerçevesinde Beth, depresyonunun nedenini biyolojik yatkınlığına ve erkek arkadaşıyla yaşadığı ayrılığa bağlayacak, yalnız kalmaya yönelik yeni bir uyum geliştirme süreci ise tedavinin temel odağı olacaktır.

    HÜMANİSTİK PSİKOTERAPİ

    Carl Rogers’ın (1959, 1961) geliştirdiği danışan-merkezli terapi [client-centered therapy], Milton Erickson’un kendine özgü psikoterapi tekniği (Erickson & Rossi, 1981), Gestalt terapisi [Gestalt therapy] (Greenberg & Watson, 2005; Perls, Hefferline & Goodman, 1951), yaşantısal terapi [experiential therapy] (Elliot, 2001) ve varoluşçu psikoterapiler [existential psychotherapies] (May, 1969a, 1969b; Yalom, 1980) gibi bireysel psikoterapötik tedavinin diğer modaliteleri önemli ilgi ve etkinlik üretmiştir. Duygu-odaklı terapi [Emotion-focused therapy] (Greenberg & Iwakabe, 2011), koşulsuz olumlu kabul, içtenlik ve empati gibi danışan merkezli ögeleri, duygusal süreci kolaylaştırmayı ve derinleştirmeyi amaçlayan yaşantısal müdahalelerle birleştiren süre sınırlı bir terapidir. Bu yaklaşımın amacı, hastaların duygusal yaşantılarının farkına varmalarını, bu yaşantıları kabul etmelerini ve anlamlandırmalarını sağlamaktır.

    Bu yaklaşımlar birçok uygulayıcıyı etkilemiş olmakla birlikte, kendi başlarına baskın yönelimler hâline gelmiş gibi görünmemektedir. Bazı fikirleri ise eklektik uygulamalara entegre edilmiş görünmektedir. Örneğin, terapistin empatisinin önemi ile hastaya içtenlik ve kabulle yaklaşma gerekliliği, danışan-merkezli terapinin önemli ve kalıcı bir mirasıdır. Esneklik ile etkin, ilgili ve neredeyse oyunbaz bir tutum ise Ericksoncu geleneğin teşvik ettiği bir yaklaşımdır. Benzer şekilde, Gestalt terapisi gibi yaşantısal terapiler, şu anda yaşanan deneyimin yoğunluğuna vurgu yapmış ve bazı terapistler tarafından terapide danışanın yaşantısına odaklanma biçiminde benimsenmiştir.

    SİSTEMLER KURAMI, ÇİFT TERAPİSİ VE AİLE TERAPİSİ: TEDAVİLERİN BİRLEŞTİRİLMESİ

    Sistem kuramı [systems theory] ve bu kuramın evlilik, çift ve aile terapisi üzerindeki etkisi, modern dönemde psikoterapideki önemli gelişmelerden birini temsil eder (Becvar & Becvar, 2017; Glick, Rait, Heru & Ascher, 2015). İşlevsizlik ve patolojinin yalnızca bireylerin içinde değil, insanlar arasındaki ilişkilerde yer aldığına dair farkındalık; tedavi yaklaşımlarının ailenin iç bağlantılarına ve ilişkilerine odaklanacak şekilde gelişmesine yol açmıştır: karşılıklı bağlanma stilleri (Johnson, 2017), iletişim biçimleri ve davranışların geri bildirim döngüleri (Gottman, 2016b). Bu yaklaşımlar, birincil tedavi yöntemi olarak ya da bireysel psikoterapilerle birlikte kullanılabilecek yeni ve güçlü araçlar sunar. Kültür, aileleri ve sistemleri anlamada kritik bir etkendir; bireyin yer aldığı daha geniş sisteme dikkatlice odaklanmak, iş birliği için daha geniş olasılıkları ve daha yaratıcı tedavi yollarını mümkün kılar. Tercih edilen aile/sistem yaklaşımına bağlı olarak, biliş ve duygunun her biri birincil odak noktası olabilir; hastanın tedavi deneyimi kadar, kullanılan özgül tekniksel yöntemler de önem taşır. Bu tedavilerde amaçlardan biri, aile sistemine dair yeni bir anlatı yapısı oluşturmaktır.

    GÜNCEL EĞİLİMLER

    Geçtiğimiz 100 yıl içinde psikoterapilerin geçirdiği evrimsel sürecin tarihçesi, psikodinamik terapinin konumunu anlamamıza yardımcı olur. Peki, gelecekte psikodinamik terapiyi şekillendirecek eğilimler nelerdir?

    Tanıya özgü psikoterapilere yönelik on yılı aşkın süredir devam eden eğilimin ardından -ki bu eğilim psikodinamik terapi (Keefe, McCarthy, Dinger, Zilcha-Mano & Barber, 2014), BDT (Foa & Rothbaum, 1998), depresyon için kişilerarası terapi (Markowitz ve ark., 2015), kronik depresyon için bilişsel-davranışçı analiz sistemi terapisi (CBASP) ve bütünleştirici bir bilişsel terapi (McCullough, 1999) gibi yaklaşımlar için güçlü sonuçların ortaya konmasına yol açmıştır- alan yeniden yön değiştirmiş ve tanılar arası [transdiagnostic thinking] düşünmeye daha fazla ilgi göstermeye başlamıştır. Gündemdeki temel sorular şunlardır: Psikoterapide değişimin mekanizmaları nelerdir ve bu mekanizmalar daha etkili tedavilerin geliştirilmesi ve hastaların uygun tedavilere daha iyi eşleştirilmesi amacıyla nasıl kullanılabilir? Bu sorular, “kişiselleştirilmiş tıp [personalized medicine]” ya da “bireye özgü psikoterapi [individually tailored psychotherapy]” kavramıyla da yakından ilişkilidir. Bu sorulara 10. Bölümde ayrıntılı biçimde değinilmektedir.

    Rutin sonuç izlemi [routine outcome monitoring], bir diğer önemli eğilimdir. Hastaların her seans öncesinde terapistlere kontrol listesi biçiminde geribildirim sunması, terapi sonuçları üzerinde belirgin düzeyde olumlu bir etki yaratıyor gibi görünmektedir. Bu durum, belirli tekniklerin belirli anlarda hastaların yaşantılarına uyarlanmasının terapi etkinliğini artırabileceğini düşündürmektedir. Bu heyecan verici bulgunun farklı tanılar arasında geçerli olması, psikoterapi teknikleri ve sonuçlarında transteorik [transtheoretical] ve tanılararası [transdiagnostic] etkenlere artan ilgiyi desteklemektedir.

    Pandemiyle ivme kazanan ve artık hem hastalar hem de terapistler tarafından coşkuyla benimsenen telepsikoterapinin [telepsychotherapy] yükselişi, bir zorunluluğun ürünüydü ve artık bu uygulamayla yaşamaya devam edeceğiz. Bu gelişme; terapiye erişim, güçlü bir terapötik ilişki kurmak için gerekli koşullar, beden dilinin önemi ve hem hastanın hem de belki de terapistin kişisel değil profesyonel alanlarda bulunmasının sınırları gibi pek çok ilginç soruyu gündeme getirmiştir. Bu sorular 13. Bölümde ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.

    Günümüz psikoterapisini tartışırken psikofarmakolojinin rolünü göz ardı etmek mümkün değildir. Her yeni psikofarmakolojik gelişme, zihne ve psikoterapiye dair düşünme biçimimizi ileri taşımıştır. Psikofarmakolojinin etkinliği ve sık kullanımı, psikopatolojinin temel doğası, hangi müdahale biçimlerinin daha etkili olduğu ve psikoterapi ile psikofarmakolojinin nasıl ve ne zaman birleştirilmesi gerektiği gibi soruları gündeme getirerek psikoterapi kuramı ve tekniğini sorgulamaya açmaktadır. Bu iki yaklaşımın nasıl entegre edilerek her birinin etkinliğinin en üst düzeye çıkarılabileceği konusunda hem pratik hem de kuramsal sorular hâlâ netliğe kavuşmamıştır (Guidi & Fava, 2021). Psikofarmakolojik etkinliği artırmaya yönelik yeni psikodinamik teknikler ve kavramsallaştırmalar önerilmiştir, ancak henüz test edilmemiştir (Mintz, 2022; bkz. Bölüm 14). Birleşik tedavi [combined treatment] kullanımını destekleyen şaşırtıcı derecede az sayıda kanıt bulunmaktadır (Barber et al., 2021; Keller et al., 2000; Thase et al., 1997). Nitekim, anksiyete bozukluklarında, bilişsel davranışçı terapinin birleşik tedavi içinde verildiğinde, tek başına uygulandığı durumlara kıyasla daha az kalıcı etki yarattığına dair bulgular mevcuttur (Barlow, Gorman, Shear ve Woods, 2000).

    ÖZET

    Özetle, psikodinamik terapi modern tıbbî ve psikolojik dönemin ilk psikoterapisi olmuştur ve çok çeşitli uygulama alanlarına sahip geniş bir tedavi yelpazesinin doğmasına öncülük etmiştir. Psikoterapiler, duygu ve biliş, öznel deneyimin iyileştirilmesi ile teknik odaklılık arasındaki temel gerilimleri yansıttıkları için birbirlerinden farklılaşırlar; ayrıca yeni anlatılara odaklanma dereceleri de değişkenlik gösterir (bkz. Tablo 3.3). Psikoterapi alanı, özgül tanılara odaklanmaktan uzaklaşıp bireysel olarak uyarlanmış terapilere, telepsikoterapiye ve gerçek zamanlı sonuç izlemeye doğru yönelerek daha bütünleşik ve transteorik bir tedavi modeline doğru ilerliyor olabilir.

  • Psikodinamik Psikoterapinin Ana Hatları (4. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 4. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Bu bölümde, psikodinamik psikoterapiye dair kısa bir özet sunmayı amaçlıyoruz: nedir, nasıl değişime yol açabilir, terapi ne kadar sürebilir ve terapiyi ilaçla nasıl birleştirebiliriz? Tarihçe, teori ve araştırma üzerine önceki bölümlerden temel temaları ele alıyoruz ve psikodinamik yaklaşımın özünü aktarmaya çalışıyoruz. Bu bölümün, kitabın sonraki bölümlerinde yer alan konulara dair yönlendirici olmasını umuyoruz.

    Psikodinamik Psikoterapi Nedir?

    Psikodinamik psikoterapi, psikanalizden türetilen bir terapi türüdür. Zihnin nasıl çalıştığına dair bir çalışmadır; insan işleyişinin bilinçdışı yönlerini, insan ilişkilerinin merkezi önemini ve zihnin bölümleri arasındaki “girift etkileşimleri” vurgular.[1] “Dinamik [dynamic]” terimi kullanılır çünkü bu süreçler ve ilişkiler sabit değil, akışkan ve değişkendir.

    Psikodinamik psikoterapi ve psikanalitik psikoterapinin her ikisi de psikanalizden türetilmiştir ve aralarında net bir ayrım olmadığı için kitap boyunca bu terimleri birbirinin yerine kullanacağız. Literatüre göre, psikanaliz ile psikodinamik psikoterapi arasındaki temel fark seans sıklığıdır. Psikanalizde seanslar haftada 4-5 kez, psikodinamik psikoterapi seansları ise haftada 1-3 kez yapılır. Ayrıca, psikanalistler genellikle hastanın “serbest çağrışım”ını [free association] kolaylaştırmak için divan kullanımını savunur (bkz. Bölüm 1), psikodinamik psikoterapi ise yüz yüze yürütülme eğilimindedir. Bu faktörlerin dışında, psikodinamik psikoterapi ile psikanaliz arasındaki fark konusunda çok az fikir birliği vardır.

    Psikodinamik psikoterapi ve psikanaliz yıllar içinde geliştikçe düşüncede bir değişim oldu. Çağdaş bir klinisyen ve araştırmacı olan Messer, bu değişimi, zihinsel yaşamın birincil itici güçlerinin saldırgan ve cinsel dürtüler olduğu görüşünün azalması; ego işlevlerinin (yani, psikolojik savunmaların kullanımı da dahil olmak üzere kişinin mevcut ortamına uyum sağlama ihtiyacı) önemini vurgulayan ego psikolojisinin ortaya çıkışı ve nesne ilişkileri teorisine zemin hazırlayan insanın ilişki kurma ihtiyacının önceliği olarak özetlemektedir.[2]

    Psikodinamik terapinin hedeflerini 6. Bölümde uzun uzun tartışıyoruz, ancak Messer’in kısa bir özeti bu noktada faydalı olacaktır: ‘Amaç, çatışmaları çözümlemek, kişilerarası sorunların üstesinden gelmek veya kendiliğin bazı yönlerini onarmak; böylece hastanın daha iyi hissetmesini ve işlev görmesini sağlamaktır.’ Psikodinamik bakış açısına göre, hastanın ‘daha iyi hissetmesi’ bir seanstan sonra mutlu ayrılmak kadar basit değildir (elbette, bazen bu da olabilir). Bu bölümde ve kitap boyunca tartıştığımız gibi, kapsayıcı bir terapötik ilişki içinde psikodinamik süreç, bir hastanın zorluklarına yol açan içsel ve kişilerarası yaşamının yönlerini tanımasını ve anlamasını destekler. Psikoterapide hasta olmuş olanlarımızın da onaylayabileceği gibi, kişinin kendi yönlerinin daha fazla farkına varma süreci, en azından bir süreliğine, savuşturulmuş duygularla daha fazla temas halinde olduğumuz ve ilişkilerde nasıl hareket ettiğimiz hakkında daha fazla şey öğrendiğimiz için biraz rahatsız edici olabilir. Hasta kendini daha iyi hissedebilir, ancak belki de bu, bir dizi hissi [feeling] ve güdüyü [motive] deneyimlemeye daha fazla alışmasıyla gerçekleşebilir.

    Psikodinamik terapi uygulaması açısından, terapistler olarak özellikle ‘aktarım ve karşı-aktarımın sahnelenmesine; terapinin ilerlemesini sağlayan ve sonucunu etkileyen temel bir özellik olarak terapötik ilişkinin veya ittifakın merkeziliğine; direnç ve savunmanın netleştirilmesine [clarification] ve yorumlanmasına [interpretation] ve duyguların, fantezilerin ve davranışların incelenmesi yoluyla içgörüye ulaşılmasına’ dikkat ediyoruz.[2] Terapist, destekleyici [supportive], açımlayıcı [exploratory] ve yorumlayıcı [interpretative] boyutlar dahil olmak üzere psikodinamik teknik spektrumundan yararlanır (bkz. Bölüm 7).

    On yıllar boyunca, psikanalizden çok sayıda farklı psikodinamik psikoterapi ‘ekolü [schools]’ ortaya çıkmıştır. Bu farklı eğilimleri bu bölümün aşağıdaki kısmında ele alıyoruz. Ancak ilk olarak, farklılıklarına rağmen bu ekollerin ortak noktalarını ele alıyoruz. Psikodinamik psikoterapinin temel prensiplerini anlamak için bu kayda değer ortak noktaları tanımak önemlidir. Bölüm 3‘teki Kutu 3.1’de tanıttığımız gibi, Blagys ve Hilsenroth psikodinamik psikoterapide özellikle vurgulanan ve psikodinamiği daha bilişsel davranışçı bir yaklaşımdan ayıran yedi temel terapötik süreci tanımladılar.[3] Şimdi, psikodinamik bir yaklaşımın özünü aktarmaya çalışmak için bu süreçlerin her birini kısaca açıklayacağız.

    Duygulanıma ve duygunun ifadesine odaklanmak

    Terapinin bu boyutunun kökenleri erken dönem Freudyen psikanalitik yaklaşımlardadır. Breuer ve Freud, psikoterapinin ‘boğulmuş duygulanımın [strangulated affect] konuşma yoluyla bir çıkış yolu bulmasını’ sağladığını öne sürerler.[4] Terapist, ‘analitik bir tutuma’ sahiptir ve hastanın ‘serbest çağrışım’ yapması için terapötik bir alan sağlamak amacıyla hastayı yakından dinler. Bu, hastanın acı verici, sıkıntılı veya kabul edilemez görünen deneyimleri baskılamak [suppres]) veya bastırmak [repress] yerine ifade etmesini sağlar (bkz. Bölüm 7). Terapist daha sonra hastanın bu ortaya çıkan deneyimleri keşfetmesini destekler, bu da bu deneyimlere yeni çağrışımlar oluşturma ve yeni ilişkisel öğrenmenin gerçekleşmesi potansiyelini getirir. Örneğin, depresyonla ilgili 11. Bölüm’de, bir kişinin öfkesini nasıl baskılayabileceğine ve bunun, sonunda o kişinin ilişkilerini zedeleyecek şekilde öfke patlamasına nasıl yol açabileceğine dair bir örnek veriyoruz. Terapi sırasında, öfkeleri aşırı derecede birikmeden önce neye kızdıklarını ifade etmenin mutlaka saldırılara ya da eleştirilere yol açmadığını, aksine anlam taşıyan ‘sağlıklı’ bir sinyal olabileceğini fark edebilirler. Bu, hastanın kendisi ve ötekiler ile  etkileşim kurmanın yeni yollarını öğrenmesine yol açabilir. Gabbard ve Westen’in açıkladığı gibi, ‘Evrimsel bir bakış açısından duygulanımın işlevi, düşünceyi ve davranışı uyum sağlamayı kolaylaştıracak şekilde yönlendirmektir ve belirli duygulanımlardan ya da genel olarak duygulardan kronik olarak kaçınma eğilimi … bireyi hayatı, özellikle de sosyal hayatı yönlendirmede gerekli olan temel bir pusuladan yoksun bırakır.’[5]

    Bunaltıcı düşünceler ve hislerden kaçınma girişimlerinin keşfi (savunma ve direncin keşfini temsil eder)

    Bunaltıcı düşünceleri ve hisleri söze dökmek kolay değildir. Psikodinamik teori ve uygulama özellikle psikolojik savunmalarla ve bunların terapi sırasında ortaya çıkmasıyla (‘direnç’) ilgilenir. Savunmaları üstesinden gelinmesi gereken bir ‘karşıt aktivite’ olarak görmek yerine, psikodinamik terapist bunları hastayla birlikte araştırır ve ne olduğunu anlamaya çalışır.[6] Bir hastanın serbest çağrışımı durduğunda (veya hiç başlamadığında) ve bir savunmayla karşılaşıldığında, terapistin odağı, duygunun ifadesini kolaylaştırmaktan hastanın kaçınması gereken belirli bir duygu veya durumla ilgili ne olduğunu keşfetmeye kayar. Bir hastanın terapiye nasıl ve neden ‘direndiğinin’ analizi, hastanın kendisi, geçmişi ve kişilerarası işleyişi hakkında çok şey öğrenmesine yardımcı olabilir.

    Tekrar eden temaların ve örüntülerin belirlenmesi (bunlar öne çıkan nesne ilişkilerini tanımlamaya yardımcı olacaktır)

    Psikodinamik terapistler, hastanın seansa ‘getirdiği’ şeylerdeki (yani, düşünce, duygu ve ilişki örüntülerinin anlatıları) tekrarlayan temaları gözlemler ve anlamaya çalışırlar; böylece hastanın altta yatan ilişkisel dünyasını, yani nesne ilişkilerini kademeli olarak tanımlarlar. Nesne ilişkileri, ‘zamanla inşa edilen ve doğuştan gelen kırılganlık ve erken çocukluk deneyiminden kaynaklanan eğilimleri yansıtan’ bilinçdışı zihinsel kendilik ve öteki temsillerini ifade eder[7] (bkz. Bölüm 2). İçsel nesne ilişkilerinin nörobilimsel altyapısı, bu kısmın ilerleyen bölümlerinde, ‘Prosedürel Bellekle Çalışmak’ bölümünde ele alınmaktadır. Terapinin orta aşamasının (bkz. Bölüm 8) önemli bir odak noktası, hastanın kendisiyle ve ötekilerle nasıl ilişki kurduğuna dair içgörü geliştirmesini desteklemek ve ilişkilerde yeni varoluş yollarını keşfetme fırsatları sunmaktır.

    Geçmiş deneyimin tartışılması

    Geçmiş, kendi başına değil, hastanın günümüzdeki sıkıntılarına odaklanılarak ele alınır. Geçmişin tartışılması, hastanın örneğin şunları yapmasına yardımcı olabilir: ilgili durumlarda, yaşamın erken dönemlerinden kalma ‘takılıp kalmış’ sorunlarla başa çıkmak (Bölüm 2‘deki ‘Hayattaki Önemli Geçişler’ bölümüne bakınız); günümüzdeki varoluş biçimlerini anlamak ve onlara karşı şefkatli olmak veya hastayı etkilemeye devam eden geçmiş kayıplarla yüzleşmek. Uygulamada, terapist geçmiş ve şimdiki zaman arasında odak geçişini kolaylaştırabilir veya aralarındaki bağlantıları fark edebilir (Bölüm 7’deki Malan üçgenleri tartışmasına bakınız).

    Kişilerarası ilişkilere odaklanmak

    Psikodinamik bir bakış açısından, bir hastanın zorlukları esas olarak başkalarıyla (ve kendiyle) kurduğu ilişkilerin doğası ve kalitesinden kaynaklanır, bu nedenle psikodinamik terapide ilişkisel süreçlere ayrıntılı bir ilgi vardır.

    Terapi ilişkisine odaklanmak (aktarım ve karşı-aktarım)

    Shedler’in ifadesiyle, ‘psikodinamik terapinin özü, özellikle terapi ilişkisinde ortaya çıktıkları ve potansiyel olarak etkilendikleri haliyle, tam olarak bilinmeyen kendilik yönlerini keşfetmektir’.[8] Terapi ilişkisi psikodinamik yaklaşımın merkezinde yer alır. Terapi ilişkisinin kullanıldığı tek bir yol değil, birçok yol vardır. Bu, bu kitap boyunca, özellikle ‘Aktarımla Çalışmak2 (Bölüm 7’de) ve ‘Değişim İçin Bir Araç Olarak Terapötik İlişki’ (Bölüm 8’de) bölümlerinde incelenen geniş bir konudur. Kısaca, bu odaklanma; terapötik ittifaka dikkat etmekten, terapistin hastanın kendisiyle nasıl ilişki kurduğunu gözlemleyerek gelişmekte olan bir formülasyonu şekillendirmesine, aktarım müdahalelerinden, hastanın yansıttıklarını fark edebilmek için karşı-aktarımdan yararlanmaya kadar uzanır. Terapi ilişkisi, hastanın kendisiyle ve ötekilerle etkileşim kurmanın yeni yollarını (veya ‘prosedürlerini’, bu bölümün ilerleyen kısımlarında yer alan ‘Sinirbilimden Görüşler: Prosedürel Hafızayla Çalışmak’ başlığına bakınız) keşfedebileceği bir ortam sağlayabilir.

    Arzuların ve fantezilerin keşfi

    Psikodinamik terapist, hastanın arzuları, fantezileri ve rüyaları dahil olmak üzere getirdiği her şeye karşı merak ve ilgi gösterir. Bir kişinin rüya ve fantezi yaşamının keşfi, kendilerini anlamaya ek bir boyut katabilir. Freud, meşhur bir şekilde ‘rüyaların yorumlanmasının, zihnin bilinçdışı faaliyetleri hakkında bir bilgiye giden kral yolu’ olduğunu varsayar.[9] 7. Bölümde fantezi ve rüyalar gibi bilinçdışı iletişimlerle çalışmaya yönelik bir yaklaşımı ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

    Özetle, makul bir sonuç olarak psikodinamik psikoterapinin tüm biçimlerinin bu temel süreçlerden az ya da çok yararlandığı söylenebilir.

    Psikodinamik Psikoterapi Üzerine Çeşitli Eğilimler

    Yıllar boyunca, psikodinamik psikoterapinin çeşitli ‘ekolleri’ teori ve tedavi yaklaşımı konusunda farklı eğilimlerle evrimleşmiştir. 1. Bölüm, Melanie Klein ve Balint, Bowlby ve Winnicott’un ‘orta grubu’ da dahil olmak üzere İngiltere merkezli bir dizi klinisyenin yaklaşımındaki evrimleri özetlemiştir. Bunları burada tekrar ele almayacağız, ancak şimdi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki etkili bir gelişmeden bahsedeceğiz. 1960’larda Kohut, günümüzde narsisistik zorluklar yaşadığını düşündüğümüz hastaları tedavi etmek için ‘kendilik psikolojisi’ni [self-psychology] geliştirdi. Freud ile birçok önemli noktada aynı fikirde değildi. Kohut, narsisizmin her zaman sorunlu bir özellik olmadığını düşünüyordu ve kendilik ve ötekiler ile iyi ilişkiler geliştirmek için bir miktar narsisizmin gerekli olduğunu düşünüyordu. Kendilik psikolojisinde ‘kendilik [self]’ merkezi bir kavramdır ve bir çocuğun sağlıklı bir kendilik algısı geliştirebilmesi için ‘yeterince iyi bir ortam’ın [good-enough environment] gerekli olduğu düşünülür. Eğer bu gerçekleşmezse, kendilik psikologları bir kişinin kendini iyi hissetmesinin tek yolu olarak dışsal kişilere muhtaç hale geldiğini öne sürerler. Bu dışsal diğer kişiler ‘kendiliknesneleri [selfobjects]’ olarak adlandırılır. Kendilik psikolojisinde, terapistin empatisi önemli görülür çünkü terapistin hasta tarafından içselleştirilecek farklı bir nesne türü sağlaması gerekir. Psikodinamik psikoterapideki eğilim yelpazesini kavramsallaştırmanın yaygın bir yolu, spektrumun bir ucunda ‘çağdaş Freudyen [contemporary Freudian]’ bir yaklaşım ile diğer ucunda ‘ilişkisel psikodinamik [relational psychodynamic]’ bir yaklaşım arasındadır. Çağdaş Freudyen bir yaklaşım Freud’un temel kavramlarının önemini vurgular, ancak teorilerine bazı çağdaş değişiklikler ve genişletmeler eklenmiştir.[10] 1940’larda Amerika Birleşik Devletleri’nde Hartmann tarafından geliştirilen ego psikolojisi bu tür bir gelişmeye örnektir. Bu yaklaşımda temel değişim, içgüdü, çatışma ve dürtülere verilen önemin azalması ve ego’nun işlev görme ve uyum sağlama yetisinin desteklenmesine daha fazla önem verilmesidir.

    İlişkisel psikodinamik yaklaşım ise, kişilerarası ilişkilere (psikanalizin kişilerarası ekollerinden) olan vurguyu, özellikle içselleştirilmiş kendilik ve öteki temsilleri kavramı olmak üzere nesne ilişkileri geleneğiyle birleştirir.[11] Bu yaklaşım, Freud’un yaklaşımının bazı yönleriyle bağlantılarını korur ancak diğerlerinden, özellikle Freud’un erken dönem içgüdü ve dürtü teorilerinden ayrılır.

    Farklı düşünce ekolleri, bir kişinin yaşadığı zorlukların etiyolojisinde dışsal olaylar ile içsel olayların göreli önemi ve saldırganlığın daha çok ‘birincil [primary]’ mi yoksa çevredeki ‘eksikliklerin [deficits]’ ihtiyaçları karşılayamaması nedeniyle ortaya çıkan ikincil bir tepki mi olduğu konusunda da farklı görüşler vardır. Leiper ve Maltby’nin, birçok çağdaş psikodinamik uygulayıcı için bu tartışmaların eskiden olduğundan daha az önemli göründüğünü öne sürmelerine katılıyoruz: ‘dış ve iç dünyaların artık diyalektik bir etkileşim içinde var olduğu düşünülüyor’. Bazı psikodinamik terapistlerin uygulamaları belirli bir çağdaş psikodinamik ‘ekol’ veya başka bir ekolle daha yakından bağlantılıyken, diğer terapistler daha bütünleştiricidir ve yaklaşımlarını hastaya göre uyarlarlar.

    Ayrıca, bazı modern psikodinamik yaklaşımların kılavuzlaştırılmış [manuelised] olduğunu fark etmek de faydalıdır; yani, belirli bir kuramsal yaklaşımı ve uygulamayı tanımlayan bir kılavuza dayanmaktadırlar. Bu yaklaşımlar genellikle başlangıçta depresyon veya borderline dinamikler gibi belirli bir klinik tablo etrafında tasarlanmış ve daha sonra daha geniş bir şekilde uyarlanmıştır.[7] Genellikle süre sınırlıdırlar ve terapinin evrelerine ilişkin iyi tanımlanmış bir yapıya sahiptirler. Yakeley’den uyarlanan Tablo 4.1, Birleşik Krallık’ta psikodinamik psikoterapiden etkilenen başlıca kılavuzlaştırılmış terapi türlerinden bazılarını özetlemektedir.

    Tablo 4.1 Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Hizmetinde mevcut olan başlıca psikodinamik terapiler

    Terapi ve geliştirilmesinde rol alan kilit klinisyen(ler) (geliştirilme yılı)

    Temel özellikleriSeçilmiş klinik endikasyonlar
    Kişilerarası terapi
    Klerman (1996)
    Bu, mevcut kişilerarası
    ilişkileri vurgulayan kısa bir yapılandırılmış terapidir. Dört odak noktası -yas, anlaşmazlıklar, eksiklikler ve rol geçişi
    Depresyon
    Psikodinamik kişilerarası terapi
    Hobson (1985) ve Guthrie (1991)
    Hümanistik ve kişilerarası elementlerden oluşur. Yedi bileşeni vardır -açıklayıcı gerekçe, ortak anlayış, duygularla kalma, zorlayıcı duygulara odaklanma, içgörü kazanma, müdahaleleri sıralama ve değişim sağlamaDepresyon, somatizasyon
    Dinamik kişilerarası terapi
    Lemma (2010)
    Kanıta dayalı, kılavuzlaştırılmış psikodinamik yaklaşımların özüne dayanan, nesne ilişkileri, bağlanma ve zihinselleştirme kuramlarını içeren kısa ve odaklı bir terapidir. Terapide odak, seansın ‘şimdi ve burada’sında hastanın kişilerarası ve duygulanımsal işleyişi üzerinedirDepresyon, anksiyete
    Bilişsel analitik terapi
    Ryle (1982)
    Psikanalitik ve bilişsel teknikleri birleştiren, hastanın ilişkilerine önem veren kısa terapi. ‘Karşılıklı rol prosedürleri’ kullanarak hastayla zorlukların formülasyonunu oluşturur.
    Bunları sürdüren savunma mekanizmalarını belirler -‘tuzakları, ikilemleri ve engelleri’
    Başlangıçta nevrozlu kişiler ve ‘borderline’ dinamiklere sahip belirgin ilişkisel güçlükleri olan kişiler için geliştirilmiştir. Şimdi daha yaygın olarak kullanılmaktadır
    Zihinselleştirme-temelli terapi Bateman and Fonagy (200’lerin ortaları)Bağlanma teorisine dayalıdır ve psikodinamik, bilişsel ve ilişkisel bileşenleri bütünleştirir. Kişinin kendisinin ve ötekilerin zihin durumu üzerinde düşünme becerisi olan zihinselleştirmeyi geliştirmeye odaklanırBaşlangıçta ‘borderline’ dinamiklere sahip  kişilerin tedavisi için geliştirilmiştir; daha yaygın uygulamaları vardır.
    Aktarım odaklı psikoterapi
    Clarkin ve Kernberg (2000’lerin ortaları)
    Psikanalitik nesne ilişkileri teorisine dayalı olarak haftada iki veya üç bireysel terapiden oluşur. Odak, hastanın bölünmüş içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin aktarımda yeniden etkinleştirilmesi ve yorumlanması üzerinedir‘Borderline’ dinamiklere sahip kişiler de dahil olmak üzere, ilişkilerde belirgin zorluklar yaşayan kişiler için geliştirilmiştir
    Yakeley 2014’ten uyarlanmıştır,[7] Cambridge University Press’in izniyle yeniden yayımlanmıştır.

    Psikodinamik Psikoterapi Değişimi Nasıl Sağlar?

    Psikodinamik psikoterapi uygulamasının ardından, bu yaklaşımı daha iyi anlayabilmek için şimdi nasıl işlediğine dair farklı teorilere değineceğiz; ancak şu an için etki modelleri [modes of action] konusunda bir fikir birliği olmadığı uyarısı gereklidir. Bu kitapta benimsediğimiz Gabbard ve Westen’in çağdaş pozisyonu, psikodinamik terapide tek bir tane yerine birbiriyle ilişkili birden fazla terapötik etki modelinin olma olasılığıdır.[5] Ancak, açıklık için, farklı olası etki modellerini yapay olarak ayırmak faydalı olabilir. Aşağıdaki başlıklar Lemma’dan uyarlanmıştır:[12]

    Geçmişin Keşfi

    Daha önce açıklandığı gibi, Freud’un değişime ilişkin en eski teorilerinden biri, bastırılmış travmatik anıların yüzeye çıkarılmasıyla içgörü kazanılabileceğiydi. Bunun birçok yeni terapistin psikodinamik psikoterapiyi düşünürken aklında olan model olma olasılığı yüksektir ve yine de muhtemelen modern uygulamayı en az temsil eden modeldir. Bir hastanın geçmiş deneyimleriyle ilgilenmemiz kesinlikle doğrudur, ancak geçmişin değiştirilebileceği veya hastanın mevcut durumundan sorumlu tutulabileceği için değil. Dahası, nörobilimdeki gelişmeler sayesinde artık ‘anıların geçmişin doğrudan kopyaları olmadığı…hafızanın hatırlama sırasında karmaşık bir yeniden yapılandırma sürecinden geçtiği’ ve kişinin mevcut ruh hali ve bağlamından etkilendiği kabul edilmektedir.[13] Bir hastanın çocukluk anılarının bilinmesi, terapistleri ile olanlar da dahil olmak üzere, mevcut ilişkilerini nasıl kurabileceklerini anlamak ve tahmin etmek için kullanılabileceğinden faydalıdır. 2. Bölüm‘de açıkladığımız gibi, geçmişin dinamikleri (bilinçdışı olarak) şimdiki zamanda yeniden yaratılabilir.

    Anlatının İyileştirici Gücü

    Burada geçmiş deneyimlerin keşfinin önemli bir yön olarak kabul edildiği bir anlatı [narrative] yaratılır. Hastalar, çeşitli geçmiş deneyimleri bütünleştirerek ve anlamlandırarak hayatlarının daha tutarlı bir anlatısını oluşturarak rahatlama yaşayabilirler.

    Aktarımı Derinlemesine Çalışma

    Bölüm 2‘de tartışıldığı gibi, hasta bilinçsizce kendi yönlerini terapiste yansıtır (aktarım), bu da terapistte tepkiler uyandırabilir (karşı-aktarım). Terapist, aktarımın gözlemini kullanarak ve karşı-aktarımından yararlanarak, hastanın yansıtmalarının daha fazla farkında olmasını desteklemek için aktarım müdahalelerini [transference interventions] kullanır. Bunu anlaşılır bir dil kullanarak ve düşünceli, açık fikirli bir şekilde yapar (Bölüm 7’ye bakınız). Bu şekilde hasta yansıtmalarını geri alabilir. Daha teknik bir terminoloji kullanabilir ve bunun hastanın ‘paranoid-şizoid’den ‘depresif konum’ işlevine geçtiğini ve bu şekilde hastanın gerçeklikle daha fazla temas halinde olduğunu söyleyebiliriz (bu terimlerin açıklaması için Bölüm 2‘ye bakınız).

    Yeni Bir İlişkisel Deneyim

    Psikoterapi dünyasında terapi ilişkisinin değişimi nasıl etkileyebileceği konusunda bazı anlaşmazlıklar vardır. Terapistler olarak bir aktarım nesnesi [transference object] haline gelip, ‘bu sayede hastanın şimdi-ve-buradaki ilişki kurma örüntülerini incelemesine mi olanak sağlıyoruz?’[12] Alternatif olarak, hastalar ‘ötekilerin olumsuz beklentilerini çürüten yeni bir kişilerarası deneyim sağlayan duygusal olarak duyarlı [responsive] bir terapistle etkileşime girerek’ mi iyileşirler?[12] İkinci yaklaşımın savunucuları, hastanın terapi ilişkisinde içselleştirebileceği yeni ve farklı bir deneyim bulabilmesinin önemli olduğunu düşünürler (dikkat edin, bu terapistin kasıtlı olarak ‘ideal’ bir figür olmaya çabalaması anlamına gelmez, ayrıca terapistin sınırları olan psikodinamik bir çerçeveyi bırakması anlamına da gelmez). Klinik uygulamada, iki yaklaşım, aktarımı keşfetmek ve terapi ilişkisinde yeni varoluş yollarını keşfetmek, 8. Bölüm’de (‘Değişim İçin Bir Araç Olarak Terapötik İlişki’ bölümünde) açıkladığımız gibi sinerjik olarak çalışabilir.

    Sinirbilimden Çıkarımlar: Prosedürel Bellekle Derinlemesine Çalışma

    Bölüm 1‘den özetleyecek olursak, psikanalizin ilk döneminde, acı dolu anıların bastırma yoluyla bilinçten uzak tutulduğu ancak nevrotik semptomlar, rüyalar veya paraprakslar (dil sürçmeleri) yoluyla ifade bulduğu varsayılmıştı. O zamandan beri hafızanın nörobilimi üzerine araştırmalar ilerledi ve bazı ilginç gelişmeler oldu. Kısaca, Şekil 4.1’de gösterildiği gibi, bir dizi farklı hafıza sistemi türü vardır.

    Şekil 4.1 Bellek sınıflandırması.
    Camino ve Güell 2017’den alınan görüntü[14], Creative Commons Atıf Lisansı (CC-BY 4.0) altında yeniden üretilmiştir.

    Duyusal bellek [sensory memory], dokunma, ses ve görmeden gelen bilgilerin kısa süreliğine hafızada tutulmasını (bir saniyeden az) ifade eder. İşleyen bellek [working memory], dil anlama, öğrenme ve muhakeme gibi karmaşık görevler için bilgilerin geçici olarak depolanmasını ve işlenmesini ifade eder.[15] Özellikle uzun süreli belleğe baktığımızda iki ana bellek sistemi vardır: bildirilebilen bellek [declarative memory] [açık bellek [explicit memory] olarak da adlandırılır]; ve bildirilemeyen bellek [non-declarative memory] [örtük bellek [implicit memory) olarak da adlandırılır].

    Bildirilebilen bellek, bir kişinin kendisine, olaylara ve gerçeklere yöneldiği yerdir. Bu bağlamda bildirilebilen kelimesi, bilinçli olarak hatırlanabilen veya ‘bildirilebilen’ belirli, açık anılara atıfta bulunur. Bu tür bellek bizi dünyada yönlendirir ve bu tür belleğin aracılık eden beyin sistemlerinin olgunlaşmamış olması nedeniyle yaklaşık 2-3 yaşına kadar tam olarak gelişmediği düşünülmektedir.[12] Bildirilebilen anılar bilinçli olarak deneyimlenebilir ancak bilinçli hale gelmek için geri çağırma [retrieval] gerektirir.[16] İki tür bildirilebilen bellek vardır. Anısal bellek [episodic memory], ‘kişinin kişisel geçmişinden belirli bölümleri hatırlama ve yeniden deneyimleme’ yetimizi ifade eder.[17] Anlamsal bellek [semantic memory], gerçekler ve dünyayla ilgili genel bilgi için olan hafızamızdır. Bastırma mekanizmalarının kısmen, bildirilebilen belleğin geri çağrılmasını aktif bir şekilde engelleyen beyin sistemleri aracılığıyla çalıştığı düşünülmektedir.[12,18]

    Bildirilemeyen terimi, bilinçdışı olarak erişilen [yani ‘bildirilmeden’] hafızayı ifade eder ve belirli beceriler ve yetenekler veya bir kişinin ilişkilerde nasıl etkileşim kurduğu aracılığıyla örtük olarak ortaya çıkabilen hafızayı içerir. Bildirilemeyen bellek, hepsi bilinçdışı olan dört farklı bileşenden oluşur. Burada bildirilemeyen belleğin iki bileşenine, prosedürel [procedural] ve çağrışımsal [associative] belleğe odaklanacağız. Kesin olarak bilmiyoruz, ancak prosedürel belleğin özellikle küçük bebeklerde önemli olduğu düşünülüyor.[12] Prosedürel bellek sözel olmayan ve sembolik olmayan bir bellektir. Prosedürel bellek, ‘bir şeyin nasıl yapılacağıyla‘, örneğin nasıl bisiklet sürüleceğiyle ilgilidir. Daha da önemlisi, bu, ‘bir ilişkide nasıl olunur‘da yer alan ana bellek sistemidir, ancak diğer bellek sistemlerinin de büyük çocuklarda ve yetişkinlerde ilişkileri etkilemede bir rolü olması muhtemeldir. Prosedürel belleğin bu kullanımı, ilişkilerin nasıl işlediğine dair erken şablonların derin bir şekilde bilinçdışı olduğu ancak günlük yaşamlarımız üzerinde etkili olduğu anlamına gelir. Bu şablonlar bilinçli düşünceye doğrudan ulaşamaz; her şeyden önce hiçbir zaman bilinçli olmadıkları için ‘bastırılmamışlardır’. Elbette, prosedürel anılar büyük çocuklarda ve yetişkinlerde oluşmaya devam eder.

    Çağrışımsal bellek, ‘bir çağrışımdan (yani, diğer bilgilerle bir ilişkiden) kaynaklanan bilgilerin depolanması ve geri çağrılması’ anlamına gelir.[14] İlişkilerdeki birçok örüntünün hem ‘örtük prosedürleri hem de çağrışımları’ yansıtması muhtemeldir.[5] Duygusal bellek [emotional memory], çağrışımsal belleğin bir alt türüdür. Duygusal bellek, belirli bir durum tarafından bir duygunun uyandırıldığı süreçtir. Yoğun travma gibi aşırı stresler altında, anısal bellek ortaya çıkmayabilir, ancak duygusal bellek ve olayın fiziksel deneyiminin belleği olabilir (ikincisi, prosedürel belleğin bir parçası olarak).[19]

    Yetişkinlerde, Lemma’nın tanımladığı gibi, bildirilebilen ve bildirilemeyen bellek sistemleri etkileşime girer. Örneğin, sürekli bilinçli tekrarlama, ‘bildirilebilen anıyı prosedürel anıya dönüştürebilir. Benzer şekilde, belirli düşüncelerden veya duygulardan tekrar tekrar kaçınmak, ilişkili davranışın otomatikleşmesine (yani prosedürel olmasına) neden olabilir’.[12]

    Lemma, prosedürel anıların ‘doğrudan bilinçli belleğe ve sonra kelimelere çevrilemeyeceğini: yalnızca çıkarım [inference] yoluyla bilinebileceğini’[12], yani kişilerarası davranışların gözlemlenmesi yoluyla açıklamaktadır. Terapi sırasında, prosedürel bellekteki bu ilişkisel şablonlar, alışılmış, bilinçdışı ilişki kurma yollarını ön plana çıkaran aktarımda yeniden canlandırılır (sahnelendirilir). Bu dolaylı yolla, onları değerlendirmek ve değiştirmek için daha bilinçli hale getirilebilirler. Dahası, terapi ilişkisi hastanın terapistle yeni etkileşim türleri deneyimlemesi için bir fırsat sağlar. Bu yeni etkileşim türleri birden çok kez tekrarlanırsa bu, hastanın ötekilerle ve kendisiyle birlikte olmanın yeni prosedürlerini öğrenmesine, yani yeni prosedürel anıların oluşmasına yol açabilir. Bu son değişim modu sözlü yorumlamaya değil, daha çok ‘terapist ve hasta arasındaki etkileşimlerin niteliğinin ve doğasının önemine’ dayanır.[12] Nörobilimin bu katkısını, yukarıda ‘Yeni Bir İlişkisel Deneyim’ başlığı altında açıklanan klinik yaklaşımı açıklığa kavuşturmada yararlı buluyoruz. (6. Bölüm, terapötik değişim sürecinde ilişkisel bellek ağlarının rolünü tartışmaktadır.)

    Daha fazla araştırma terapötik etki mekanizmalarını daha da netleştirinceye kadar farklı hastaların, terapistlerinin yardımıyla, terapiyi kullanmanın kendilerine özgü yollarını keşfedeceklerini varsaymak makul olacaktır. Sözde spesifik-olmayan terapötik faktörler (olumlu bir terapötik ittifakın oluşumu dahil) terapötik değişim için de önemlidir (bunlar 6. ve 8. Bölümlerde tartışılmaktadır). Bazı hastalarda değişim daha çok geçmişi anlamlandırmakla ilgili olacak, bazılarında daha çok aktarım çalışmasıyla ilgili olacak ve bazılarında ise yeni bir ilişki keşfetme biçimini alacaktır. Bir terapi süreci boyunca, tüm bu etki mekanizmalarının önemli olması muhtemeldir ve farklı etki mekanizmalarının terapinin farklı aşamalarında baskın olması da muhtemeldir.

    Uygulamaya Dair Dikkat Edilmesi Gerekenler

    Bu genel değerlendirme bölümünün son kısmında, psikodinamik terapiyle ilgili bir dizi pratik hususu ele alacağız.

    Kısa Süreli Psikodinamik Terapi ve Uzun Süreli Terapi

    Yaygın inancın aksine, İngiltere ve ABD’de uygulanan psikodinamik terapilerin çoğu nispeten kısadır [20,21] ve araştırmalar bu daha kısa terapilerin etkili olduğunu göstermiştir.[22,23] Genellikle, kısa bir terapinin 10-20 seans aralığında olduğunu düşünüyoruz, ancak bu kesin bir kural değildir. Seansların haftalık olması da gerekmez, bu nedenle kısa bir terapi, seans sayısına göre beklenenden daha uzun bir süreye yayılabilir.

    Kısa süreli terapi ile uzun süreli terapinin farkı nedir? Dewan ve arkadaşlarına göre, kısa süreli terapilerin belirli özellikleri vardır; bunlar planlıdır, yani rastgele değil, tasarlanarak kısa tutulurlar ve odaklıdırlar. Bu terapilerin amacı, geniş kapsamlı kişilik değişikliklerinden ziyade daha küçük çaplı değişiklikler elde etmektir.[24] Bu hedef mütevazı gibi görünse de hastanın semptomlarında ve kişiler arası işlevselliğinde meydana gelen küçük bir değişikliğin bile yaşam kalitesinde önemli bir iyileşmeye yol açabileceğini unutmayalım. Örneğin, bir kişinin işlevselliğindeki küçük bir değişiklik, onun bir ilişkiyi sürdürememesinden destekleyici bir ilişkide kalabilmesine kadar fark yaratabilir. Daha kısa süreli terapi tekniğindeki belirli vurguların içinde, olumlu bir terapötik ittifakın teşvik edilmesine odaklanmak da bulunur. Ayrıca, hastanın günümüzde ötekilerle ve kendisiyle faydalı olmayan ilişki kurma biçimlerinin açıkça tanımlanmasına vurgu yapılır. Daha sonra terapist ve hasta, bu ilişkisel örüntüleri yönetmenin yollarını aktif olarak araştırır.

    Ancak kısa süreli terapi herkes için uygun değildir. Sorunları nispeten yeni başlamış olan ve bir hayli motive hastalar için faydalıdır. Kişilerarası ilişkilenmede ciddi zorluklar yaşayan veya daha kronik rahatsızlıkları olan hastaların kısa bir terapiyle iyi sonuç almaları pek olası değildir. Bunun nedeni, güven geliştirmek, bir formülasyon geliştirmek ve derinlemesine çalışmak için yeterli zamanın olmamasıdır. Solms’un açıkladığı gibi, ‘yeni prosedürel anıların oluşturulması yavaş bir süreçtir.’[25] Bu hastalar için kısa süreli iletişim, anlamlı bir değişim gerçekleşmeden önce bir bağlanmayı oluşturup bozarak işleri daha da kötüleştirme riski taşıyabilir.

    Açık Uçlu Terapi ve Sınırlı Süreli Terapi

    Açık uçlu terapi [open-ended therapy], terapinin başlangıcında ne zaman biteceğine dair bir karar verilmemesi anlamına gelir. Bu, hastanın terapisini bitirmeye hazır hissettiğinde sonlandırmanın gerçekleştiği anlamına gelir. Freud’a göre, psikanalizin amacı nevrozu ‘sıradan insan ızdırabına’ dönüştürmekti, yani bir hastanın kendini tamamen daha iyi hissedeceği sihirli bir son nokta yoktur. Bu nedenle, uygulamada terapist, hastanın sonlandırma için doğru zamanın ne zaman olduğunu düşünmesini desteklemede aktif bir rol oynar. Ev taşıma, iş değiştirme, emeklilik vb. gibi dış faktörler de terapinin ne zaman bitirileceği üzerinde etkili olabilir.

    Sınırlı süreli terapi [closed therapy], terapinin süresinin başlangıçta kararlaştırıldığı anlamına gelir. Genellikle sonlandırma tarihi, özellikle kısa bir terapide, çalışma boyunca odak noktası olarak kalır. Sonlandırma üzerinde kararlaştıktan sonra orijinal düzenlemeye sadık kalmak önemlidir, aksi takdirde terapist sınır ihlali yapma riskiyle karşı karşıya kalır. Çerçevenin bu şekilde tutulması zor olabilir, özellikle de hasta geriliyormuş [regress] gibi görünüyorsa, ki bu bir sonlandırma ile karşı karşıya kalındığında böyle olabilir. Bu durumda iyi bir süpervizyon ve destek paha biçilemezdir. Bu kitap daha çok yeni terapistler ve kamu tarafından finanse edilen bir ortamda çalışanlar için daha yaygın olan süreli terapiye odaklanmaktadır.

    Psikodinamik Psikoterapi Psikotrop İlaçlarla Birleştirilebilir mi?

    Psikoterapinin değişime yol açabileceğini biliyoruz, peki terapiyi ilaçla birleştirmek daha büyük bir değişime yol açabilir mi? Araştırmalar, ikisinin bir kombinasyonunun, özellikle orta ila şiddetli semptomları olan hastalarda, tek başına psikoterapiden daha iyi olabileceğini öne sürüyor.[24] Örneğin klinik olarak, psikotropik ilaçlar, aksi takdirde hastanın terapiden yararlanmasını engelleyebilecek biyolojik depresif semptomları iyileştirmek için kullanılabilir.

    Ancak terapi sürecine ilaç kullanımınının eklenmesinin komplikasyonları da vardır. Dewan ve diğerleri, Freud’un ünlü ‘bir puro sadece bir puro değildir’ sözünü ‘bir hap sadece bir hap değildir’ diyerek zarif bir şekilde yeniden yorumladılar.[24] Bunun anlamı, hem hastaların hem de terapistlerinin ilaçların anlamı konusunda bilinçli ve bilinçdışı düşüncelere sahip olmalarıdır (aşağıdaki Klinik Örnek’e bakınız). Öncelikle hastayı ele aldığımızda, ilaç eklenmesi hasta tarafından terapistin kendisini zayıf ve başa çıkamaz olarak görmesi olarak deneyimlenebilir veya diğer yandan, ilaç vermemek terapistin onu ihmal etmesi veya yoksun bırakması olarak deneyimlenebilir. Bu deneyimler, elbette, umuyoruz ki terapinin bir parçası olarak dile getirilebilir ve üzerinde çalışılabilir. McQueen ve diğerleri [26], plasebo etkisi üzerine yazdıkları makalede, ‘ilaçların hastalar için fiziksel etkilerinin ötesine geçen özel bir duygusal anlam taşıyabileceğini…kimi zaman yemek, beslenme ve ilgi gibi kavramlarla ilişkilendirilirken (Tutter, 2006)[27], daha paranoid durumlarda zehirlenme şeklinde de algılanabileceğini’ belirtir.

    Bir terapist, bilinçdışı tümgüçlülük duyguları nedeniyle ilaç alma olasılığını erteleyebilir veya çaresizlik ve yetersizlik hissi gibi karşı-aktarım zorluklarına yanıt olarak psikotropik ilaç reçetesi önerebilir. Bu iki pozisyon da hemen harekete geçmek yerine süpervizyon sırasında daha iyi araştırılabilir. Elbette, karşı-aktarım duyguları söz konusu olsa bile bu, reçete yazmanın yanlış olduğu anlamına gelmez.

    Klinik Örnek Bir hap sadece bir hap değildir.

    Kötü kontrol edilen diyabeti olan genç bir kadın olan Bayan A., daha önceki psikolojik müdahaleye ve antidepresan ilaç tedavisine iyi yanıt vermediği için psikodinamik değerlendirme için sevk edildi. Psikodinamik değerlendirme, babasını kontrolcü ve saldırgan bir adam olarak deneyimlediğini, ondan korktuğunu ve hoşlanmadığını ve erken ergenlik döneminden itibaren ona isyan ettiğini ortaya çıkardı. Daha fazla araştırma, onun insülin alma rejimini ve endokrin kliniklerine gitmeyi bilinçdışı olarak kontrolcülükle eşit tuttuğunu ortaya çıkardı. Kontrol altında hissetme deneyimi, onda asi ve muhalif eğilimler uyandırdı ve bu da zayıf diyabet yönetimine yol açtı.

    Aynı dinamik, önceki terapistle seanslar arasında üstlenilecek görevler konusunda ‘anlaştıklarında’ da yaşanmıştı ve önceki terapist Bayan A.’nın antidepresan ilaç tedavisine başlamasını önerdiğinde bu karşıtlık artmıştı. Bu fark edilip Bayan A. ile tartışıldığında, erken dönemdeki olumsuz deneyimi ile kendisine yardım etmeye çalışan mevcut sağlık profesyonellerinin deneyimi arasında daha iyi ayrım yapabilir hale geldi.

    Eğer bir ilaç endike ise, bunun nasıl reçete edilmesi gerektiğini çözmemiz gerekir. Deneyimlerimize göre, reçeteleme genellikle terapistten farklı bir kişi tarafından yapıldığında daha iyi sonuç verir, çünkü reçeteleme eylemi terapötik ilişkinin gelişmesine müdahale edebilir ve ilişkiyi daha karmaşık hale getirebilir. Ancak iki kişilik bir ilişkiden üç kişilik bir ilişkiye geçmek, özellikle hastanın karakteristik savunma süreçleri zaten bölmeyi içeriyorsa, borderline zihin durumlarının dinamiklerinde olduğu gibi, bölme potansiyelini artırabilir (bkz. Bölüm 13). İkinci durumda, terapist ve reçete eden arasında iyi bir iletişim esastır. Terapist ve reçete eden birlikte çalışabilir ve tutarlı bir şekilde hareket edebilirse olumlu terapötik değişim potansiyeli olabilir, böylece birlikte çalışan ve hastayı aklında tutan bir ‘ebeveyn çifti’nin yeni bir deneyimi sağlanabilir.

    Son olarak, genel klinisyenlerin (yani psikoterapist olmayanların) hastaları gördüğü ancak resmi terapi sağlamadığı durumlarda, terapötik ilişkinin öneminin bir hayli kayda değer olmaya devam etmesi ilgi çekicidir. Bir çalışmada, depresyon tedavisinde imipramin kullanılırken, hastaların öz-bildirimlerine dayanan sonuçlarındaki varyasyonun %9’undan fazlasının tedaviyi uygulayan psikiyatriste bağlı olduğu bulunmuştur. Psikiyatristin etkisi, ilacın etkisinden neredeyse üç kat daha fazlaydı.[28] Hangi tedavi reçete edilirse edilsin, olumlu bir ittifakı destekleyen davranışlar benimseyen psikiyatristlerin tedavi sonuçları daha iyi olmuştur.

    Sonuç Değerlendirmesi

    Bu bölümde, tarihçe, teori ve araştırma üzerine önceki bölümlerden temalar kullanarak psikodinamik psikoterapinin ana hatlarını anlattık. Psikodinamik psikoterapi, psikanalizden gelen uzun bir geçmişi ve evrimi olan büyük bir konudur ve burada psikodinamik yaklaşımın özüne dair bir genel bakış sunmaya çalıştık. Psikodinamik terapinin genel alanındaki yaklaşımlardaki çeşitliliği, daha Freudyen olandan daha ilişkisel olana ve manuel olmayan ve manuel yaklaşımlar arasındaki çeşitliliği bildirdik. Ayrıca, özellikle prosedürel hafızayı anlama ve onunla çalışma konusunda nörobilimden çağdaş katkıları da tanıttık. Son olarak, terapi süresi ve ilaç kullanımı açısından pratik hususları tartıştık. Bunun, psikodinamik psikoterapinin çeşitli boyutlarına daha derinlemesine giren sonraki bölümler için yönlendirici olmasını umuyoruz.

  • Yatan Hastaya Tıbbi Ortamda Psikodinamik Müdahale (28. Bölüm)

    Norka T. Malberg

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 28. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Çocukluk ve ergenlik döneminde kronik hastalık geçirmek, ebeveynlerin çocukları için istek ve umutlarıyla çelişmektedir. Hem çocuğun hem de ailenin öyküsünü yeniden yazarak tüm başa çıkma mekanizmalarını zorlar. Genç bedenin hayatta kalması için eylemin hayati önem taşıdığı durumda, duygusal gelişimi destekleyen, güvenilir ve karşılıklı bir ilişki deneyimi sağlamak gerçek bir zorluktur. Peki çağdaş gelişimsel psikanalitik yaklaşım bu bağlamda nasıl katkı sağlayabilir?

    Çocuk psikanalizi alanı, fiziksel hastalıkların çocuk, aile ve çevre için ortaya çıkan zorluklara yabancı değildir. Anna Freud ve meslektaşları (Eissler, Freud, Kris ve Solnit, 1977), bedensel hastalık yaşayan çocuklarda gelişim ve duygusal tepkilerdeki değişiklikleri anlamaya çalışma şeklimizi değiştirme ihtiyacını araştırdılar. Bowlby (1988), bu çabalarla paralel olarak, çocukların gelişiminde kayıp ve ayrılığın rolünü araştırmış ve çocukların hastaneye yatış deneyimlerinin, dolayısıyla bağlanma stillerinin, çocuklar ve aileleri üzerindeki etkilerini anlamak için bir taslak sunmuştur. Bu önemli katkılar, çocuklar ve ailelerinin tıbbi ortamda nasıl tedavi edileceği konusunda önemli bir etki yapmış ve günümüzde uygulanan yaklaşımları şekillendirmiştir.

    Anna Freud ve meslektaşlarının önemli katkılarından biri, yalnızca çocukla değil, aynı zamanda ebeveynlerle de çalışmanın, kaygı, suçluluk, çaresizlik ve öfke duygularını anlamalarına ve bunlarla başa çıkmalarına yardımcı olmanın önemini vurgulamaktı. Bu konuya kısmen savaş travması yaşayan çocuklara ilişkin ayrıntılı gözlemleri sonucunda odaklanmıştır (Freud, 1973). Ebeveynlerle veya birincil bakımverenlerle çalışarak çocuğun potansiyel travmatik deneyimlere verdiği tepkilerin daha iyi anlaşılabileceğine inanıyordu. Dahası, bu çalışma, çocuğun gelişim aşamasının, hastalık deneyimiyle başa çıkma kapasitesinde ve çocuğun gelecekteki işlevselliğinde oynadığı önemli rolü vurgulamıştır. Hastalığın başlangıcında ulaşılan gelişimsel başarılara bakmak, çocuğun duygusal tepkileri ve davranışsal belirtilerinin anlaşılmasına büyük ölçüde etken olabilir. Londra’daki Hampstead Kliniğinde yayınlanan ilk yazıların çoğu, tıbbi personeli ve ebeveynleri, fiziksel hastalığın bir gencin gelecekteki psikososyal gelişimi üzerinde yaratabileceği ciddi etkiler konusunda bilgilendirmeyi amaçlıyordu. En önemlisi, pediatrik ünitede sıklıkla gözlemlenen ve sıklıkla yanlış anlaşılan, genç hasta, aile ve sağlık hizmeti sağlayıcıları arasındaki ilişkisel uçurumu daha da kötüleştirecek şekilde uygulanan tepki ve davranış örnekleri sunuyordu.

    Bu öncü çalışmayı temel alan Fonagy ve Moran (1990), psikanalitik psikoterapinin pediatrik diyabet hastalarının tedaviye uyumu üzerindeki etkisini araştırdı. Müdahale, savunma mekanizmalarının analizine ve hastaların hastane birimi bağlamında bireysel psikodinamik seanslarla duygu durumlarının farkındalığını ve bunları keşfetme kapasitesini güçlendirmeye odaklandı. Çalışmaları, tıbbi rejime uyumun biyolojik ölçümlerinde önemli iyileşmeler olduğunu göstererek, çocukluktaki kronik hastalıklara psikodinamik yaklaşımın faydalarını vurguladı ve kronik hastalıklardan etkilenen gençler gibi belirli popülasyonlara yönelik gelişimsel ve ilişkisel bakış açılarının klinik uygulamalarının daha fazla araştırılması için gereken net göstergeleri ortaya koydu.

    Bu bölüm, gelişimsel psikanalizin, yani zihinselleştirme temelli terapinin (MBT) ergenlik çağındaki bir böbrek hemodiyaliz ünitesinde uygulanmasını göstermektedir. Psikodinamik bir yapı olan zihinselleştirme teorisi ve pratiği, psikanalizin düşünce ve pratiğinde, kişisel anlam ve kişilerarası dinamikler arasındaki arayüzün ilişkisel ve sistemik bir anlayışına doğru ilerlemeyi temsil eder. Bu konu çocuk psikanalitik psikoterapisi alanında uzun yıllardır ilgi çekici olsa da, bu yeni bütünleştirici yaklaşım, çok sistemli işbirliği ve iletişim ihtiyacı olan hastane birimleri gibi geleneksel olmayan ortamlarda özellikle başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Bu bölümde açıklanan proje, son dönem böbrek yetmezliği yaşayan ergenler arasında tıbbi rejime uyumun zorlu sorununu anlamak ve yönetmek için yeni yollar keşfetmeye çalışmıştır.

    Kronik hastalık bağlamında ergenlik

    Ergenlik, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki geçişsel bir gelişim dönemidir ve bebeklik dönemi hariç yaşamın diğer tüm evrelerinden daha fazla biyolojik, psikolojik ve sosyal rol değişikliğiyle karakterize edilir. Bu gelişim döneminde normal ve anormal arasındaki ayrımlar bazen daha az belirgindir (Cichetti ve Rogosh, 2002). Ergenliğin tanımlayıcı özelliğinin değişim olduğu ve halihazırda değişim halinde olan bir sistem üzerinde olumlu etki yaratma fırsatlarının bulunduğu göz önüne alındığında (Cichetti ve Toth, 1996), birçok çocuk ve sağlık psikoloğu bu kritik döneme odaklanmıştır.

    Fonagy, Gergely, Jurist ve Target (2002), gelişimsel ayrışma ve bireyleşme göreviyle karşı karşıya kalan ergenin, alternatif bakış açılarının sonuçlarından uzaklaşmak için etkileşimlerden veya genel olarak zihinselleştirmeden çekilmeyi seçtiği süreci tanımlamaktadır. Genel olarak, ergen kendisinde ve başkalarında yeni düşünceler ve duygular deneyimledikçe, dünya aniden daha karmaşık, kafa karıştırıcı ve bunaltıcı hale gelir. Ebeveynlerin boşanması, okul ve mahalle şiddeti, kronik hastalık veya ergenin hayatındaki önemli bir kişiyi kaybetmesi gibi çevresel stres faktörleriyle karşı karşıya kaldığında, zihinselleştirme kapasitesi daha da zayıflar. Bu bakış açısından, genç kişinin bağlanma sistemini güvenli ve öngörülebilir bir terapötik ortam bağlamında etkinleştirmek, zihinsel durumlar ve bunlara eşlik eden zor duygular üzerine düşünme kapasitesinin yeniden etkinleştirilmesini kolaylaştırmayı amaçlamaktadır.

    Kronik çocukluk çağı hastalığı normal olgunlaşmayı engelleyebilir ve yetersiz tedavi edilen çocukluk çağı üremisi, büyümeyi ve bilişsel gelişimi bozabilir. Okul devamsızlığı ve kaçırılan mesleki ve sosyal fırsatlar istihdam edilebilirliği ve öz saygıyı azaltabilir (Meijer, Sinema, Bijstro, Melenbergh ve Wolters, 2000). Ergen böbrek hastaları, günde birkaç kez, farklı dozaj ve formlarda çok sayıda ilaç almak zorundadır. İlaç uyumsuzluğu, böbrek nakli yapılan çocuklar ve ergenler için özellikle zorlu bir sorundur (Rianthavorn ve Ettenger, 2005). İlaç uyumsuzluğu, böbrek nakli geçirmiş çocuklar ve ergenler için özellikle zorlu bir sorundur (Rianthavorn ve Ettenger, 2005). İlaç uyumsuzluğunun potansiyel sonuçları ciddi olup daha sık tıbbi komplikasyonlar ve hastaneye yatışlar, aile stresi (Arbus, Sullivan ve Tejani, 1993) ve organ reddi ve zayıf bağışıklık sistemi risklerinin artışını (Bittar, Keitel ve Garcia, 1992; Cecka, Gjertson ve Terasaki, 1997) kapsar.

    Bu benzersiz popülasyonda ilaç uyumunu artırmak için en iyi yaklaşımın hangisi olduğu konusunda belirsizlik vardır. Kronik hastalığı olan, ilaç kullanan hastaların günlük yaşamının derinlemesine anlaşılması, onların uyumsuzluklarını daha iyi anlamak için çok önemlidir. Kronik tıbbi rahatsızlığı olan gençlerin karşılaştığı psikososyal sorunlar üzerine yapılan nitel bir çalışma beş genel temayı ortaya koymuştur: kontrol (kontrolde, kontrol altında, kontrol dışı); duygusal tepkiler (mutluluk, hayal kırıklığı, öfke, üzüntü, kaygı); kabul (hastalığın, başkalarının, kendini); başa çıkma stratejileri; ve anlam arayışı (Olsson vd., 2003). Çalışma, gencin anlamı keşfetmesine ve olumlu sosyal bağlantılar yoluyla özsaygı ve kabul oluşturmasına olanak tanıyan müdahalelerin bu gruptaki uyum sonuçlarını muhtemelen iyileştireceği sonucuna varmıştır.

    Klinik gözlem ve ampirik araştırmalardan yola çıkan ergen böbrek hastalıkları projemiz, klasik çocuk psikanalizinin unsurlarını (yani savunma analizini) zihinselleştirmeye dayalı grup müdahalesi şemsiyesi altında birleştirmeyi amaçlamıştır. İlerleyen sayfalarda böyle bir yaklaşımın temel unsurlarının kısa bir açıklamasının yanı sıra pediatrik böbrek hastalıkları ünitesindeki uygulama sürecinin anlatımsal açıklaması da sunulmaktadır.

    Hemodiyaliz ünitesinde ergenlerle çalışmaya yönelik zihinselleştirme yaklaşımı

    Zihinselleştirme (mentalization) terimi, öznel durumlar ve zihinsel süreçler açısından birbirimizi ve kendimizi, örtülü ve açık bir şekilde anlamlandırma sürecimizi ifade eder (Allen, 2006; bkz. Bölüm 2: Çağdaş psikodinamik psikoterapide döngüsel ilişkisel kalıplarla çalışmak).

    Zihinselleştirme, bireyin ilişkisel dünyada etkin bir şekilde işlev gösterme becerisinin merkezinde yer alır. Birçok nedenle karmaşık ve belirsiz bir süreçtir; bunlar arasında, bir kişinin yanlış bir inanç doğrultusunda hareket etme olasılığı da bulunmaktadır. Ayrıca inançlar, duyusal algılar, hafıza ve motivasyon arasındaki karmaşık bir etkileşim sonucu ortaya çıkar ve bu nedenle birçok nedenden dolayı değişebilir; örneğin çevre değişmiş olabilir veya bazı gizli zihinsel süreçler gerçekleşmiş olabilir. İnançlar, gerçeğin temsilleri olduğu için, insanlar çok farklı inançlara sahip olabilir ve görünüşte benzer şeyler hakkında çok farklı duygular hissedebilirler  (Malberg ve Midgley, 2016). Ergenlik bağlamında ise bu tablo, bu gelişim aşamasının fiziksel, sosyo-bilişsel ve duygusal çalkantılarının seviyesi tarafından daha da karmaşık hale gelir.

    Bir genç, kronik hastalık gibi stresli koşullarda olduğunda, zihinselleştirme kapasitesi, tıpkı ebeveynlerin, öğretmenlerin ve tıbbi personelin kapasitesi gibi zorlanır. Bu ortamda etkili bir müdahale, kronik hastalığın sistemik etkisini ele almalıdır. Bu amaçla, zihinselleştirme gibi bir kavramın paylaşılması ve sistemin günlük diline dahil edilmesi, terapistin neyi başarmaya çalıştığını anlamak ve desteklemek için faydalıdır; bu, “sistemi zihinselleştirme”yi hedefler (Twenlow, Fonagy ve Sacco, 2005). Fiumara’ya (2008) göre, zihinselleştirme, içimizde gelişse de başkalarıyla paylaşmayı deneyebileceğimiz bir psikolojik yaşam biçimidir. Gelişen birey tarafından ifade edilebilecek zihinselleştirme çabaları, bu kapasitelere mikro veya makro topluluk içindeki diğer bireylerde kendiliğinden etkin olduğu ölçüde onaylanır ve teşvik edilir. Kronik olarak hasta ergenin pasif rolü ve depresyon ve anksiyetenin yüksek yaygınlığı ile kronik hastalığın ailenin psikososyal işleyişi üzerindeki etkisi hakkında çok şey yazılmıştır (Brownbridge ve Fielding, 1994). Ancak, hastalığın kişisel anlamının genç kişi ve ailesi üzerindeki etkisine veya somut ve bazen yıkıcı zihinselleştirme örüntülerinin birçok genç insanda sistem içinde hayatta kalmanın bedeli olarak nasıl bir “sahte kendilik” (başkalarının kişinin olmasını istediği şey) teşvik ettiğine yeterince dikkat edilmemiştir. Zihinselleştirme perspektifinden tıbbi uyum düşünmek, bunu bir başa çıkma aracı, kontrol duygusu kazanma ve benlik sınırlarının (beden ve zihin) ile nesne istikrarının (ilişkiler bağlamında kimim?) kısmi bir onayı olarak anlamamıza yardımcı olur.

    Bu bağlamda, bir ZTT (Zihinselleştirme Temelli Terapi) grubu, duygu ve düşünmeyi teşvik ederken merak ve oyunculuğu da teşvik etmeyi amaçlar. Daha spesifik olarak, ergenlerin yaşamlarında yaygın olan stres faktörleri ile başa çıkmanın yeni yollarını teşvik eder, özellikle ciddi çevresel zorluklar veya ilişkisel travma yaşayan ergenler için.

     

    Neden bir grup?

    Anlamlı akran ilişkilerinin oluşumu ergenliğin gelişimsel görevlerinden biridir. Akran ilişkileri ergenlik döneminde belirgin bir şekilde artar ve bazı durumlarda bağlanma ilişkilerine dönüşebilir. Sonuç olarak, bu gelişimsel dönemdeki müdahaleler daha az tehdit edici hissedilebilir. Sonuç olarak, bu gelişimsel dönemdeki grup müdahaleleri daha az tehdit edici hissedilebilir ve genç kişinin güvenli ve kontrollü bir akran ortamı bağlamında, mevcut bağlanma örüntüsünü şekillendiren kişilerarası ve çevresel deneyimleri yeniden gözden geçirmesine olanak sağlama potansiyeline sahip olabilir.

    Böbrek hastalıkları ZTT grup yaklaşımının (Malberg, 2013) temel amacı, duygusal, gelişimsel ve kültürel olarak alakalı ve potansiyel olarak zihinselleştirmeyi engelleyen temalara odaklanarak bağlanma sistemini güvenli bir alan olarak grup bağlamında aktive etmektir. İkinci olarak, gencin kişilerarası işlevselliğini engelleyebilecek yansıtma gibi mevcut savunma stratejilerini belirlemeye çalıştı.

    Böbrek hastalıkları projesi üç paralel gruptan oluşuyordu. Ana grup, hemodiyaliz ergen biriminin altı üyesinden oluşan haftalık bir gruptu. Seanslar 4 saatlik hemodiyaliz döngüsünün ilk bir buçuk saatinde gerçekleşti. Ek olarak, ebeveynlerden oluşan bir grup ve hemşirelerden oluşan bir grup, ergen grubuna paralel olarak her iki haftada bir bir araya geldi.

    Programın tanımı: Tasarımdan uygulamaya

    Müdahale öncesi değerlendirme

    Projenin ilk 6 ayında, katılımcıların tıbbi uyumlarının biyolojik ölçümlerinin bir temel çizgisi oluşturuldu. Kilo (sıvı alımını ölçmek için) ve kalsiyum ve potasyum seviyeleri (oral ilaç alımını ölçmek için) izlendi. Ek olarak, tüm katılımcıların kişilik işlevlerini değerlendirmek için Millon Ergen Kişilik Envanteri (MAPI) verildi. MAPI değerlendirmesi, genç kişi için algılanan zorluk veya endişe alanlarını gösteren bir ölçek üretir. Üçü ortalama kişilerarası çatışmaları (arkadaşlar ve aileyle) ve üçü hastalıkla ilgili çatışmaları (bir hemşire ve bir çocuk arasındaki tartışmalar gibi) tasvir eden bir dizi bilgisayar tarafından oluşturulmuş kısa öykü sunuldu ve her katılımcının zihinleştirme stili, reflektif fonksiyon için bir kodlama sistemi kullanılarak değerlendirildi. Bu değerlendirmelerin bulguları ve aktif gözlemden elde edilen veriler, grubun yapısını ve ilk temalarını bilgilendirdi. Ayrıca değerlendirmeler, grup liderinin grup katılımcılarının her biri için bir zihinselleştirme profili oluşturmasına yardımcı oldu.

    Grup tedavisinin süreci

    ZTT’nin temel amaçlarından biri, karşılaşılan kişilerarası stres faktörlerine karşı eğlenceli ve araştırmacı bir duruş sergilemeyi teşvik etmektir. Fiziksel kısıtlamalara uyum sağlamanın ve gizlilik sorunlarını yönetmenin yollarını bulma ihtiyacı, böyle bir duruşu teşvik etmek için mükemmel bir ortam hazırlamıştır. Proje, bu çabaya hastaları, ailelerini ve hemşirelerini dahil etti. Örneğin, grup seanslarımız sırasında telsiz kullanarak ayrı bir odadaki gençlerle (hastalık veya enfeksiyon korkusu nedeniyle) iletişim kurabileceğimiz bir sistem geliştirdik. Bu uygulama daha sonra tıbbi personel tarafından benimsendi ve bunu, genellikle kişilerarası çatışmayla sonuçlanan bir durum olan genç bir hastanın çığlıklarına kulak vermek zorunda kalmaktan iyi bir alternatif olarak gördüler. Aşağıda ilk grup seanslarının birinden bir alıntı bulunmaktadır.

    Klinik örnek: Amir

    Amir, 13 yaşında bir Pakistanlı çocuk, başlangıç egzersizinin ardından paylaşmaya başladı. Egzersiz, son bir hafta içinde yaşadığı iyi ve kötü bir olayı içermekteydi. Ünite içinde saçma şakalarıyla ünlü olan Amir, kızlar tarafından ciddi olması için uyarıldı. Gülümsedi ve hayatındaki her şeyin oldukça iyi olduğunu, geçen hafta sınavını geçtiğini ve okulda biraz futbol oynayabildiğini paylaştı. ancak kız kardeşlerinin 2 hafta içinde Pakistan’a geri döneceklerini ve bunun gerçekten zor olduğunu, çünkü 5 yıl önce hastalandığı için seyahat edemediğini söyledi. Uribe, oldukça ciddi, 17 yaşında bir genç, Amir’in ağlak bir çocuk olduğunu söyledi. Ünitedeki en büyük çocuk olan 18 yaşındaki Lana, Uribe’ye onun kötü davrandığını söyledi.

    Lana: Uribe, bizden her zaman daha iyi olduğunu düşünüyorsun… Amir’e kaba davranıyorsun. Konuşmak senin için kolay, sen sadece bir yıl önce hastalandın…

    Uribe: Sadece onun sahip olduğu şeylere şükretmesi gerektiğini ve güçlü olması gerektiğini söylüyorum…

    Terapist: (Amir’e bakarak) Acaba Amir şu anda nasıl hissediyor… Bu konuşmayı nasıl algılıyor…? Gerçekten bilmiyorum ama yüzü bana rahat hissetmediğini söylüyor gibi görünüyor… Başkaları ne düşünüyor?

    Uribe: Ben sadece şunu söylemeye çalışıyorum…

    Lana: Dur, kızım, daha fazla konuşma…

    Terapist: Peki, sizce Uribe ile Lana arasında ne oluyor

    Amir: Bence her ikisi de haklı olmak istiyor, ama kimse bana sormuyor!

    Jason:  (Gülerek) Peki yeni olan ne… anneler, hemşireler ve kız kardeşler… hep aynı, konuş, konuş, her zaman haklılar!
    Terapist: Hmm… Gerçekten hızlı gidiyoruz, arkadaşlar. Sizce bir dakika yavaşlayıp, Amir’in hikayesinin neden herkeste “büyük duygular” yarattığını düşünmemiz mümkün mü?
    (Grup güler) Bunu fark ediyorum ve şu anda insanların ne düşündüğünü ve hissettiğini merak ediyorum…

    Amir: Bence hasta olmak hepimiz için farklı bir şey…

    Lana: Yüzemediğim için nefret ediyorum. Yüzmeyi seviyorum…

    Helen: Ben de hiç bisiklete binemedim…
    (Diğer üyeler paylaşır. Uribe sessiz kalır ve oldukça mutsuz görünür.)

    Terapist: Eğer Amir olsaydım, gerçekten dışlanmış hissederdim. Dışlanmak zor bir şey. Sanırım diğerleri de bunun nasıl hissettirdiğini biliyor, değil mi?

    Helen: Evet… ve eğer bir şeyler yapmaya alışkınsan ve yapamıyorsan, bu gerçekten kötü!
    (Uribe gülümser ve kabul eder.)

    Terapist: Uribe’nin gülümsemesi bana Helen’le aynı fikirde olduğunu düşündürüyor…

    Uribe: Evet, ve üzgünüm Amir, sanırım şikayet etmenin kötü olduğuna inanıyorum, çünkü Tanrı seni cezalandırabilir…

    Terapist: Bu, inanman için sana öğretilen bir şey ve senin bir parçan. Zor olan, başkalarının zor şeylerle başa çıkma şeklinin farklı olması.

    Lana: Buna katılıyorum! Amir’e iyi davranmalısın, kızım!
    (Grup güler.)

    Amir: Sanırım kız kardeşlerime kızgınım, kıskanıyorum, annem de diyor…

    Terapist: Başkaları ne düşünüyor? Amir’in az önce bizimle paylaştığı şey sizi şaşırttı mı?

    Jason: Bence hasta olmamalıyız, biz genciz, yaşlılar hasta olmalı.
    (Diğer grup üyeleri de aynı fikirde. Sohbet, hasta olmanın verdiği öfkenin günlük strese nasıl tepki vermemize neden olduğu üzerine düşünmeye kayıyor.)

    Bu bağlamda, grup liderinin kendi duygusal tepkilerine ve zihinsel olmayan anlarına (duyguların söylenen veya yapılan şey hakkında düşünmesini engellediği anlar) yalnızca özel olarak değil, aynı zamanda diğer grup üyelerini de kendisiyle birlikte bunlar hakkında düşünmeye teşvik ederek dikkat etmesi son derece önemlidir. Bunu yaparak, grup lideri sorgulayıcı bir tutum hem de öz gözlem geliştirmeyi teşvik ederken, grup üyelerinin kendi zihinsel durumlarını keşfetmeye ne kadar çalıştıkları ve başkalarının zihinsel durumlarını ne kadar keşfettikleri arasında bir denge kurar. Kronik hastalığı olan ergenler, başkalarının ihtiyaçlarına ve isteklerine aşırı uyum sağlama (hipermentalizasyon) konusunda özel bir kapasite geliştirirler, özellikle de ergenlerin kendilerini hayatta tuttuğunu düşündükleri tıbbi personel üyelerinin ihtiyaçlarına ve isteklerine. Bu nedenle görev, bu ergenlerin dikkat etme ve kendileri hakkında meraklı olma ile başkalarını akıllarında tutma arasında denge kurmalarına yardımcı olmaktır. Başlıca görevlerden biri, tartışmalarımızı nasıl normalleştireceğimiz ve hastalık bağlamından uzakta yaşa uygun konuları nasıl keşfedeceğimiz, ergenlerin düşünceleri ve duyguları ile etraflarındaki insanların, özellikle diğer akranlarının düşünceleri ve duyguları hakkında aynı anda düşünme kapasitesini harekete geçirme amacı oldu.

    Birçok grup tartışması sırasında böbrek hastalıkları ünitesindeki gençler, akranlarının bazı davranışlarını anlamada yaşadıkları zorlukları tartıştılar. Bu tartışmalar, grup liderine üyelerin akranlarının tutumları, inançları ve duyguları hakkında sahip oldukları varsayımları sorgulama ve gençlerin akran ilişkileri bağlamında deneyimlerini doğrulama fırsatı sundu. Grup dinamikleri geliştikçe, aile dinamikleri ve bunlarla başa çıkma yollarıyla ilgili sorunlar ve “hastane ailesinin” bu dinamikleri nasıl anladığı ve bunlara nasıl tepki verdiği çok önemli bir konu haline geldi. Bazen hastanenin kültürü, ailenin başa çıkma şekliyle çatışmaktadır, özellikle de çok kültürlü ortamlarda. Sıklıkla, uyumsuzlukla ilgili meseleler üzerindeki aciliyet duygusu, sağlık çalışanlarının, durumun genç kişi ve ailesi için kişisel anlamını zihinselleştirme kapasitesini engellemektedir.

    Zihinselleştirmeye dayalı teknikler ve grup çalışmasına uygulanması

    Daha önce de belirtildiği gibi, değerlendirme aşaması grupta keşfedilen temaları bilgilendirmek için kullanılan verileri üretti. Ancak, ortama gerekli uyarlamalara izin verilirken ana ZTT teknikleri ve terapötik duruşa bağlı kalındı. Grup kolaylaştırıcısı, kimsenin gerçekte “bilmediği” ancak herkesin, rahatsız edici tartışmalar bağlamında başkalarının ne hissettiğini ve düşündüğünü “tahmin etmeye” ve “merak etmeye” teşvik edildiği saygılı bir atmosfer yaratmayı amaçladı. Düşünsel ve sorgulayıcı bir duruş kullanarak kişinin duygusal tepkilerini yönetmenin çeşitli yolları, zihinsel olmayan etkileşimler sırasında (örneğin, iki üye birbirinin bakış açısına takılıp kaldığında) şakacı bir biçimde aktarıldı. Önceki klinik örnekte gösterildiği gibi, zihinselleştirme duruşundan gelen dört spesifik teknik, kapsayıcı ve zihinselleştirici bir ortamı koruma sürecine yardımcı olmayı amaçlamaktadır.

     

    Duraklat, araştır ve geri sar (Pause, search, and rewind)

    Kolaylaştırıcı, grubun dikkatini zihinselleştirmeyen etkileşime çeker ve katılan üyelerden birini durup o anda deneyimledikleri duyguyla kalmaya teşvik eder. Gençten bu duyguyu adlandırması ve daha sonra başka zamanlarda ve kiminle böyle hissettiğini araştırması veya düşünmesi istenir. Daha sonra odak noktası şimdiki zamana getirilir ve tartışmaya katılan katılımcılar, bu etkileşimin nasıl başladığını ve böyle hissetmeye başlamadan ve zihinleri ile diğerinin zihnini ayrı olarak düşünme kapasitelerini kaybetmeden önce düşünce ve duygularının neler olduğu hakkında düşünmeye teşvik edilir.

    Denetleme (Checking)

    Bu, grup içinde birlik ve uyum arttıkça sıklıkla kullanılan basit bir beceridir. Örneğin, birisi başka bir kişinin davranışından (genellikle sözel olmayan ipuçları ile gösterilir) dolayı üzgün veya rahatsız görünüyorsa (bu bölümdeki örnekte olduğu gibi) veya belirgin bir kışkırtma olmadan agresif bir şekilde tepki veriyorsa, genci diğer kişinin duyguları veya düşünceleri hakkındaki inancını paylaşmaya teşvik etmek ve dahil olan gençleri birbirlerini kontrol etmeye teşvik etmek faydalıdır.

    Üye alımı (Recruiting)

    Grup üyeleri, izlenimlerini ve bakış açılarını paylaşmak üzere sürekli olarak toplanır ve bu, insanların rahat olduğu ve grup düşünme sürecine katıldıklarında utanma korkusu olmadan tahminde bulunabildikleri bir “bilinmeyen” ortama çanak tutar.

    Zihinselleştirme duruşunun güçlendirilmesi

    Kolaylaştırıcı, üyeleri günlük yaşamlarında grup dışında zihinsel olmayan çıkmazların üstesinden gelmek için başarılı yollar belirlemeye ve paylaşmaya teşvik eder. Grup üyelerinin özellikle zorlayıcı bulduğu ve grupla beyin fırtınası yapmak istediği kişilerarası çatışmaları belirlemek faydalı olabilir.

    Kronik Hastalık Bağlamında Ebeveynlerin Reflektif Fonksiyonunun Aktifleştirilmesi

    Bir çocuğun zihinsel durumu anlamaya yönelik kapasitesi, ebeveynin reflektif fonksiyon kapasitesine bağlıdır; bu, ebeveynin çocuğa, “onun bir duygu, istek ve düşünce sahibi bir varlık olarak kendini deneyimleyebileceği bir dünya yaratmasına” olanak tanır (Target ve Fonagy, 1996, s. 461). Bağlanma alanındaki araştırmalar (Steele ve Steele, 2008), bir ebeveynin kendi ve çocuğunun zihinsel durumlarını birbirinden ayrı ve ebeveynin kendi zihinsel durumlarıyla etkileşim içinde anlamlandırabilme kapasitesinin, ebeveynlerin, ebeveynlik sürecinde kendilerini düzenlemek için esnek ve uyumlu yollar geliştirmelerinde kritik bir rol oynadığını desteklemektedir.

    Kronik hastalık bağlamında, ebeveynlerin zihinselleştirmeleri, çocuklarının hayatta kalma korkusu nedeniyle zorluklarla karşı karşıya kalır. Bu bağlamda, Slade’in (2005) zihinselleştirmenin genişletilmiş bir tanımına duyulan ihtiyaç üzerine yaptığı çalışmalar yardımcı olmaktadır. Slade, zihinselleştirme kapasitelerinin, “duygular, davranış, beden ve öz deneyim arasındaki bağlantıları” gruplama ve temsil etme kapasitesinin kümülatif sonucu olduğunu ileri sürer (s. 271). Kronik hastalığı olan ergenin sözsüz ifadeleri (beden aracılığıyla) ve sözlerin ve davranışların ardında yatan anlamların farkındalığını artırmak, ebeveynlerle yapılan grup çalışmalarında önemli bir amaç haline gelir. Bu kapasite, Shai ve Belsky’nin (2011) ebeveynlerin bedensel zihinselleştirmesi (EBZ) olarak tanımladıkları kapasiteye dayanır; bu da (1) bebeğin zihinsel durumlarını, bebeğin bütün bedensel kinestetik ifadelerinden sezgisel olarak kavrayabilme, anlayabilme ve çıkarımda bulunabilme ve (2) kendi kinestetik örüntülerini buna göre ayarlayabilme kapasitesidir. Bir ebeveynin odağı çocuğunun hayatta kalmasına odaklandığında, bu EBZ kapasitesi potansiyel olarak engellenebilir. Kronik hastalıkla ilgili sorunlarda ebeveynlerin zihinselleştirmelerini bir grup bağlamında aktifleştirmenin yollarından biri, gençlerin bedenleri üzerindeki sahipliklerinin, bedenin iflas ettiği bir durumda nasıl bir etki yarattığına odaklanan psiko-eğitimsel bir bileşenin tanıtılmasıdır. Gelişimsel bir bakış açısı, ebeveynlerin kendilerinin ve çocuklarının birbirlerine gönderdikleri sözsüz ipuçlarını ve bunların ilişkilerinin kalitesini nasıl etkilediğini düşünmelerine yardımcı olmakta son derece faydalıdır. Kronik hastalıklar, ebeveynlerin çocuklarının özerklik ve bağımsızlık duygusunu kazanmalarını etkileyebilecek çeşitli reaksiyonlarla sıklıkla ilişkilidir. Örneğin, bir ebeveynin çocuğunu kaybetme korkusunun, ebeveynin aşırı kontrol ve kaynaşma eğilimlerini körükleyerek, genç kişinin ayrışma ve bireyselleşme ihtiyacıyla çelişmesine neden olduğu sıklıkla gözlemlenir. Peki, bazı davranışları, son derece doğal olmayan bir duruma, yani genç bir kişinin yaklaşan ölümüne uyum sağlamaya yönelik bir adaptasyon olarak anlamayı nasıl değerlendiririz? Böbrek hastalarımızın ebeveynleriyle çalışmak, pediatrik psikoloji literatüründe sıklıkla göz ardı edilen veya davranışsal bir bakış açısıyla anlaşılmaya çalışılan konuları düşünmemize yardımcı olmuştur. Aşağıdaki örnek, belirli davranışları, sosyo-kültürel bağlam içinde ve tıbbi bağlamda nasıl yeniden çerçevelememiz gerektiğinin önemini göstermektedir. En önemlisi, konularımıza alçakgönüllülükle ve öğrenmeye istekli olarak yaklaşmamız ve “bilmeme” durumumuzu kabul etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır; bunlar zihinselleştirme temelli yaklaşımların temel ilkeleridir.

    Klinik örnek: Amir’in annesi

    Amir’in annesi altı çocuk sahibiydi: dört kız ve iki erkek. Amir, doğan son çocuktu ve annesi tarafından çok değerli bir çocuk olarak tanımlanıyordu. Diğer ebeveynlerle, Amir’in bebekken ne kadar güzel olduğunu ve onun gelişini ne kadar çok kıymetli bulduğunu paylaştı, çünkü bu, onun son çocuğu olacaktı. Amir Birleşik Krallık’ta doğmuştu ve bu, onu ailesindeki tek “gerçek” İngiliz yaparak özel bir statü kazandırmıştı. Amir, hastalanmadan önce atletik ve parlak bir gençti ve ondan birçok şey bekleniyordu. Amir’in hastalığı teşhis edildikten altı ay sonra babası Pakistan’a gitmişti. Amir’in annesi, Amir’in hastalığıyla başa çıkmanın kocası için büyük bir yük olduğunu düşündüğünü belirtti. O, kızlarının kendisine yardımcı olduğunu, Amir’e bakıp, onun tedavi düzenine uymasını sağladıklarını söyledi. Ancak son zamanlarda, Amir’in yalan söylemesi ve onlar bakmadığında soda ve su içmesi (bu, vücudundaki sıvı seviyelerini etkileyip, organ fonksiyonlarını potansiyel olarak bozuyordu) nedeniyle işler daha zor hale gelmişti. Ayrıca, ünitenin yeni çocuğunun (ailesi grup toplantılarına katılmayan) Amir üzerinde kötü bir etkisi olduğunu, ona istediğini yapacak kadar büyük olduğunu söylediğini düşündüğünü ekledi. Amir’in annesi, Amir’in üzerindeki kontrolünü kaybetmekte olduğunu hissediyordu. Amir bir adam oluyordu ve bu gerçekleştiğinde, “biliyorsunuz,” diye ekledi, “onu kontrol edemezsiniz!”

    Amir’in annesi, oğlunun kontrolsüz bir adam olmasından endişelerini dile getirdi. Ancak merakla ve açık bir zihinle dinlerken, oğlunun büyüdüğünü ve bazı davranışlarının normal olduğunu anladığını, ancak hastalığıyla ilgili öfkesini ve kırgınlıklarını kendisine destek olabileceği şekilde kabul etmemesi ve ifade etmemesiyle karşılaştığında hayal kırıklığına uğradığını öğrendik. Aslında, Amir, ünitenin en uyumlu davranış gösteren hastasıydı (sessiz ve nazikti), ancak bu, onun sürekli olarak tıbbi tedavi düzenine uymamasının zıt bir yansımasıydı. Genellikle, başkalarına zarar gördüğünü veya çaresiz ve korkmuş hissettiğini bildirmek için sık sık mizah kullanırdı. Ancak evde, annesini incitmekten korkarak, kendisini hasar görmüş bir çocuk olarak ya da babası tarafından terk edilmiş olma konusunda olumsuz duygularını ifade edemediğini hissediyordu. Amir ve annesi, korku nedeniyle sıkışıp kalmış ve felç olmuşlardı, bu da zihinselleştirmeyen etkileşim döngülerine yol açıyordu. Anne ve oğul birbirlerinden giderek daha fazla uzaklaşıyorlardı. Amir ile bir grupta çalışan biri için bu önemli bir bilgiydi çünkü Amir sıklıkla ailesi ve akranları tarafından değersiz ve dışlanmış hissettiğinden bahsediyordu.

    Ebeveyn grubu, Amir’in annesi için, oğlunun bazen “bebek bakımı”na ihtiyaç duysa da bağımsız olma arzusuna dair hayal kırıklıklarını paylaşabileceği güvenli bir alan haline geldi. Diğer ebeveynler de çocuklarını kaybetme korkusuyla nasıl başa çıktıklarına dair paylaşımlarda bulunarak ona katıldılar; bu korku, dil ve kültür engellerini aşan bir korkuydu. Bazıları, manevi inançlarının kendilerine nasıl yardımcı olduğunu paylaştı; diğerleri ise geniş aile ve arkadaşların öneminden bahsetti. Bu duyguları, grubun güvenli temeli bağlamında ve bir zihinselleştirme kolaylaştırıcısının desteğiyle keşfetme deneyimi, Amir’in annesini, oğlunun zorlu öz keşfi ve büyümesiyle karşılaştığında kendi zihinsel durumlarını ve tepkilerini keşfetmeye motive etti. Bu arada, Amir’in ergenler grubundaki deneyimi, belki de hastalığı bağlamında evdeki annesiyle olan ilişkilerindeki çatışmalarla başa çıkabilmesi için onu daha iyi hazırlıyordu.

    Sonuç

    Kronik hastalığı olan ergenler ve aileleriyle yapılan klinik çalışma, psikodinamik odaklı profesyonellerin içgörü sunabileceği ve başarılı müdahaleler geliştirebileceği bir alandır. Benjamin (1995) gibi çağdaş psikodinamik yazarların ve Fonagy ve arkadaşlarının (Allen, Fonagy ve Bateman, 2008) yaklaşımlarının tanımladığı, karşılıklı etkileşimin değerine olan mevcut odaklanmamız, psikodinamik literatürdeki klinik bilgeliği, atipik popülasyonlara yardım etme çabalarında somut adımlara dönüştürmemize olanak tanımaktadır. Böbrek hastalıkları projesinde örneklendiği gibi, bu bütünleştirici psikodinamik yaklaşımlar, güven, samimiyet, bakım ve topluluk gibi arzu edilen insani ilişkisel becerilerin ifade edilmesini ve hatta güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Bu şekilde, gençlerin akıl almaz bir deneyimi yaşarken, öz deneyimin temel yönlerini dile getirmek için yeni yollar sunma fırsatını sağlamak ve bununla birlikte daha yüksek kaliteli bir duygusal yaşam sağlamayı hedefliyoruz.

    Bu bölümde de vurgulandığı gibi, “bilmeme” duruşunu sürdürerek hastalarımız ve ailelerinin anlattığı hikayelere duyduğumuz merakı sürdürüyoruz. Bu merak, sorular sormamıza ve hastaların ve ailelerin, kronik hastalık durumlarında henüz söylenmemiş olanı keşfetmelerine olanak sağlayacak şekilde yanıt verme fırsatını sunmaktadır. Gençleri, ailelerini ve profesyonelleri, pediatrik kronik hastalık deneyimi etrafındaki öyküleri anlatmaya ve yeniden anlatmaya, yazmaya ve yeniden yazmaya davet ettiğimizde, genellikle herkesin takılı kaldığı noktaları (zorlayıcı zihinselleştirmeme döngüleri) aşmasını sağlayan ve geçiş ile değişim dönemleriyle belirlenen ilerleyici gelişimi kolaylaştıran yeni anlamlar ortaya çıkmaktadır.

  • Ergenler İçin Psikodinamik Psikoterapi (17. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 17. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Dana Atzil-Slonim

    Dünya Sağlık Örgütü’ne (2013) göre, dünya genelinde her yıl tüm ergenlerin %20’si bir ruh sağlığı problemi yaşamaktadır. Ergenlerin ruh sağlığı sorunları, eğitim hayatları, sosyal yaşantıları ve dünyada kendi yollarını bulma yetileri de dahil olmak üzere hayatlarının tüm yönleri için önemli sonuçlar doğurmaktadır (Midgley, O’Keeffe, French ve Kennedy, 2017). Ergen psikoterapisi araştırmaları son yirmi yılda önemli ölçüde ilerleme kaydetmiş olsa da (bkz. Midgley ve ark., 2017), yetişkin psikoterapisine dair mevcut geniş literatürle kıyaslandığında ergen psikoterapisi hâlâ geride kalmaktadır.

    Ergenlik, çocukluktan yetişkinliğe geçiş ve yetişkinliğe hazırlık sürecidir. Bu dönem, biyolojik, psikolojik ve sosyal açıdan çok sayıda değişimle karakterize edilen bir gelişim evresidir. Bu faktörlerin birleşimi, ergenlik dönemini hem son derece önemli hem de oldukça zorlu kılmaktadır. Psikodinamik kuramcılar, bu döneme özgü gelişimsel zorlukları tanımlamış ve bu kritik gelişim aşamasında zorluk yaşayan ergenler için psikoterapinin büyüme ve değişim açısından sunduğu olanakları tartışmışlardır. Bu bölüm, ergenler için psikodinamik psikoterapiye odaklanmaktadır. Bölümün ilk kısmında, psikanalizin erken dönemlerinden günümüze kadar ergenlik dönemine ilişkin psikodinamik kuramların kısa bir değerlendirmesi sunulmaktadır. İkinci kısımda, psikodinamik psikoterapinin uygulamadaki yeri ele alınmaktadır. Üçüncü kısım, ergenlerle gerçekleştirilen psikodinamik psikoterapi araştırmalarından elde edilen güncel bulguları gözden geçirmektedir. Son olarak, dördüncü kısımda, psikodinamik psikoterapi sürecinde bir ergenin yaşadığı değişimi anlatan kısa bir vaka örneği sunulmaktadır.

    Ergenlik Üzerine Psikodinamik Kuramlar

    Ergenlerle psikodinamik psikoterapi, psikanalitik fikirlerden yararlanırken gelişim psikolojisi ve bağlanma kuramı gibi diğer disiplinlerden de kavramları bünyesine katar (Lanyado ve Horne, 2009). Psikodinamik psikoterapi terimi çeşitli yaklaşımları kapsasa da, çoğu yaklaşım ergenin yaşadığı sorunların duygusal bir anlam taşıdığı temel fikrinde birleşir. Bu sorunların kökeni, ergenin en erken deneyimlerinden ve ilişkilerinden oluşan içsel dünyasında yatmaktadır.

    Ergenlik Üzerine Klasik Psikodinamik Perspektifi

    Klasik Freudyen kuram, ergenlik gelişimine nispeten az dikkat göstermiş ve bu dönemi yalnızca psikoseksüel gelişim bağlamında ele almıştır. Cinsellik Üzerine Üç Deneme adlı eserinde, Freud (1905) ergenliği, dağınık çocuk cinselliği ile genital odaklı yetişkin cinselliği arasında bir geçiş dönemi olarak tanımlamıştır. Freud’a göre bu süreçteki temel olaylar; erojen bölgelerin genital bölgeye tabi kılınması, erkekler ve kadınlar için farklılık gösteren yeni cinsel hedeflerin belirlenmesi ve ailenin dışından yeni cinsel nesnelerin bulunmasıdır. Anna Freud (1958), bu fikirleri daha da geliştirerek ergeni, son derece acil ve yoğun bir duygusal mücadele içinde olarak tanımlamıştır. Ona göre, ego bütünlüğüne yönelik tehdit, hem ergenlik dönemindeki güçlü dürtülerden hem de çocukluk ve bebeklik dönemine ait nesnelere yönelik regresif çekimden kaynaklanmaktadır. Anna Freud’un vurgusu, ergenin egosunu, idin dürtülerinden ve bireyin ödipal ve preödipal geçmişindeki sevgi nesnelerinden kaynaklanan kaygıya karşı koruyan savunma mekanizmaları üzerindedir.

    Blos (1967), Anna Freud’un temalarından birini genişleterek, ergenin çocukluktaki içselleştirilmiş sevgi ve nefret nesnelerinden uzaklaşarak dış dünyada aile dışı sevgi ve nefret nesneleri bulma sürecine vurgu yapmıştır. Blos, ergenliği, bireyin aile bağımlılıklarından kurtulup, çocukluk nesne bağlarını gevşeterek topluma bireyselleşmiş bir yetişkin olarak katıldığı ikinci bir bireyleşme süreci olarak tanımlamıştır. Bu zorlu süreç boyunca, ergen çocukluk nesnelerinden gelen rahatlığı arzularken, aynı zamanda bu nesnelerle yeniden yakınlaşmaktan korkar. Blos, ego regresyonunu ergenin ilerleyici gelişiminin temel bir bileşeni olarak görmüştür.

    Erikson (1968), ergenliği bireyin kişisel kimlik duygusunu oluşturması gereken bir dönem olarak tanımlamıştır. Ergenler, nereden geldikleri, kim oldukları ve ne olacakları hakkında sorulara yanıt bulmalıdır. Bu dönemin belirgin özelliği olan ebeveynlere karşı isyan, ergenlerin kendi kimliklerini netleştirmelerine yardımcı olmayı amaçlar. Bu süreçte, akran grubu, ergenlerin kendi kimliklerini oluşturmalarına ve kendilerini tanımlamalarına yardımcı olan temel bir faktör olarak hizmet eder.

    Ego psikolojisi literatüründe de ergenlerin ebeveynleriyle olan ilişkilerindeki dönüşüm ile başa çıkabilmek için aile dışı ilişkiler kurma gerekliliği vurgulanmaktadır. Kohut’un görüşlerini takip eden Wolf, Gedo ve Terman (1972), ergenlikteki en zorlayıcı ve acı verici süreçlerden birinin, ebeveynin idealize edilmiş bir kendiliknesnesi (varlığı, gücü, bilgeliği veya iyiliği bireyin kendilik algısına katkıda bulunan bir figür) olarak görülmesinden, bu idealin kaybolmasına doğru yaşanan geçiş olduğunu öne sürmüştür. Ergenler, ebeveynlerini daha gerçekçi bir şekilde görmeye başladıkça, bununla paralel olarak akranlar, kült figürleri ve ideolojiler gibi yeni idealize edilmiş kendiliknesnelerine duyulan ihtiyaç artar.

    Winnicott (1971), ergenlikte gelişen kendilik deneyimi ve çevrenin bu süreçteki önemini genişleterek, ergenliği kendine özgü dinamiklere sahip bağımsız bir dünya olarak ele almıştır. Onun temel vurgusu, bu dönemde ortaya çıkan rahatsız edici ve sıkıntılı psikolojik durumların gerçekliğini kabul etmek üzerine olmuştur. Winnicott’a (1971, s. 146) göre, ergenler “gerçek hissedebilmek için mücadele eder” ve toplumun sahte çözümlerini reddeder: “Olgunlaşmamışlık, ergenlik sahnesinin değerli bir parçasıdır. Bu, yaratıcı düşüncenin en heyecan verici özelliklerini, yeni ve taze duyguları, yeni bir yaşam için fikirleri içerir. Toplum, sorumlu olmayanların idealleriyle sarsılmalıdır.” Winnicott ayrıca saldırganlık ve yıkımın olgunlaşma sürecindeki işlevini de vurgulamıştır. Eğer karşıdaki kişi, saldırıya uğradığında misilleme yapmadan veya geri çekilmeden ayakta kalırsa, ergen onu kendi öznelliğine sahip bir birey olarak tanımaya başlayabilir. İlişkisel psikodinamik kuramcılar, Winnicott’un bu fikirlerini daha da geliştirerek, ergenlerin yıkıcılığı karşısında nesnenin hayatta kalmasının önemini vurgulamışlardır (örneğin, Benjamin, 1995). Benjamin’e (1995) göre, eğer bir ergenin yıkıcılığı ne ebeveyne ne de kendisine zarar verirse, dış gerçeklik içsel fantezi dünyasına keskin bir zıtlık olarak görünmeye başlar. Bu sürecin sonucu sadece iyi nesnenin onarımı veya eski haline getirilmesi değil, aynı zamanda sevgi, başkalarını keşfetme ve tanıma duygusudur.

    Ergenliğin Çağdaş Psikodinamik Perspektifi

    Çağdaş ilişkisel ergenlik perspektifi (örneğin, Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015; Levy-Warren, 2000), önceki psikodinamik görüşlerden çeşitli açılardan farklılık göstermektedir.

    İlişkilerin Merkeziliği

    İlişkisel perspektif, gelişimin genişleyen bir dizi kişilerarası alan içinde katılım yoluyla gerçekleştiğini vurgular. Klasik psikanalitik görüş, ergenlikteki temel hedefin özerklik ve bağımsızlık kazanmak olduğunu öne sürerken (Schafer, 1973), ilişkisel teori bireyleri yaşamın her aşamasında birbirine bağımlı olarak görür ve yalnızca bağlılık (connectedness) boyutunun geliştiğini öne sürer. Çocuk-ebeveyn ilişkisine dair içsel temsiller ve ilişkinin kendisi, çocukluk boyunca sürekli olarak gözden geçirilir ve yeniden düzenlenir. Ergenlik, bu sürecin yalnızca hızlanmış bir şekilde devam etmesidir. Ergenlik sürecini başarıyla tamamlayan bireyler hâlâ ebeveynleriyle olan ilişkilerine ihtiyaç duyar ve bu ilişkiden faydalanırlar. Ancak, doğrudan temas ve yardıma daha az ihtiyaç duyarlar ve ebeveyn ilişkisini içsel bir kaynak olarak kullanma konusunda daha yetkin hale gelirler.

    Bu nedenle, ergenin karar verme ve daha fazla mahremiyet ile denetimden özgürlük talebi, özerklik için bir çaba olarak değil, yeni bir ilişki biçimi kurma çabası olarak görülmelidir. Ergenlik döneminde ebeveyn-çocuk çatışmalarındaki artış, değişime yönelik normatif bir ambivalans olarak ve her iki tarafın da birlikte yarattığı yeni ilişki biçimi üzerine bir müzakere süreci olarak değerlendirilir.

    Böylece, ergenlerin yeni ilişkisel ihtiyaçlarının özü, kendilerini keşfederken başkaları tarafından bilinme ve tanınma isteğinden oluşur. Bir başkası tarafından bilinmek için önce kişinin kendisini bilmesi gerekir. Ancak o zaman bireyler, başkalarının kendileri hakkında bildiklerinin gerçek olduğunu hissedebilirler (Levy-Warren, 2000). Tanınma hissi, yakınlığın (intimacy) kritik bir bileşenidir. Yakınlık ihtiyacının karşılanmaması yalnızlık yaratır ve bu durum, en acı verici psikolojik hâllerden biri olabilir.

    Bireysel ve Bağlamsal Farklılıklar

    Gelişim üzerine ilişkisel teoriler, etkileşime giren ve her birey için çok farklı bir büyüme deneyimi yaratan çeşitli güçleri dikkate alır. Ergenliğin çalkantılı mı yoksa yetişkinliğe sorunsuz bir geçiş mi olacağını belirleyen yalnızca bireysel farklılıklar değildir. Bunun yerine, bazı grupların özellikle ırk, cinsiyet, sınıf ve cinsellik açısından diğerlerine göre daha savunmasız olduğu sosyal bağlam da önemli bir rol oynar.

    Kendiliğin Çoğulluğu ve Tekilliği

    İlişkisel bakış açısına göre ilerleme ve gelişim, kendiliğin sürekliliği ve bütünlüğü hissini koruyarak birden fazla kendilik versiyonunu deneyimlemeye tahammül edebilme becerisinin artması ile sağlanır. Bu yaklaşımda psikopatoloji, algının daralması olarak görülür; yani, yeni deneyimlerin katı ve basmakalıp örüntülere indirgenme eğilimi olarak tanımlanır (Mitchell, 1993). Ergenlik gelişiminin önemli bir bileşeni, bireyin kim olduğunu anlamak için kendilik algısını ve ilişkilerini tanımlamaktır. Ancak, ergenlerin kendileriyle ve başkalarıyla olan ilişkilerinde farklı zihinsel durumlar arasında geçiş yapabilme becerisi de eşit derecede önemlidir (Briggs, 2002).

    Olumsuz Düşünce ve Duyguları Sürdürebilme Yetisi

    İlişkisel bakış açısı, değişim ve büyümenin gerçekleşebilmesi için olumsuz deneyimlere tahammül edebilmenin önemini vurgular (Ogden, 2005). Ergenler, çocukluk döneminde sağlanan kaynakları kullanarak kaygı, çatışma, belirsizlik ve içsel değişimlerinin getirdiği belirsizliğin etkisini anlamalı, anlamlandırmalı ve bunları içselleştirebilmelidir. Eğer ergen ve birincil bakım veren, değişimin beraberinde getirdiği olumsuz deneyimlere tahammül edebilirlerse, çalkantının niteliği dönüşebilir (Briggs, 2002).

    Büyüme İhtiyacı ile Değişim Korkusu Arasındaki Mücadele

    Gelişimsel geçişlerin her aşamasında, gelişme ihtiyacı ile değişim korkusu arasında içsel bir çatışma yaşanır (Mitchell, 1993). Ergenlik döneminde değişimin hızı, bireyin büyümekte olan biri olarak kabul edilmek istemesi ile çocuk kalmaya duyduğu isteğin arasında gidip gelmesine neden olur. Ancak, çoğu durumda ilerleme uzun süre duraksamaz. Eğer kaygı, ergenin içsel kaynaklarına erişimini ciddi şekilde engelliyorsa ya da geçmiş ve mevcut ilişkilerde sürekli karşılanmamış ihtiyaç hissi varsa gelişimsel ilerleme tıkanabilir. Bu durum, sağlıklı bir gelişim yolundan sapmaya işaret eder ve tedavi gereksinimini doğurabilir.

    Ergenlerle Psikodinamik Uygulama

    Yukarıda açıklanan ergenliğe dair psikodinamik kavramlaştırmalar, ergen psikoterapisinde bir rehber işlevi görür. Bu alan, terapistler için büyük bir zorluk oluşturur çünkü değişim aşamasındaki bir bireye yönelik müdahale formüle etmeyi gerektirir. Ergen psikodinamik psikoterapisinde ana hedef, gencin normal gelişim yoluna geri dönmesine ve yaşa uygun görevlerde ustalaşmasına yardımcı olmaktır (Lanyado ve Horne, 2009). Psikodinamik psikoterapi, gençlerin acı verici duyguları tolere etme kapasitesini geliştirmelerini sağlamayı amaçlar. Bu dönemde bu duyguların yoğunlaştığı bilinmektedir (Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015). Başarılı bir tedavi yalnızca semptomları hafifletmekle kalmamalı, aynı zamanda psikolojik kapasitelerin ve kaynakların olumlu şekilde gelişmesini sağlamalıdır. Ergen ve koşullara bağlı olarak, bu kapasiteler daha doyurucu ilişkiler kurma, yetenek ve becerileri daha etkili kullanma, gerçekçi bir özsaygı oluşturma, daha geniş bir duygu yelpazesini tolere etme, kendini ve başkalarını daha ince ve sofistike bir şekilde anlamlandırma ve yaşamın zorluklarıyla daha özgür ve esnek bir şekilde başa çıkmayı içerebilir.

    Ergenlerle psikoterapötik çalışmanın süreci geniş çapta zor, belirsiz ve meydan okuyucu olarak kabul edilir. Ergenler, terapi sürecine diğer terapi gruplarından ayırt edici özellikler katar (Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015). Genellikle ergenler, ebeveynler, öğretmenler veya danışmanlar tarafından tedaviye yönlendirilir ve nadiren kendi inisiyatifiyle yardım talep ederler. Çoğu zaman, ergenler terapi hedefleri konusunda onları yönlendiren kişilerle çatışma içindedirler (Kazdin, 2004). Ergen gelişiminin doğası gereği, genellikle dürtüsel davranış eğilimi vardır ve bu, tedavi süresinin öngörülemez olmasına yol açar. Ergenler tedaviye karşı ambivalan bir tutum sergileyebilir ve bu yaş grubunda terapiyi bırakma oranları nispeten yüksektir (Kazdin, 2004). Ergenlerle psikodinamik psikoterapi sürecinin temel özelliklerinin kısa bir tanımı aşağıda sunulmuştur.

    Ergenlerle Terapi İlişkisi Kurma ve Sürdürme

    Ergenlerle pozitif terapötik ilişkiler kurmak terapistler için büyük bir zorluk olabilir (Marks-Mishne, 2010). Genç kişi, aileden ayrılmayı, kimlik oluşturmayı ve önemli akran bağları kurmayı hedeflerken yeni bir yetişkinle ilişki kurma ve bağlar oluşturma konusunda genellikle isteksizdir. Bazı ergenler, özel hayatlarını özel tutma arzusunun baskın olması nedeniyle terapiye giremez ve bir ittifakı sürdüremez. Bazıları, cinsel ve mastürbasyonla ilgili fantezilerini paylaşmaktan korkar. Diğerleri utanç, kıskançlık ve derin bir özbilinçten dolayı utanır ve kendilerini baskılayan bu yaşa uygun kaygının evrenselliğine kayıtsızdırlar. Terapiden, yeni bir güçlü yetişkinle ve kişinin içsel sıkıntılı kendiliğiyle yüzleşmekten duyulan korku, yardım arzusundan genellikle çok daha güçlüdür. Birçok yazar, ergenlerle psikodinamik yönelimli psikoterapi uygulanırken tekniklerin genellikle önemli ölçüde değiştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir (örneğin, Lanyado ve Horne, 2009; Marks-Mishne, 2010). Örneğin, “aklınıza gelen her şeyi söyleyin” şeklindeki yapısız davet ve terapötik saat boyunca pasif bir sessizlik ergenler için kaygı verici olabilir. Terapistler, ergenlerle tedavi sürecinde genellikle yetişkinlere göre daha aktif bir rol üstlenirler (Shefler, 2000). Empatik sıcaklık, aktif dikkatli dinleme, aktif katılım ve saygılı bir tutum, ergenlerle pozitif terapötik ilişki kurmanın temel unsurları olarak kabul edilir (Marks-Mishne, 2010).

    Aktarım-Karşı Aktarım İlişkisi

    Ergen psikodinamik psikoterapisinde, belki de diğer tüm terapi gruplarına kıyasla, yeni deneyimlerin en önemli kaynağı terapötik ilişkiyle yapılan çalışmadır (Karver, Handelsman, Fields ve Bickman, 2006). Ana vurgu, ergenin terapötik ilişki içinde geliştirdiği yeni deneyimleri, terapinin dışındaki diğer ilişkilerine genelleştirme üzerindedir (Levy-Warren, 2000). Terapistle tutarlı bir ortamda kurulan ilişki aracılığıyla, ergenler en zorlayıcı düşünce ve duygularını ifade etme becerisi geliştirebilirler. Karışık, korkmuş, incinmiş, kızgın veya acı veren duygular zamanla eylemler yerine kelimelere dökülebilir. Terapist, ergenin kendi deneyimlerini anlamalarına ve kendi bireyselliklerini ve potansiyellerini geliştirmelerine yardımcı olabilir.

    Ergenin kendisini nasıl gördüğü ve başkalarının ona nasıl tepki vereceği, geçmiş ve mevcut aile ilişkilerine dayalı beklentilerden büyük ölçüde etkilenir. Tedavi süresince aktarım-karşı aktarım ilişkisi, ergenlerin kendileri için önemli olan kişilerle olan ilişkilerini temsil eden bir örnek haline gelir. Sonuç olarak, belirli kaygılar ve acılı çatışmalar canlanır ve bazen önce terapötik ilişki çerçevesinde çalışılabilir. Bu meselelerin üzerinde çalışmanın duygusal değişiklikleri, ergenin günlük ilişkilerinde gittikçe daha da genelleştirilmiş olur ve bir parçası haline gelir (Lanyado ve Horne, 2009). Diğer gelişimsel süreçlerin birçok yönü terapötik ilişki içinde yaşanabilir. Örneğin, terapinin bazı seanslarına katılımın düzensiz olduğu bir durumda, yardımcı ve verimli seansların, açıklama yapılmadan kaçırılan seanslarla karışması, ebeveynlerle olan ilişkilerde daha fazla özerklik kazanma gereksinimi ile bağda kalma arzusu arasındaki gidip-gelme dinamiğini ifade edebilir ve ileriye gitmek ile aynı kalmak istemek arasındaki içsel savaşı yansıtabilir.

    Ergenler, bu yaş döneminin karmaşıklığı ve belirsizlikleri nedeniyle terapistte karmaşık duygular ve tepkiler uyandırabilir. Bu dönemdeki karışık duygular, düşünceler ve eylemler, ayrılık ve yakınlık, bağımsızlık ve bağımlılık, büyüme ihtiyacı ve değişim korkusu gibi konularla ilişkilidir. Bu duygular ve düşünceler kolayca karışabilir ve kafa karıştırıcı hale gelebilir (Briggs, Maxwell ve Keenan, 2015). Ergenlerle çalışırken, terapistlerin karşı aktarım tepkilerini analiz etmek, dinleme ve anlama için yeni olasılıkların doğabileceği önemli bir yoldur. Aktarım-karşı aktarım ilişkisinin özgül özelliklerinin keşfi, terapiste danışanın fantezileri, ilişkileri, işlevselliği ve beklentileri hakkında daha fazla bilgi edinme fırsatı sunar. Bu şekilde terapistin duyguları ve tepkileri, zorlayıcı tedavi ikilemler ile başa çıkmada rehberlik sağlamak için değerli bir kaynak olarak görülür. Genellikle, duyguların açık ve kaygısız bir şekilde incelenmesi, çeşitli terapötik çıkmazların çözülmesine yardımcı olur (Lanyado ve Horne, 2009). Danışanın ilişkilerindeki ve iç dünyasındaki derin değişimlere yol açan en önemli büyüme, danışanla terapist arasında, iki kişinin şimdi-ve-burada yaşadığı o özel anda olanlardır.

    Terapist ile danışan arasındaki aktarım-karşı aktarım ilişkisinin yanı sıra her zaman gerçek bir ilişki de olacağı akılda tutulmalıdır; bu ilişki, her birinin birbirine ne kadar gerçek ve doğru bir şekilde yaklaştığına ve diğerini, diğerinin doğasına uygun bir şekilde algıladığına göre şekillenir (Gelso, 2011). Ergenlerin, terapistin, evrimleşen ayrı kimliklerini tanımlayabilecekleri ve müzakere edebilecekleri ayrı bir nesne olmasına ihtiyaçları vardır (Erlich, 1993). Terapistler, ergenlerin hayatlarında birlikte yaşadıkları önemli figürlerin yerini alamaz. Ancak, ergenin dünyasında, özellikle ebeveynlerle olan ilişkilerde, yeni bir ilişki deneyimi sağlayarak, bu deneyimi genelleştirebilir ve diğer ilişkilerde yeni olasılıkları açığa çıkarabilirler.

    Kaygılar ve savunmalar

    Ergenlikteki kaygılar, değişen beden, kendilik ve kimlik duygusunun yeniden tanımlanması, eski ve mevcut ilişkilerin yeniden şekillendirilmesi gerekliliği ve yakınlık yaratma ihtiyacı gibi çeşitli kaynaklardan kaynaklanabilir. Artan kaygı, bazıları daha uyumlu, diğerleri ise başvurulduklarında yıkıcı olabilen çeşitli savunmaların kullanılmasına yol açar. Bu savunmaların aşırıya kaçma ve katılık derecesine bağlı olarak, bazıları daha adaptif, bazıları ise tahrip edici olabilir.

    Terapi sürecinde, rahatsız edici duygular terapötik ilişkide ortaya çıktığında tedavi bazen acı verici olabilir. Terapide savunmalarla çalışırken iki hedef vardır: Faydasız ve yaşa uygun olmayan olan savunmaların keşfi ve ergenin dayanılmaz kaygı veya duygusal acı ile başa çıkabilmesi için uygun savunmaların çeşitliliğini artırmak. Ayrıca kaygı, tüm irrasyonelliğine rağmen, dikkatli ve destekleyici bir ilişki içinde kademeli olarak karşılanmalı ve anlamlandırılmalıdır (Horne, 2001).

    İçsel ve dışsal dünyalar arasındaki diyalektik

    Ergenlerle psikodinamik psikoterapide, danışanın terapinin dışında yaşadığı gerçek ilişkiler de dahil olmak üzere, kişinin iç dünyasıyla dış dünya arasındaki dinamik etkileşim çok önemlidir. Açıkça ifade edilecek olursa, içsel ve dışsal dünyalar birbirini etkiler. Dışsal dünya, içsel dünya filtresi aracılığıyla algılanır ve bu da dış dünyada gerçekten olup bitenlerden etkilenir. Geleneksel, açık uçlu bir psikanalitik tedavide dış dünya genellikle arka planda kalır; ancak ergenlerle terapide aile dinamikleri o kadar karmaşık ve iç içe geçmiştir ki, bu yaş grubunu etkili bir şekilde tedavi edebilmek için ailenin zaman zaman sürece dahil edilmesi yalnızca önerilen bir şey değil, aynı zamanda etkili bir sonuç elde etmek için bir gereklilik olabilir. Terapistler bu ihtimale hazırlıklı olmalıdır (Cohen, 2005). Bu, terapistin birey ile aile arasındaki karşıt ama tamamlayıcı güçler arasında bir denge bulmasını gerektirir. Hem ebeveynler hem de ergenler ayrılma ve yakınlığı sürdürme arasında, yeni ilişki kurma yolları bulma ve aynı kalma arzusu arasında salınımlar yapar. Eğer terapist, ergenin belirsizlik, kaygı, değişim ve muğlaklık deneyimlerini tolere etmesine yardımcı olabilirse ve ergenin çevresi bu süreci desteklemeye teşvik edilebilirse, içsel ve dışsal çatışmaların kalitesi dönüştürülebilir (Briggs, 2002). İçselleştirme süreçleri hala inşa aşamasında olduğu ve gerçek nesneler, danışanın yaşamında çok belirgin bir şekilde yer aldığı için ergenlerle yapılan psikoterapi yoluyla elde edilen değişiklikler, hem içsel temsillerin pekiştirilmesi hem de terapi dışı ilişkiler, özellikle ebeveynlerle olan ilişkiler üzerinde kritik bir etkiye sahip olabilir.

    Ergenlere Yönelik Psikodinamik Psikoterapi Araştırmaları


    Ergenlere yönelik psikodinamik psikoterapi araştırmaları son yirmi yılda önemli ölçüde ilerlemiştir (bkz. Midgley ve ark., 2017). Bu özellikle dikkat çekicidir çünkü ergen terapi araştırmaları, yetişkin psikoterapisi araştırmalarının aksine uzun yıllar boyunca çok az ilgi görmüştür. Son dönem literatür incelemeleri (Abbass, Rabung, Leichsenring, Refseth ve Midgley, 2013; Midgley ve ark., 2017; Palmer, Nascimento ve Fonagy, 2013) psikodinamik psikoterapinin ergenler için geniş bir bozukluk yelpazesinde etkinliğini vurgulamaktadır. Bu incelemeler aynı zamanda, duygusal ya da içe-dönüklük sorunları olan ergenlerin, dışa dönük ya da yıkıcı bozuklukları olan ergenlere kıyasla psikodinamik psikoterapiden daha iyi yanıt verdiklerini göstermektedir. Dışa dönük bozuklukları olan ergenler, psikodinamik tedaviye dahil edilmesi daha zor ve tedaviyi terk etme olasılıkları daha yüksektir, ancak tedaviye katıldıklarında etkin olabileceği ve tedavi sıklığının önemli olabileceği yönünde kanıtlar vardır. Diğer bir tutarlı bulgu ise tedavi sonrasında tedavi kazanımlarının artmaya devam ettiği uyuyan etkisi (sleeper effect) kavramıdır.

    Etkililik çalışmaları, ergenler için psikodinamik psikoterapinin geçerliliğini ve yararlılığını doğrulamada önemli bir adım oluşturmaktadır. Bununla birlikte, araştırmacılar, psikodinamik psikoterapinin nasıl ve neden çalıştığını daha iyi anlamak için yalnızca etkililik çalışmalarına dayanmanın, araştırmanın çok dar bir tanımını kabul etmek anlamına geleceğini savunmuşlardır (örneğin, Kazdin, 2004). Bu, gençlerde psikodinamik psikoterapide neyin ve kimin için işe yaradığını anlamaya yönelik metodolojiler üzerine yoğun bir tartışmaları tetiklemiştir (örneğin, Fonagy, Target, Cottrell, Phillips ve Kurtz, 2002). Anahtar mesele, psikodinamik psikoterapinin ergenlerle yapılan tedavilerde değişikliğe yol açabilecek karmaşık süreçlerin nasıl araştırılacağıdır, böylece tedavi sürecinde olanlarla, sonuçlardaki değişiklikler arasında bir ilişki kurulabilir. Ergenlerle yapılan psikodinamik psikoterapi alanında, nispeten az sayıda süreç analizleri yapılmış veya psikodinamik teorik modelden türetilen belirli süreçlerle sonuçları ilişkilendirmeye çalışılmıştır, ancak bu tür çalışmalardan elde edilenler büyük umut taşımaktadır. Örneğin, Di Lorenzo, Maggiolini ve Suigo (2015), ergen psikodinamik psikoterapisinin diğer ergen psikoterapi yaklaşımlarıyla karşılaştırıldığında terapistlerin ergen danışanlara verdiği tepkileri incelediler. Sonuçlar, terapötik sürecin, geçmiş ilişkiler yerine mevcut ilişkiler ve mevcut duygulara odaklanarak ergenlere kendi deneyimlerini anlamalarında yardımcı olmayı önceliklendirdiğini göstermektedir. Nick Midgley tarafından yönetilen IMPACT-ME boylamsal araştırma projesinde, nicel sonuçları daha iyi anlamak için nitel röportajlar kullanılmıştır. Örneğin, bir alt çalışma, depresif ergenler arasında terapiye yönelik umut ve beklentileri inceleyerek, farklı beklentilerin, gençlerin tedaviye nasıl katıldıkları üzerinde etkili olabileceğini bulmuştur (Midgley ve ark., 2016). Başka bir çalışmada, Fernandez, Krause ve Pérez (2016), ergen psikoterapisinde ilk oturumdaki terapötik ittifak kalitesinin, ergenlerin, terapistlerin ve ebeveynlerin hangi bakış açılarıyla ve kaçıncı seansta (ilk, ikinci ya da üçüncü oturum) daha büyük etki yarattığını incelediler. Sonuçlar, çalışmanın ilk aşamasında terapötik ittifakın inşasının, hem ergenlerin hem de terapistler hem de ebeveynler için önemini göstermiştir. Wright, Briggs ve Behringer (2005), bağlanma stilleri ile ergenlerde intihar düşünceleri arasındaki ilişkiyi incelemiş ve yüksek riskli ergenlerin, terapi sırasında sıkça daha bağımlı bir şekilde sıkıntılarını ilettiklerini bulmuşlardır. Diğer bir süreç-sonuç çalışması, psikodinamik psikoterapide ergenlerde kişilerarası örüntülerin esnekliğindeki artış ile semptomlardaki azalma arasında bir ilişki bildirmiştir (Atzil-Slonim, Shefler, Dvir-Gvirsman ve Tishby, 2011).

    Ergen psikodinamik psikoterapi araştırmalarındaki bu önemli ilerlemelere rağmen, kimin için neyin işe yaradığını hala, yetişkin psikoterapisi araştırmalarına kıyasla çok daha az biliyoruz. Bu alandaki önde gelen araştırmacılar, ergenler için psikodinamik psikoterapi sürecini daha derinlemesine incelemek ve olumlu sonuçlar elde eden mekanizmaları belirlemek için daha fazla çalışmaya duyulan ihtiyacı sürekli olarak vurgulamaktadırlar (örneğin, Kazdin, 2004; Midgley ve ark., 2017).

    Vaka örneği

    Aşağıdaki örnek, bir ergen danışanın, psikodinamik psikoterapi sürecinde 1 yıl boyunca yaşadığı değişim süreçlerini göstermektedir. Bu vaka, psikodinamik psikoterapi gören daha büyük bir ergen grubundan seçilmiştir. Danışanlar, tedavinin başında ve bir yıl sonra, Temel Çatışmalı İlişki Teması (TÇİT) yöntemi (Luborsky ve Crits-Christoph, 1998) doğrultusunda derinlemesine görüşmelerden geçirilmiştir (daha fazla detay için bkz. Atzil-Slonim, Shefler ve Tishby, 2015).

    Danışan Tanımı ve Sunulan Sorun

    Ahmed, 16 yaşında bir İsrailli Arap erkek, okul danışmanı tarafından tedaviye yönlendirilmiştir çünkü okulda gösterdiği işlevsellik önemli ölçüde düşmüştür. Ahmed, orta derecede depresyon tanısı almıştır. İlk görüşmesinde, son birkaç aydır kendisinin homoseksüel olduğunu giderek fark ettiğini belirtmiştir. Bu durumu ailesine açıklayamamaktan korktuğunu, çünkü ailesinin dindar Müslümanlar olduklarını ve bunu kabul etmeyeceklerini hissettiğini söylemiştir. Ahmed, karmaşık bir ikilemde sıkışıp kalmış hissediyordu: Ailesinin değerlerine uyarak bir yaşam seçmek, bu da gerçekte kim olduğundan vazgeçmek anlamına geliyordu; ya da kendisine sadık kalarak yakın arkadaşları ve ailesinden gerçek doğasını gizlemek. Kişisel kimlik oluşturma çabası (Erikson, 1968) ve ailesiyle yaşadığı yaşına uygun çatışmalar, tolere edilebilir düzeylerin ötesinde bir sıkıntıya yol açmış ve bu da tedaviye başvuruya neden olmuştur. Tedavi süreci, danışanın psikoterapi sırasında, tedavinin başında ve 12 ay sonra anlattığı anlamlı etkileşimler üzerinden ilişki anlatılarıyla açıklanmaktadır.

    Ahmed’in Tedavinin Başında TÇİT’si

    Anne ile ilişki, ilk görüşme: Annem öğleden sonra arar. Nasıl olduğumu sorar, ödevimi yapıp yapmadığımı ve günün geri kalanında planlarımın neler olduğunu öğrenmek ister. Gerçekten nerede olduğumu ona söyleyemem çünkü “Açık Ev”e (gay ve lezbiyen gençler için bir kulüp) gidiyorum. Konuşmayı mümkün olduğunca hızlı bitirmeye çalışırım, cevaplarım minimaldir. O, benim onunla konuşmak istemediğimi anlamaz ve sürekli karışır. Ona duymak istediği cevapları veririm ve mümkün olduğunca kibar olmaya çalışırım. Hiçbir şey bilmemeli ve bilmesini istemiyorum. Sadece beni yalnız bırakmasını istiyorum.

    Terapist ile ilişki, ilk görüşme: Son seansımda sadece kendimle ilgili iyi şeyler söyledim. Ne kadar zaman kaybı olduğunu düşündüm, o kadar kötü şeyler yaptım ki, bunları onunla paylaşmıyorum. O sadece dinledi. Sonra, kendimle ilgili bazı şeyler söyledim, bunlar aslında iyi sayılabilir ama bir yetişkinin gözünde o kadar da iyi görünmeyebilir. Onun nasıl tepki vereceğini görmek istedim. O dinlemeye devam etti, bununla ilgili sorular sordu ve hiç yargılayıcı olmadı. Beni eleştirmemesi çok iyi hissettirdi. Ama yine de zaman kaybıydı, çünkü kötü şeylerden hiç bahsetmedim.

    Bu tedavinin başlangıcındaki anlatılardan, Ahmed’in esas olarak annesinden yaptığı ve düşündüğü şeyleri saklamaya odaklandığı görülüyor. Annesini baskın ve anlamayan biri olarak deneyimledi ve onunla çatışmaktan kaçınmak için çaba harcadı. Duygularını annesine ifade etmekten kaçınmaya çalışırken, duygularının kendisine de ulaşılır olmadığı anlaşılmaktadır. Tedavisinin başlangıcında terapistiyle gelişen ilişkisinde de düşünceleri ve duyguları gizleme ve açığa çıkarma teması mevcuttu ve bu, aktarımın gelişimini temsil ediyor olabilir. Terapiste bir şey sunmaya çalıştığı bir etkileşimi tanımladı, böylece terapistin bunu kabul edip etmediğini test etti. Terapist bu testi geçiyor gibi görünse de, Ahmed, ilişkide hala ne kadar şeyin gizli olduğunu farkındadır.

    Ahmed’in Bir Yıl Tedavi Sonrasında TÇİT’si

    Anne ile ilişki, ikinci görüşme: Geçen Cumartesi annesinin yatak odasında otururken o çamaşır katlıyordu. Bana kız arkadaşım olup olmadığımı sordu. Ona çok kızdım, gerçekten kim olduğumu anlamıyor. Onun için evlenmeden önce kız arkadaşı olmanın açık fikirli olmakla ilgisi var. Cevap vermeye başladım, onun duymak istediği cevabı vermeyi düşündüm, ama sonra aniden yaptığım şeyden kötü hissettim. Kendime şunu sordum: “Gerçekten hislerimi ve kim olduğumu öğrenmek istiyor mu? Neden bu kadar uğraşıyorum onu mutlu etmek için?” Bu beni üzüntüye boğdu. Neyse, konuşma devam etti ve konuyu değiştirdik ve insanların sadece geleneksel evlilik tarzı değil, her türlü yaşam tarzına sahip olabileceğini konuştuk. Kendimi onunla tartışırken buldum. Onun dinlemesi ve görüşümü tamamen reddetmemesi beni şaşırttı. Sonra, söylediklerimi çürütmek ister gibi örnek verdi, örneğin “mesela bir oğul annesine gay olduğunu söylese, annesi bunu kabul etmek zorunda değil, değil mi?” dedi. Ben de insanların olduğu gibi kabul edilmesinin önemini düşündüğümü söyledim. Kendi aramızda konuşmuyorduk, sadece bu konuyu hipotetik olarak tartışıyorduk ama buna böyle konuşabilmemiz beni gerçekten şaşırttı. Aslında bu, onun bu kelimeyi (gay) söylediği ilk kezdi ve onun düşüncelerinde bunun var olduğunu bilmiyordum. Çok şaşırdım. Bir taraftan bunu yasaklı bir şey gibi konuştu, bu gerçekten beni üzüyor ama diğer taraftan da garip bir duygu vardı… çünkü o konuyu açtı ve bir şekilde… tam olarak mutlu değilim… heyecanlıydım çünkü ona cevap verebildim ve bu konuda konuşabildik. Tabii ki, onun anlamasını ve kabul etmesini isterdim ama ondan gerçekten böyle bir beklentim yok. O kadar dindar ve sınırlı ki bunu yapabilmesi mümkün değil, ama bu konuşmada ikimizin de biraz daha gerçek olduğumuzu görmek beni duygulandırdı.

    Terapist ile ilişki, ikinci görüşme: Daha önce birçok kez konuştuğumuz bir konuyu konuştuk. Bu, hakkında çok düşündüğüm bir konu. Ancak bu sefer, önceki seanslardan daha fazla açıldım ve daha önce hiç açıklamadığım detayları söyledim. Onunla bunu konuşurken, bundan önceki gibi düşünmemeye başladım. Bir anda, daha önce olduğu kadar korkunç gelmedi. Ne söylediğini hatırlamıyorum ama onun beni gerçekten kabul ettiğini ve sadece bir psikolog olarak işini yapmadığını, bunu bir insan olarak anladığını hissettim. Yaptığımı doğru bulmadığım gibi, o da benzer düşündü ama ikimiz de bundan pişmanlık duyduğumu ve bunun kötü biri olduğum anlamına gelmediğini biliyorduk. Ağlamaya başladım… O an hissettiğimi gerçekten anladığını hissettim çünkü o da önceden hissettiklerimi biliyordu. Çok üzgündüm… acı vericiydi… bu kadar süre boyunca yaptığım şeyden nefret ettiğim için… o seansta çok ağladım… ama aynı zamanda rahatladım çünkü sonunda her şeyi dışarıya döktüm ve bu konuda farklı hissedebileceğimi fark ettim.

    Ahmed’in esnekliği, düşünebilmesi (reflectivity) ve duygularına erişimi tedavi sürecinde bir yıl boyunca arttı. Ahmed’in annesine yönelik olumlu ve olumsuz içsel temsilleri tedaviyle daha zengin ve karmaşık hale geldi. Bir yıl tedavi sonrası Ahmed, hala kabul edilmediğini, kızgın olduğunu ve yanlış anlaşıldığını hissediyordu ve kendini hala kapalı ve uzak hissediyordu. Ancak aynı zamanda yeni temalar da ortaya çıktı. Annesini dini inançları nedeniyle sınırlı kabul etme konusunda daha istekli olduğunu ifade etti ve etkileşimde kendisini ve annesini biraz daha açık, gerçek ve otantik hissetti. İlk görüşmede öfkesini için için tutmaya çalıştığını anlatan Ahmed, ikinci görüşmede hala kızgın olsa da çok üzgündü. İç dünyasıyla daha fazla bağlantıya geçtiği ve olumsuz duyguları daha iyi bir şekilde sürdürebildiği gözlemlendi. İlk ve ikinci görüşmeler arasındaki bu farklar, terapist ile olan ilişkide de belirgindi. Bir yıl tedavi sonrası Ahmed’in terapiste dair anlatısı, geçmişte güvendiği şeyleri onunla paylaşabildiği bir etkileşimi içeriyordu ve bu etkileşimde utanç ve suçluluk duygularını işleyebilmesine olanak tanımıştı. Bu duyguları terapistiyle birlikte keşfetme ve onlarla başa çıkabilme olanağı bulduğunu açıkladı. Terapide, kendisi ve terapist arasındaki deneyimlerin yeni yollarla geliştiği bir anı daha anlatmaya devam etti. Psikodinamik psikoterapi, ergenlerin bilinçli ve bilinçdışı kendiliklerini tanımalarına, daha önce onlara erişilemeyen yönleriyle tanışmalarına ve kendilerini ve başkalarını daha bütünlüklü anlamalarına yardımcı olmayı amaçlar (Mitchell, 1993; Ogden, 2005). Ahmed için, terapistiyle ilişkide içsel temsillerini çalışmak, kendisini ve başkalarını deneyimleme konusunda yeni olanaklar açmış olabilir. Terapi, bu yeni deneyimlerin annesiyle olan ilişkiye ve muhtemelen diğer ilişkilere genellenmesine de imkan tanımıştır. Bu süreç, Ahmed’in standart semptom ölçümleriyle klinik olarak anlamlı bir değişim yaşamasına katkı sağlamış olabilir. Terapist hakkında kendi sözleri, değişim sürecini güzel bir şekilde tanımlar: O dinliyor ve daha önce utandığım şeyler hakkında yargılayıcı değil, bu bana yardımcı oluyor çünkü şimdi kendimi daha iyi dinleyebiliyorum ve olduğum gibi kabul edebiliyorum.

    Ek Okuma
    Gaines, R. (1999). Ergen gelişimi ve tedavisinin kişilerarası matrisi. A. H. Esman (Ed.), Adolescent psychiatry: The annals of the american society for adolescent psychiatry (Cilt 24, ss. 25-47). Hillsdale, NJ: The Analytic Press.

  • Güvenli ve Destekleyici Bir Ortam Yaratma (CASSE): Merkez Avustralya’daki Aborjin Toplulukları için Psikodinamik Temelli Bir Topluluk Müdahalesi (25. Bölüm)

    Pamela Nathan (CASSE Aborjin Avustralya İlişkileri Programı)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 25. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Kuzey Avustralya’nın Aborjin kasabaları ve uzak topluluklarında şiddet ve altta yatan travma yaygındır. Bu bölgelerde, sömürgecilik, ırkçılık ve topraklarından edilmenin etkileri, toplulukları çok sayıda psikososyal sorun şeklinde harap etmeye devam etmektedir. Bu tür topluluklardaki ruh sağlığı sorunlarının  yüksek oranları bağlam içinde anlaşılmalıdır: bu durum, Aborjin insanlara özgü bir eğilim olarak değil, aksine süregelen eşitsizliklerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir (Australian Indigenous HealthInfoNet, 2017). Genellikle ruh sağlığı hizmetleri,  Aborjin halkının ihtiyaçlarını, özellikle uzak bölgelerdeki ihtiyaçlarını uygun ve etkili bir şekilde karşılayacak şekilde uyarlanamamıştır. Bu, gönüllü kullanım oranlarının nispeten düşük olmasında kendini göstermektedir (Australian Bureau of Statistics, 2013). Araştırmalar, Aborjin halkının ana akım sağlık hizmetlerini kullanma konusunda isteksizlik göstermelerinin birçok nedeni olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar arasında ırkçılık, “ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görmek” ve kültürel açıdan duyarlı uygulamaların eksikliği yer almaktadır (Isaacs, Pyett, Oakley-Browne, Gruis ve Waples-Crowe, 2010).

    Hizmetlerin, güç dengesini eşitleyen, samimi iletişimi kolaylaştıran, çift yönlü öğrenmeyi teşvik eden ve tedaviye yerel bilgi ve dünya görüşlerini dahil eden bir anlayışla yeniden yapılandırılması gereklidir (Povey ve diğerleri, 2016). Aborjin topluluklarına hizmet sunumuna yönelik yeni bir yaklaşım örneği, CASSE—Creating A Safe and Supportive Environment (Güvenli ve Destekleyici Bir Ortam Yaratma) adlı, psikanalitik temelli, kâr amacı gütmeyen, topluluk odaklı bir organizasyondur. CASSE, sömürge sonrası Merkez Avustralya’da 2011 yılından bu yana Aborjin ve Aborjin olmayan organizasyonlar, Aborjin toplulukları ve diğer paydaşlarla ortaklıklar ve işbirlikleri geliştirmektedir. 2011’den bu yana, bölgedeki Aborjin halkıyla yapılan görüşmeler sonucunda iki büyük proje ortaya çıkmıştır. CASSE’nin çalışmaları, topluluk düzeyinde daha geniş uyarlanmış psikanalitik uygulamanın temel ilkeleriyle de yönlendirilmiştir. Bu bölüm, CASSE tarafından gerçekleştirilen büyük ortak projelere genel bir bakış ve bu çalışmalarda yer alan psikanalitik ilkelerin topluluk uygulamasının bir açıklamasını sunacaktır.

    Arka Plan: Psikolojik Travma ve Sosyo-Politik Çalkantılar

    CASSE’nin çalışmaları, Alice Springs’in kesintisiz ve boğucu sıcaklığında başlamıştır; burada “sorry business” (cenazeler ve yaygın umutsuzluk için kullanılan yerel bir deyim) Aborjin topluluğunda çok yaygındır. Burada, kenar mahalle sakinleri geceleri sokaklarda yürür, acılarını dindirirken (ne uyurlar ne de hayal kurarlar) hiçbir yere ait olamazlar. Bu topluluktaki birçok Aborjin genci, şiddet, yoksulluk ve hapis cezası döngüsüne takılmıştır. Bazen “dünyanın bıçaklama başkenti” olarak adlandırılan Alice Springs, mülk suçları ve aile içi saldırı, cinayet gibi şiddet suçlarında yüksek oranlara sahiptir. Aborjin halkı, bu suç istatistiklerinde yüksek ölçüde temsil edilmiştir, bu da uzun süredir devam eden sosyal çalkantı ve baskıyı yansıtmaktadır. Topluluk üyelerinin deneyimlediği acı, kaygı ve umutsuzluk, bir Aborjin lideri olan JJ tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Hepimiz ellerimizi havaya kaldırıyoruz, sürekli tehdit altında ve sürekli yas ve acı (sorry business) içinde yaşıyoruz ve herkes ‘ne yapmalı?’ diye soruyor, çünkü hapishaneler ve hastaneler tamamen dolmuş durumda ve halkımız evsiz.” Ruh sağlığı istatistikleri garip bir şekilde yetersiz olmasına rağmen, birçok Aborjin insanı tanı konmamış depresyon ve kuşaklar arası travma yaşamaktadır. JJ’nin belirttiği gibi: “İnsanlar asla mutlu olmuyor. Sürekli bir hüzün hali var (sorry business), hep problemler var. İnsanlar hissizleşmiş ya da umutsuz.”

    CASSE’nin çalışmasının bağlamı, travma, aşırı eşitsizlik, yoksulluk, acı ve birçok şiddet türünden oluşan bir sömürge sonrası dünyadır. Merkez Avustralya’daki Aborjin halkı için 60.000 yıllık bir medeniyet, ilk olarak sömürgecilik ve geleneksel topraklarından edilme ile karşı karşıya kalmış ve ardından modernitenin geleneksel yaşam biçimlerine yönelik saldırısı, özellikle de toprakla olan göçebe ve bağımlı ilişkilerine yönelik tehditler ortaya çıkmıştır. Daha yakın zamanda, hükümet müdahalesiyle yeni zorluklar ortaya çıkmıştır. Ardışık hükümetler, asimilasyon politikalarını benimseyerek, misyonlar, yerleşim yerleri ve müdahaleler geliştirmiş, bu müdahaleler arasında “çalınan kuşaklar” olarak bilinen çocukların ailelerinden koruma bahanesiyle alınması da bulunmaktadır. 2007 yılında, federal hükümet, çocukları kötüye kullanımdan koruma adına Northern Territory Ulusal Acil Durum Yanıtı Yasası’nı çıkarmış ve bu yasa, federal hükümete Aborjin toprakları, aileleri, topluluk yönetimi ve hizmetleri üzerinde geniş kontrol yetkisi vermiştir.

    Geleneksel Aborjin kültürü gerçekten de ciddi şekilde yıkılmıştır (Lear, 2007), ancak yine de hayatta kalmış ve dönüşmektedir. Tjukurrpa [Aborjinlerin tercihini onurlandırarak Green’in (2012, s. 177) ifadeleriyle çevrilmemesi gerektiği belirtilmiştir], Aborjin Rüya Zamanı veya Rüya Görme, gerçeğe dair Aborjin bakış açısının temelini oluşturmaya devam etmektedir, ancak farklı derecelerde. Tjukurrpa, Aborjinlerin dünyayı ve onun yaratılışını anlama biçimlerini ve toprak üzerinde bir rüya şarkı hatları matrisi oluşturan ataların Rüya Zamanı hikayelerini ifade eder. Bu, kimlik ve yerin temel kaynağını sağlar. Geleneksel Aborjin Hukuku (yasalar), ataların toprakları ve törenler, kültürel yaşamda önemli bir yer tutmaya devam etmektedir. Aborjin organizasyonları yıllar içinde büyümüş ve güçlü Aborjin liderleri bu büyümenin ön saflarında yer almıştır. Bu nedenle, psikolojik travmanın derin katmanına rağmen, krizden değişime doğru kritik bir kaynağa dönüşebilecek umut ve canlılık kıvılcımları vardır.

    CASSE’nin Çalışmalarına Temel Olan Psikanalitik Kavramlar

    CASSE’nin çalışmalarını şekillendiren birkaç psikanalitik kavram vardır. Aşağıda açıklanan bu kavramlar, duygusal çalkantı, belirsizlik ve derin travmayla ilişkili ruhsal çöküş (psychic dread) ile yüzleşilmesini sağlayarak dönüşüm deneyimini kolaylaştırmak için bir temel sağlar (Ogden, 1988). Bu tür kavramlar, topluluk çalışmalarına uygulanarak duygusal deneyimleri tanıma ve bunlara yanıt verme konusunda yeni yollar geliştirilmesini sağlar ve ekip üyeleri ile işbirlikçilerinin, yoğun ve zorlu psikolojik çalışmalar aracılığıyla kendi duygusal deneyimlerini işlemelerine yardımcı olur.

    Bion’un, duraklamayı (caesura), doğumla ilan edilen dramatik ayrılığı tanımlaması, her kopuş, boşluk, alan veya kırılmayı aşarak zihinsel durumlar, olaylar ve bireyler arasında görünüşte farklı ama bağlantılı olan sürekliliği bulma için bir model gösterir (Bergstein, 2013; Bion, 1989). Bion (1989), duraklamaların (boşlukların, kırılmaların ve karşıtlıkların) önemli bir şekilde ele alınmasının kritik olduğunu vurgular çünkü duygusal canlılık burada bulunur, ancak aynı zamanda boğulma tehlikesi de burada bekler. Bergstein (2013), büyük değişimlerin meydana gelebileceği ancak felaket tehlikesinin de bulunduğu bir metafor olarak zihnin iki kutbu arasında akan öfkeli bir nehir metaforundan bahseder. Bion, fırtınanın gözüne odaklanmamızı ister (Bergstein, 2013, s. 625), görünen süreksizliğin yarattığı hayal kırıklığını, kıyılara tutunarak sabit durmaya çalışmadan veya alışıldık güvenli noktalara sıkıca yapışmadan bir sonraki fırtınaya kadar taşımamızı söyler. Sürekliliği ve psikolojik büyümeyi bulabilmek için boşlukta ne olduğunu tolere etmeli ve dinlemeliyiz.

    Caesura kavramıyla ilişkili olan radikal şüphe kavramı, duygusal deneyim yoluyla gerçeği elde etmeyi ifade eder (Bion, 1963; Civatarese, 2008). Radikal şüphe, düşünmenin odak noktasını içerik ve/veya sonuçlardan hayal kurma, süreçler, ilişkiler, farklılıklar ve hareketlere kaydırır (Civatarese, 2008). Belirlenmiş sonuçlara yatırım yapmadan belirsizliği kucaklamak, radikal şüphenin katı, durağan düşünceyi aşarak yeni bir düşünme süreci ortaya çıkarmasına olanak tanır (Bergstein, 2013; Bion, 1963). Lear (2006) tarafından türetilen radikal umut kavramı, henüz onu anlamak için uygun kavramlardan yoksun olan ancak umut taşıyanlar için iyi bir sonucu öngörür; henüz ifade edilmemiş bir gelecek. Bu kavram, kültürel çöküş krizlerinde özellikle uygulanabilir, burada iyi yaşamın kavramları—anlam taşıyan bir gelecek—anlaşılamaz olabilir.

    Tanıklık etme (recognition) ilkesi, özellikle nesiller arası travmanın etkileri ile çalışırken oldukça önemlidir. Ogden (2004), derin duygusal acı çeken bireylerin, değişim ya da büyümeye olanak sağlayacak şekilde duygusal deneyimlerini “hayal edemediğini” öne sürer. Ogden’e göre psikanaliz, tanımanın, hastanın duygusal deneyimle “rüya görme” ya da bu deneyim üzerinde psikolojik çalışma yapma becerisini geliştirdiği, duygusal bir deneyimi yaşadığı bir süreçtir ve bu süreç psikolojik büyümeye hizmet eder. Danışmanlık odasında tanıklık etme terapistin bir başka zihinle rezonanslarını içerir, derin bir şekilde dinlemek—rüya hali ve sınır koyma içinde—ve hastanın düşüncelerini ve duygularını hissetmektir. Karşılıklı tanıma yoluyla hasta ve terapist, bu düşünceleri ve duyguları anlamlı temsillere ve yorumlara dönüştürür. Bu süreç boyunca terapistler, burada-ve-şimdi, orada-ve-o zamana dair canlı ve gerçek olana dikkat eder, hastayla birliktelik halinde  acıyı hisseder, hayatta kalır ve hayal eder. Travma ile ilgili olarak, acı veren kayıplar, psikolojik ölüm, şok edici olaylar ve aşağılamalar dahil, etkiyi sembolik olarak temsil etmek—”isimsiz dehşet”in (Bion, 1962) adlandırılması—değişim ve iyileşme sağlamak için önemlidir. Travmaya bağlı duygular, terapistin karşı-aktarımında ortaya çıkabilir. Bir kez fark edildiğinde, bu zihin halleri üzerine düşünülüp yorumlanabilir ve anlaşılabilir hale getirilebilir.

    Mentalizasyon, kişinin kendinde ve başkalarında zihinsel durumları anlama kapasitesi olarak tanımlanır; insan eylemlerinin, arzular, inançlar ve dilekler gibi zihinsel durumlara dayandığını anlamayı da içerir (Bateman ve Fonagy, 2010; bkz. Bölüm 2: Çağdaş Psikanalitik Psikoterapide Döngüsel İlişki Desenleri ile Çalışmak). Mentalizasyon, CASSE çalışmalarında bir çalışma biçimi haline gelmiştir. Mentalizasyonun genellikle dört boyut içerdiği kabul edilir: (1) bilişsel/duygusal (düşüncelere/bilişsel durumlara veya duygusal hallere odaklanma), (2) öteki/kendi (başkasının zihnini veya kendi zihnimizi yansıtma), (3) örtük/açık (mentalize etme, sürece dikkat etmeden yapılabilir veya bilinçli ve amaçlı olabilir), ve (4) içsel/dışsal boyut (zihinsel durum anlayışı içsel niyetlere ve motivasyonlara veya dışsal yüz ifadelerine ve jestlere dayanabilir) (Bateman ve Fonagy, 2011).

    Topluluk bağlamında çalışmak, bu ilkelerin odak noktasını intrapsişik dünyadan dışsal bir sosyo-kültürel dünyaya kaydırır, ancak odak, iç ve dış arasındaki diyalektik bir ilişkiyle ileri geri kayar. CASSE, kültürel deneyimleri ve farklılıkları önceliklendirir ve bunların sağladığı içsel ve yaratıcı olasılıkları tanır. Burada, Winnicott (Ogden, 1985, s. 128) tarafından türetilen geçişsel (transitional) veya potansiyel (potential) alan kavramı, deneyimlerin ara bir alanı olarak önemlidir. Bu, iç ve dış dünyalar arasındaki, aynı zamanda insanlar arasındaki (geçişsel alan) alandır ve burada samimi ilişkiler ve yaratıcılık gerçekleşir. Kültür, hayatta kalmak ve ait olma duygusu için gereklidir; bir yer ve kimlik sahibi olmakta, ruhun dili hem duygusal hem de kültüreldir. İlişkiler, klinik etkileşimler dahil olmak üzere, kültürel anlamla doludur, çünkü kişilerarası deneyimler, içsel temsiller ve ilişki desenleri kültürel olarak şekillenir ve toplumsal olarak inşa edilir. CASSE aynı zamanda ırk, ırksal ayrım ve ırksal ilişkilerin gerçekliğine de öncelik verir; insanların ve toplulukların sömürge geçmişine, mevcut yaşamlarına ve eşitsizlik ile güç farklılıklarının gerçekliklerine dair güçlü anıları tanır. Bu travma dünyasında bu tür bir çalışma yapılırken, hiçbir zaman bir karşılaşma ya da olayda fetih, el koyma, cinayet, çalınan nesiller ve devlet müdahalesi geçmişi unutulmaz. Travmalar yeniden alevlenebilir ve aniden patlayabilir, bunlar kültürel el koyma ve ırksal eşitsizlik ile bağlantılıdır. Yerliler bu gerçeklikleri günlük olarak yaşar, sürekli ırksal eşitsizlik kanıtlarıyla karşılaşırlar.

    CASSE’nin çalışmaları

    Bion’un caesura (duraklama) ve isimsiz dehşet kavramları, CASSE’nin 2011 yılında çalışmalarına başlamasında önemli bir rol oynadı. Kolonizasyonun, travmanın ve ırksal/kültürel uçurumun etkileri ile ilişkili duygusal tepkiler (örneğin, panik ve umutsuzluk), düşünmenin hayatta kalabilmesi ve temsil edilebilmesi için bir güvenceye/çerçeveye  ihtiyaç duyuyordu. Orta Avustralya’daki projeler, örgüt liderleri ile topluluk arasındaki diyalog ve topluluk danışmanlıkları, atölye çalışmaları ve odak grupları aracılığıyla şekillenmeye başladı. CASSE ile büyük bir sağlık kuruluşu olan Central Australian Aboriginal Congress (CAAC), arasında 5 yıllık bir ortaklık kuruldu. Bu ilişkiyi kurarken birçok tartışma yapıldı; bu tartışmalar, ırksal ve kültürel bölünmeleri aşarak topluluğun güvenini yavaşça kazanmaya hizmet etti. CAAC liderleri, CASSE’yi kendileriyle ve personelleriyle birlikte çalışmaya davet etti; birlikte konuşmak, birlikte hissetmek ve organizasyonu daha fazla topluluk odaklı hale getirmek için. Toplulukla, özellikle Alice Springs’in kriz bölgelerinde yapılan derinlemesine çalışmaların ardından, erkek sağlığı ve topluluk psikolojik hizmetleriyle ilgili projeler şekillenmeye başladı. CASSE, CAAC’nin erkek sağlık hizmeti Ingkintja ve sosyal ve duygusal iyilik hali programı (SEWB) ile birlikte Alice Springs ve çevresindeki topluluklarda yaşayan erkeklerle topluluk toplantıları düzenleyerek, onların ihtiyaç ve hedeflerini belirlemeye, yaşadıkları travmalarla ilgili anlatılarını dinlemeye başladı.

    Kurruna Mwarre-Ingkintja (İyi Ruhlu Erkekler Yeri)

    Bu ortaklıklardan ortaya çıkan ilk girişim, Kurruna Mwarre-Ingkintja adı verilen erkek topluluk merkezi projesiydi. Proje, erkeklerin seslerini bulmalarını ve otantik bir şekilde yaşamalarını sağlamak amacıyla kültürel temeller üzerine özgün bir Aborijin erkekler topluluk modeli geliştirmeyi hedefliyordu. Erkek atölyeleri, erkeklerin psikososyal sağlıklarını ve duygusal iyilik hallerini geliştirebilen, güvenli alanlar, iyileşme, eğitim, kültürel canlanma ve daha fazlasını sunan organizasyonlardır. Proje, topluluk düzeyinde belirlenmiş ve topluluktan gelen katılımcı bir eylemle gerçekleştirilmiştir.

    CASSE, 15 haftalık bir grup programı geliştirdi, bu program Breakthrough Violence (Şiddeti Aşma) olarak adlandırılmıştır. Bu program, Ingkintja ve SEWB tarafından ortaklaşa sunulmakta olup, erkek liderlerin, aile içi şiddetin kritik bir sorun olduğuna dair ortak mutabakatına dayanmaktadır. Program, her hafta düzenlenir ve katılımcıların şiddetlerini ve bunun başkaları üzerindeki etkilerini daha iyi anlamalarına yardımcı olmak için mentalize etme becerileri geliştirmelerini hedeflenir. Oturumlar, hikaye yeniden yapımı, sömürge şiddeti, travma izleri, duygusal fırtınalar ve güvensiz ilişkiler, diğerine karşı körlük, acı empatisi, güvenli bağlanmalar, zihinler arası etkileşim, şiddetli duyguları mentalize etme, müdahaleleri mentalize etme ve babalık üzerine odaklanır. Programın eğitmeni, dört yerel dili akıcı bir şekilde konuşan, kıdemli bir kültürel lider ve aynı zamanda yerel bir geleneksel kişidir. Katılımcılar, çoğunlukla şiddet suçlusu olan, bazen tekrar suç işlemiş ama daha önce tedavi almamış kişilerdir.

    Erken aşamalarda, anahtar paydaşlar, örneğin hâkimler ve Ceza İnfaz Bakanlığı, aile içi şiddetin önlenmesi ve tedavisi için uygun tedavi modelleri üzerine kültürel olarak uygun ve topluluk duyarlı yaklaşımlar kullanarak tartışmalara katılmışlardır. Kültürel liderlik, kararlılık, içerik, çerçeve ve süreçler programın ayrılmaz parçalarıdır ve psikolojik içerik ile diyalektik bir şekilde etkileşim halindedir. Bu öğeler, klinik personel ile birlikte çalışan kültürel liderler tarafından programa dahil edilmiştir. Şiddet hakkında birlikte konuşabilmek için uygun yerli bir kolaylaştırıcının kim olduğu ve hangi cinsiyetin uygun olduğu üzerine tartışmalar yapılmıştır. Şiddetle ilgili konuşmaların güvenli bir şekilde yapılabilmesi için kıdemli bir Avustralyalı erkeğin gerekli olduğu kabul edilmiştir. Şiddete dair farklı kültürel anlayışlar, örneğin işlenen suçlar için ritüelleştirilmiş bir intikam biçimi olan geleneksel bedel ödeme kavramları, grup programı kılavuzuna entegre edilerek dahil edilmiştir. Programın temeli, geleneksel Aborijin “güçlü” erkek, baba, aile bağları ve kültürel yaşam anlayışlarına dayanmaktadır.

    Düzenli olarak reflektif ve denetimsel oturumlar yapılmakta, klinik ve kültürel gruplarda dinamik tartışmalar gerçekleşmektedir. Haftalık süpervizyon toplantıları, yazılı raporların yanı sıra sözlü değerlendirme ve oturumun tartışılmasını da içermektedir. Süpervizyonun birincil hedeflerinden biri, erkeklere seslerini bulabilecekleri, deneyimlerini -kültürel ve ırksal bağlamlar da dahil olmak üzere- paylaşabilecekleri bir alan sağlamak ve şiddet ile travma üzerine düşünmeye başlamalarını desteklemektir. Süpervizyon ayrıca, terapötik etkileşim yöntemlerini ele almayı, duygusal deneyimlerden psikolojik öğrenme ve büyümeyi harekete geçirmeyi, psikolojik anlamı erişilebilir hale getirmeyi, kültürel fikir ve uygulamaları klinik uygulamayla bütünleştirmeyi ve grup süreçlerinin dinamiklerini anlamayı kapsamaktadır.

    Program lideri, erkeklere neden şiddet eğiliminde olduklarını ve şiddetlerinin başkaları üzerindeki etkilerini anlamalarına yardımcı olmak, ayrıca şiddetlerini önlemek için stratejiler geliştirmelerine yardımcı olmak konusunda ilerleme kaydetmiştir. Liderin beceri seti öncelikli olarak kültüreldir ve geleneksel bir bütünlüğü, iki kültürlü çağdaş dünyanın diline çevirebilme kapasitesine dayanır. Örneğin, program lideri, erkek olma seremonisinde kazanılan dayanıklılığı ve erkek olma yolundaki inisiyasyonun bir parçası olan “ülkede” (ata topraklarında) yapılan “gezintilerin” ruhu nasıl güçlendirdiğini ve insanı nasıl güçlü kıldığını anlatan öyküler anlatır. Ritüel şiddet ile bilinçsiz şiddet arasındaki farklardan bahseder. Üç yerel dilden birini konuşan lider, erkeklere psikolojik kavramları anlayabilecekleri bir dilde açıklayabilmekte ve kolayca anlaşılabilen öğrenme yöntemlerini tanıtmaktadır:

    Karmaşık psikolojik kavramların basit ve erişilebilir yöntemlerlerle anlaşılmasını sağlıyorum. Bir örnekte, erkeklerin birbirlerini labirentte bir kişinin gözlerini kapatarak birbirlerini yönlendirmelerini sağladım (karanlıkta olmak nasıl bir şeydir, bunu hissetmeleri için). Bir diğerinde ise, halka etrafında dolaşarak balonları patlayana kadar şişirdim (korku ve empati uyandırmak için). Güven inşa etmek, sorular ve öneriler geliştirmek ve “başkasının aklında bir zihin olmak” için çalışıyoruz.

    Erkeklerin seslerini bulmalarına yardımcı olmak, programın başlarında ana önceliklerden biridir.

    İlk adım, herkesin kendini “kendi” sesiyle tanıtmasını sağlamak—çünkü bu sesi henüz bulamıyorlar—biz de onlara bu sesi bulmalarında yardımcı oluyoruz. Sen kimsin? Ülkenle (toprakla) olan bağlantın nedir?

    Biz, erkeklerin düşüncelerini zorlayarak, onları konfor alanlarının dışına itiyoruz. Program süresince, gerçek erkek sesleriyle konuştuklarını duymaya başlıyorum. Ne gibi araçlara sahip olduklarını, neleri eksik gördüklerini ve araç setlerini oluşturmak için ne yapmaları gerektiğini değerlendirmeye başlıyorlar. Şimdi bazı erkekler İngilizce öğrenmek ve okumak yazmak istiyorlar. Erkekler bana, toplumda bu tür tartışmaların yapılmadığını söylüyorlar. Açıkça bir ihtiyaç olduğu görülüyor.

    İzlenen yol kültürler arasıdır ve geleneksel zamanlardan moderniteye geçişin sürekliliği geliştirilir. Program lideri, iki dünya arasındaki hareketi şöyle anlatır:

    Yeni dünyada avcılık ve toplayıcılık yapmak gibi—iki dünya arasında hareket etmek—ve her iki dünyadan da en iyisini nasıl alacağınızı öğrenmek. Başkası sizin için bunu yapamaz.”

    Programın sonuçlarından biri güçlendirmedir.

    Program, katılan herkesi anlamaya ve güçlenmeye doğru bir yolculuğa çıkarır.

    20 katılımcı ile yapılan niteliksel araştırma görüşmeleri, erkeklerin programdaki deneyimlerinin kritik yönlerini ortaya koymuştur. Erkekler, birlikte konuşabilecekleri, iyileşebilecekleri ve iki dünyada (geleneksel/Aborjin dünyası ve post-kolonyal dünya) yaşayabilecekleri bir yerin önemini vurgulamışlardır. Erkekler,  mağdur, tanık ve failler olduğunu söylüyorlar. Katılımcı erkeklerin karşılanmamış duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarının farkına varma dereceleri dikkat çekiciydi ve bu, deneyimlerinin daha geniş halk tarafından fark edilmeyen bir yönüydü. Erkekler, “acıyı sakladıklarını, kanadıklarını, ağrı çektiklerini,” “küçümsendiklerini, hor görüldüklerini,” “güçsüz olduklarını,” “kaybolmuş olduklarını,” “değersizleştirildiklerini” ve “tanınmadıklarını,” ve “şiddet yanlısı kaybedenler” olarak görüldüklerini belirtmişlerdir. Erkeklerin barakasıyla ilgili olarak, katılımcılar birlikte konuşmak için güvenli bir yer ve alanın olmasını çok değerli buldular; burada “kendilerini toplayabilecek,” keşfedecek, büyüyecek, “zihinsel olarak iyileşmeye odaklanacak,” “seslerinin duyulmasını sağlayacak,” “hikayeler paylaşacak,” “birbirlerini destekleyecek” ve birlikte iyileşeceklerdi. Bir adam, “yıkılmış umutlar”dan bahsetti ve bu dinamiğin hayatlarındaki önemini konuşmanın ne kadar değerli olduğunu vurguladı. Bu yorum, şiddetli alkolizm ve şiddeti besleyen kritik bir içsel durumu yansıtan bir mentalizasyon ifadesi olarak görülebilir. Röportaj yapma görevi, erkeklerin mentalizasyon kapasitesini geliştirmiştir. Erkekler, öncelikle bir Aborjin kimliğinin güven kazandırmak, “ruhu güçlendirmek”, “duruşu dik tutmak” ve psikolojik değişim sağlamak için ne kadar önemli olduğunu fark ettiler. Birçoğu, ırkçılığın yarattığı engeller, mahkemelerdeki iki yasa, kuşaklar arası travma, eğitimsizlik, okuma yazma bilmemek veya düzgün İngilizce konuşamamak gibi zorluklardan ve hayatla başa çıkma becerileri ya da istihdam sağlayan ticaret becerilerine sahip olmamaktan bahsetti. Aile içi şiddeti yatıştırmalarına yardımcı olacak müzakere becerilerini ve kendilerini ifade etme ve savunma becerilerini öğrenmek istiyorlar. Programa katıldıktan sonra, erkekler Blokes on Track Derneği’nin kurulmasını başlatmışlardır; bu dernek, aile içi şiddetin mağduru ve/veya faili olan erkekler için kültürel bir alan sağlayacak, burada erkekler barınabilecek ve rehabilite olabileceklerdir. Bu girişim, Kurunna Mwarre projesine katılan erkeklerin aktif katılımının, iyileşme sürecine sahip çıkmalarının, mentalize etme kapasitesinin artmasının ve güçlenmelerinin hem temsilcisi hem de sonucudur.

    Erkeklerin Tjilirra Hareketi/ Men’s Tjilirra Movement (MTM)

    CASSE tarafından yürütülen ikinci büyük topluluk projesi, MTM olarak bilinir. Bu ortaklık, Royal Flying Doctor Service ve Batı Çölü erkekleriyle işbirliği yapmayı içeriyordu. 60.000 yıl eskiye dayanan bir kültüre kök salmış olan Tjilirra, avcılık, tören, Aboriginal Dreamtime (Rüya Zamanı) ve yasalarla ilgili geleneksel araçlardır ancak bu araçlar, Batı yasaları tarafından silah olarak görülüp el konulmuştur. MTM’nin kalbi, Avustralya’nın uzak merkez ve batı çöl bölgelerinde bulunur ve Kuzey Toprakları’ndaki beş topluluktan oluşur. Bu topluluklar, 1950’lere kadar çölden son çıkan göçebe insanlardan oluşmaktadır. Batı çölü erkekleri, Tjilirra’nın onlar için bir gurur kaynağı, kültürel hayatta kalma ve duygusal iyilik halinin temsili olduğunu ifade ederler: “Eğer bunlara sahip değilsek, dilimiz, kültürümüz yok. Hiçbir şeyimiz yok. Biz de yokuz. Bu bizim tarihimiz. Bizim bir parçamız.” Birçok yaşlı erkek hapse girmiş, madde kullanımı nedeniyle güçsüzleşmiş ya da hayatını kaybetmiş olduğu için, kültürel bilgi genç kuşaklara aktarılamadan kaybolmuştu. Bu nedenle MTM’nin temel hedeflerinden biri, kültürel canlanmayı kolaylaştırmak ve yaşlıların kültürel bilgiyi genç nesillere aktarması yoluyla nesiller arası bağları güçlendirmektir.

    MTM ekibi, bir Aborjin ngangkari (geleneksel şifacı) ve bu topluluklarla uzun süreli, güvene dayalı ilişkileri olan iki “beyaz adam”dan oluşmaktadır. Bu kişilerden biri iki dili akıcı şekilde konuşan bir kültürel tercüman ve gençlik çalışanıdır. Diğeri ise bir ngangkari’den Tjilirra yapmayı öğrenmiş ve bu bilgiyi “alabilmiş” bir kişidir. Program, ataların topraklarında (on country) ve geleneksel bir dilde yürütülmektedir. Haftalık olarak program liderlerine süpervizyon sağlanır. Liderler, topluluklara yaptıkları haftalık ziyaretlerin detaylı raporlarını ve ortaya çıkan süreçleri sunmaktadırlar.

    Tjilirra yapımı, varlığın sürekliliğini, kültürel dünyaların onaylanmasını, akrabalık ilişkilerini, farklılıkları, bilgi aktarımını ve dönüşümleri simgeler. Tjilirra, Aborijin halkı için Aborijin dünyasının tanınmasını simgeler ve sömürgecilikten hayatta kalmanın bir göstergesi olarak Aborijin halkının direncinin bir kanıtıdır. Tjilirra yapımı, genç ve yaşlı erkekler ve toplum için duygusal ve kültürel bir tanıma deneyimidir. Tjilirra, “radikal umut” (Lear, 2006) ve “acıdan kazanılan bilgelik” (Lear, 2014) sembolleridir ve sadece MTM’ye katılan erkeklerin değil, daha geniş toplulukların da “ruhunu güçlendirir.” Geleneksel yaşamın sürekliliği, geleneksel dayanaklarla birlikte iyi bir yaşam anlayışını ve yeni yolların ortaya çıkışını da beraberinde getirir.

    Bir diğer önemli hedef, erkeklerin anlatılarını kolaylaştırmaktır. Bu anlatılar, onların kutsal dünyasının bir parçası ve duygusal dünyalarını barındıran bir taşıyıcıdır. Erkekler, kültürel dirilişi gerçekleştirirken, duygusal olarak psikolojik ölümden canlanmış bir varoluş haline geçerler; bunu yas tutma halleriyle etkileşimde bulunarak ve böylece psikolojik değişimi tetikleyerek başarırlar. Bu süreçle, eski ile yeniyi arasındaki sürekliliği bulurlar. Erkekler, (büyükbabalarının) “anısına” hikayelerini anlatır, sıkıntılarından ve “problemli yaşamdan” bahsederler. MTM ekibi, erkekleri iki dünyada yaşamanın zorlukları ve maruz kaldıkları ya da sergiledikleri travmalar hakkında konuşmaya teşvik eder. Hikayelerini geliştirmenin bir parçası olarak, erkekler eski şarkı hatlarını ve su deliklerini keşfederler ve Rüya Zamanı’nın canlılığı tarafından duygusal olarak etkilenirler. Duygusal deneyimleri, atalarından kalma şarkı hatları ve hikayeleriyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Yas, ağıt, anlam, bağ ve sorumluluk, kültürel olarak kutsal olan “anılar” içine yerleşmiştir. Ngangkari MJ’nin dediği gibi, “Tjilirra yapmak özeldir; bu, büyükbabamızın ruhunun sizin içinizde olmasıdır.”

    Hareket büyümüştür ve Kasım 2014’ten bu yana tekrar eden katılımlar dahil olmak üzere toplam 354 erkek (toplamda 753 katılım) 150 amaç/konu üzerinde çalışmıştır. MTM, iki film yapmıştır, ikincisi “Wake up Strong” adlı bir filmdir ve bir kitap planlanmaktadır. MTM, yerel hükümet tarafından giderek daha fazla yerel Aborjin topluluklarıyla etkileşimde bulunması için görevlendirilmektedir. Topluluklardan biri, MTM’nin yaşlılar ve gençler için bir kültürel kamp düzenlemesini sağlayacak fon ayırmıştır. Genel olarak, MTM’nin etkisi, katılımcılarının değişen duygusal hallerinde ve şiddetin kontrol altına alınmasında görülebilir, bu da kuşaklar arası bağların güçlenmesine ve ailelerin daha yakın hale gelmesine yol açmaktadır.

    Topluluk Çalışmalarında Karşı-Aktarım

    Aborijin halkı, sömürgeci mülksüzleştirme, baskı ve kültürel yok oluşun kurbanıdır. Onlarla ve topluluklarıyla çalışırken, travmalarının etkisini hissetmemek mümkün değildir. Ayrıca, umut ve hayal kırıklığının tekrar eden dinamiği, şiddetli, öfkeli ve çalkantılı duygulara yol açarak umutsuzlukla sonuçlanan temel bir zihin hali ve gerçekliği tasvir eder. Bu durum, bu topluluklardaki Aborijin halkı için sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu tür travma ve sonuçları bağlamında etkili bir çalışma, kişinin kendisini bilinçli bir şekilde bir iyileştirme aracı olarak kullanmasını gerektirir. Bu doğrultuda, karşı-aktarım—bir bireyin duygusal durumuna her an verilen canlı bir yanıt ve kişinin travma deneyimine empatik bir şekilde uyum sağlama kapasitesi—toplum çalışanının hem en büyük gücü hem de en büyük riskidir. Travmaya uğramış insanlarla etkili bir şekilde çalışabilmek için onların deneyimlerine girmek; korku, utanç, kırılganlık, öfke ve kaybı empatiyle anlamak; ayrıca travmanın getirdiği kopukluk ve güçsüzlükle yüzleşmek gereklidir. Aborijin topluluklarıyla çalışırken gerçekten onların hislerini anlamak, kim olduğumuzu derinlemesine genişletirken aynı zamanda bizi tehlikeye de atabilir (örneğin, bunalmış hissetme veya dolaylı travmatizasyon yaşama riski). Böyle karşı-aktarım tepkilerini, insanların acılarına, yankılanan aşağılanmalarına (Volkan, 1999) ve sömürgeleştirmenin miraslarına tanıklık olarak görmek önemlidir. Psikoterapideki karşı-aktarım tepkileri gibi bu tür duygular aracılığıyla bazı önemli gerçekler iletilebilir, ancak sosyal ve topluluk çalışmalarında bu karşı-aktarımlar, şiddetli sömürgecilik teması ve ırksal bölünmenin mirasları ve kesitleri içinde yer almaktadır.

    CASSE çalışmalarında belirgin olan birkaç karşı-aktarım tepkisi şunlardır: depresyon, öfke, tehdit ve tehlike hissi, çaresizlik, aşağılanma, utanç, suçluluk, izolasyon ve yas. Bu tür tepkiler genellikle eşzamanlı olarak yaşanır ve duygusal dalgalanmalara yol açar: umut, aciliyet, kopuş ve aşağılanma; ardından yas ve umutsuzluk. Bu duyguları deneyimlemek, CASSE çalışanlarına Aborijin halkının çaresizlik, ihtiyaç ve travma temelli bir şekilde hissettiği aciliyet duygusuna dair bir pencere açar. Bu aciliyet hissi, genellikle alkol, şiddet, intihar veya cinayet gibi tepkisel davranışlarla sonuçlanabilir. Karşı-aktarım tepkilerinin farkında olunarak, duygusal durumların değişebileceği ve psikolojik acı ve ölüm hallerinin iyileşme ve canlılıkla yer değiştirebileceği bir terapötik süreç gelişebilir. Bu, kapsama (containment) sağlanarak ve yorumlar yapılarak mümkündür.

    Orta Avustralya’daki Aborijin halkı ile çalışmalarda karşı-aktarım tepkilerinin farkında olmamız ve bu tepkileri kullanmamız sayesinde CASSE güvenilir bir “kapsayıcı” olarak tanındı. Bu, fırtınanın merkezinde kalabilen, iyiyi ve kötüyü barındırabilen, acıya dayanabilen ve karşı tarafa güven aşılayan bir yapı olarak görülüyor (Riviere, 2017). Aborijin halkı, bizim onları dinlediğimizi, önem verdiğimizi, hikayelerini duyup tanıdığımızı, öz-yönetim sürecine saygı duyduğumuzu ve travmadan iyileşmeyi desteklediğimizi biliyor. Bunun sonucunda, Aborijin katılımcılar, kendi travma ve şiddet dünyalarını anlamlandırma kapasitelerini artırdı ve şiddeti anlamlandırmaya yönelik gruplar, erkeklerin bir araya geldiği yapılar ve kültürel kamplar gibi önleyici müdahale yöntemleri geliştirme gücü kazandılar.

    Sonuç: Acı Çeken Kalbin Tanınması

    CASSE’nin çalışmalarının temel taşı, kültürel mülksüzleştirmenin ve çatışmanın psikolojik etkilerine dair farkındalık yaratmak ve bu etkilerle çalışmaktır. Bu sürecin merkezinde, gerçeğe saygı duymak ve gerçeğin dile getirilmesi için bir alan yaratmak yer alır. Gerçeği arama, tüm insanların bir sese sahip olduğu, hepimizin sesini duyurma konumunda olduğu ve tüm seslerin duyulabileceği varsayımına dayanır. CASSE’nin bakış açısına göre, dönüşüm ancak Aborijin halkının temposuna uygun bir şekilde hareket edilirse (psikanalitik bir ortamda, çalışmanın hastanın temposuna göre yapılması gibi) mümkün olabilir ve bu süreçte kişinin hikâyesinin açığa çıkmasına olanak tanınmalıdır. CASSE, acıya tanıklık eder, acı içinde yoldaşlık sunar, acıya kelimeler bulmaya yardımcı olur, boşlukları ve kopuklukları doldurarak kaybedilen bağlantıları canlandıran, yeni bağlantılar, hikâyeler ve hayaller bulan içsel hikâyelerle travmanın yaralarını iyileştirir. Bu süreçte gereken, belirsizlik ve kesinlik eksikliğinin etkileşimine olanak tanıyan duygusal bir iletişimdir; kesin doğruların kontrolüne izin verilmez. Ruhsal büyüme, duygusal çalkantıyı doğal olarak içerir (Civatarese, 2008) ve CASSE’nin çalışmalarına psikanalitik ilkelerin uygulanması, Orta Avustralya’nın sömürge sonrası travmalarında yaygın olan “acı çeken kalplerle” yüzleşirken karşılaşılan duygusal çalkantılar arasında dinleme, tanıma ve harekete geçme süreçlerini sürdürmeye yardımcı olmuştur. Böyle bir katılım sayesinde seslerin duyulması, zihinlerin bulunması, hayatların kurtarılması ve uzlaşma ile iyileşmenin başlaması umulmaktadır.

    Teşekkürler

    Psikanalitik psikoterapist Anne Kantor’a, bu çalışmaların büyük bir kısmını benimle birlikte sunduğu için teşekkür ederim. Ayrıca, CASSE Danışma Kurulu’ndaki psikanalitik meslektaşlarım Lord John Alderdice, Prof. Stuart Twemlow, Eve Steele ve Dr. Tim Keogh’a, ayrıca Orta Avustralya’da yaşayan ve çalışan Dr. Craig San Roque’a teşekkür ederim. En önemlisi, bize yanlarında yürüme izni verdikleri için Aborijin halkına teşekkür ederim; bunu yapmak bir ayrıcalıktır.

  • Eski Çocuk Askerlerle Psikodinamik Psikoterapi: Yıkıcı Kendilikle Tanışma (21. Bölüm)

    Nel Draijer ve Pauline Van Zon (Bağımsız araştırmacı)

    Giriş

    UNICEF (2007) çocuk askeri, silahlı bir güç ya da silahlı bir grup tarafından herhangi bir sıfatla silah altına alınan ya da kullanılan, 18 yaşın altından küçük sadece çocuklar değil, asker, aşçı, hamal, haberci, ajan ya da cinsel amaçlarla kullanılan oğlanlar, kızlar olarak tanımlamıştır (p.7). Çocuk askerler hem isyancı ordular hem de hükümet birlikleri tarafından kullanılmaktadır. Afrika en fazla çocuk askerin bulunduğu bölgedir. Bu çocukların çoğu silahlı gruplar tarafından zorla silah altına alınmakta ve kaçırılmaktadır. Diğerleri ise hayatta kalmak ya da öldürülen aile üyelerinin intikamını almak için gruplara katılmaktadır (Betancourt vd., 2010; Schauer ve Elbert, 2009).

    Çocuk asker olmanın sonuçları oldukça büyüktür. Bu gençler, sadece en güçlülerin hayatta kalabildiği aşırı ve vahşi koşullarda büyümektedir. En alt tabakayı oluştururlar ve bu nedenle sürekli istismar, sarkıntılık ve tacizin hedefi olurlar. Bu çocuklar aile ve toplum tarafından gerekli bakım ve korumadan mahrum bırakılmakta ve sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksun kalmaktadır.

    Çocuk askerlerin büyük çoğunluğu çatışma durumları, bombalamalar, idam ve uzuv kesme, insanları diri diri yakma ve tecavüz gibi ağır şiddet ve zulümlerin mağduru, tanığı ve/veya faili olmuştur (Betancourt vd., 2010). Savaştan sonra, sadece travmatik olaylara maruz kaldıkları için değil, aynı zamanda çatışmayla olan bağları nedeniyle suçlandıkları ve damgalandıkları için de yeniden entegrasyon başarısızlığına karşı savunmasızdırlar (Schauer ve Elbert, 2009). Eğer daha istikrarlı ülkelere sığınma hakkı verilirse, genellikle uzun ve yorucu sığınma prosedürlerine tabi tutulurlar. Bir kez daha, sığınma prosedürü sırasında kendilerine tanınan asgari haklar nedeniyle topluma tam olarak katılamama durumuyla karşı karşıya kalırlar. Sosyal rollerini, gelecek fırsatlarını ve ana dilleri, geleneksel yemekleri ve sosyal ağları gibi kendi kültürel çevrelerini kaybetmenin sıkıntılarını çekerler.

    Eski çocuk askerlerdeki travma ve dissosiyason

    Özellikle çocukluk döneminde toksik şiddet türlerine uzun süre maruz kalmanın uzun vadede yıkıcı sonuçları vardır. Tehdit karşısında saldırganlık durumları, korku dolu kaçma veya kaçınma durumları hızlı ve dramatik bir şekilde değişimli olarak birbirini takip eder. Çocuklar genellikle fiziksel olarak kendilerini esir alan kişiyle savaşamayacak veya vaziyetten kaçamayacak durumda olduklarından, travmatik olaylara en yaygın tepki, uyuşma, kendine yabancılaşma (depersonalizasyon) ve çevreye yabancılaşma (derealizasyon) yaşadıkları dissosiyasyon yoluyla kendilerini dış ve iç dünyadan koparmaktır (Schauer ve Elbert, 2009). Bu derecede şiddet ve tehdide maruz kalan gençler genellikle güvenli bağlanma ilişkileri kurma, istikrarlı ve bütünleşik bir kendilik ve ötekiler kavramı ve duygu ve davranışları kendi kendine düzenleme yetkinliği gibi gelişimsel görevleri tamamlayamazlar (Van der Kolk, 2005).

    Birçok eski çocuk askerin tekrarlanan ve uzun süreli kişilerarası travmaya verdiği tepki, en iyi şekilde karmaşık travma veya gelişimsel travma bozukluğu gibi kavramlarla tanımlanabilir (Cloitre, 2009; Klasen, Daniels, Oettingen, Post ve Hoyer, 2010; Van der Kolk, 2005). Semptom profili, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile birlikte duygulanım düzenleme, kişilerarası ilişki ve öz kimlik alanlarında ek bozuklukların varlığına işaret etmektedir. Kompleks TSSB’ye ek olarak, bu hastalar genellikle depresyon ve dissosiyatif kişilik bozukluğundan (DKB) muzdariptir. Bu durumda hem vahşet anıları hem iştirak eden “fail parçaları” farkındalıktan tamamen ayrılır. Bu kendilik durumları (veya değişimleri) sıklıkla “koruyucu parçalar” olarak tanımlanır; bunlar kişiliğin “koruyucu ‘savaş’ alt sisteminde sabitlenmiş ve öfke ve kızgınlık gibi zor duygularla başa çıkmaya ve incinme, korku veya utanç duygularından kaçınmaya çalışan” duygusal parçalarıdır (Van der Hart, Nijenhuis ve Steele, 2006, s. 82).

    Nispeten küçük stres faktörleri eski çocuk askerlerde şiddetli saldırganlık ve/veya gerilemiş dissosiyatif durumlarla kendini gösteren klasik savaş, kaç veya don tepkilerini tetikleyebilir. Bu kişiler saldırgan dürtülerini kontrol etmekte zorlanmakta ve şiddeti amaçlarına ulaşmak için meşru bir araç olarak algılamaktadır. Sonuç olarak, saldırganlık olmadan günlük yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz becerilere sahip olma eğilimindedirler. Bu tür hastaları tedavi ederken, klinisyenler eski travma senaryolarının yeniden canlandırılmasının içine çekilir ve genellikle ciddi aktarım ve karşı-aktarım zorluklarıyla karşılaşarak savaş gibi hissedilebilen vahşi bir yaklaşma ve kaçınma terapötik dansının parçası haline gelirler.

    Aktarım Odaklı Psikoterapi ve Uygulanması

    Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP), nesne ilişkileri teorisine dayanan, kanıta dayalı, manuelleştirilmiş, psikodinamik bir tedavidir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 2006; Doering ve diğerleri, 2010; Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002), eski çocuk askerler gibi kompleks travma yaşamış bireyler arasında yaygın olan saldırganlık ve baskının temel merkezi ile çalışmak için çok uygundur. Ağır kişilik bozukluklarından muzdarip, yani sınırda kişilik örgütlenmesine sahip hastaları tedavi etmek için geliştirilmiştir (Kernberg, 1984). Sınırda kişilik organizasyonu terimi, kimlik yayılması (kendilik ve öteki temsillerinin ve bunlar arasında bağlantılı duyguların salınımını içeren parçalanmış ve dalgalı bir kendilik algısı) ve gerçeklik sınamasının genellikle sağlam olduğu ancak stres altında çarpıtmaya eğilimli “ilkel” savunmalar (bölme, inkar ve yansıtmalı özdeşleşme) ile karakterize edilen psikolojik bir yapıyı ifade eder. Hasta, yalnızca sözlü ve sözsüz olarak değil, aynı zamanda yansıtmalı özdeşim (“karın konuşması” olarak adlandırılır) yoluyla da iletişim kurar. Bu süreçte, tolere edilemeyen duygusal durumlar dışsallaştırılır, terapiste yansıtılır ve terapist tarafından hissedilir.

    AOP’nin amacı, bu çelişkili içsel kendilik ve öteki durumlarını daha tutarlı bir kişilik yapısına entegre etmektir. AOP’nin temel varsayımı, insanların sosyal hayvanlar olduğudur (bağ kurmak ve aynı zamanda özerk olmak isterler), iç dünyaları temelde ilişkisel unsurlardan, ikililerden, kendilik ve öteki (nesne) imgelerinden ve bunları birbirine bağlayan duygulardan oluşur. Sınırda kişilik örgütlenmesinde bu iç dünya, birbiriyle çatışma halinde olarak algılanan ve bölünme süreciyle ayrı tutulan tümüyle iyi ve tümüyle kötü ikili unsurlara bölünmüştür. Ağır travma geçirmiş hastalarda bu temel bölünme dissosiyasyon ile daha da vurgulanır. Bölme ve dissosiyasyonun birbiriyle nasıl ilişkili olduğu ve bölmenin kendisinin dissosiyatif, travmayla ilişkili bir fenomen olup olmadığı hakkındaki teorik sorular bu bölümün kapsamı dışındadır. Aslında, ağır travmatize hastalarda bölme ve disosiyasyon tamamen iç içe geçmiştir. Bununla birlikte, ana fikir bölmenin çatışmadan kaynaklandığıdır: yaklaşma, yakınlık arama ve bağ kurma eğilimi ile temas ve bağımlılıktan kaçınma ve incinmeye veya kontrol edilmeye karşı savunma eğilimi arasındaki çatışma (yani, sevgi ve saldırganlık dinamikleri).

    Tamamen iyi ikililer, mükemmel anneler veya babalar gibi, ideal bir nesne ile özlem ve mükemmel sevgi dolu ilişkilerden meydana gelir. Gerçekte olan eksiklikler ve hayal kırıklıklarıyla bütünleştirilmedikleri için bu tamamen iyi ikililer gerçekçi değildir ve bu nedenle patolojik hayal kırıklığına ve tersine kötü ikililere hızlı bir geçişe katkıda bulunabilir. Tümüyle kötü ikililer, geçmiş öznel gerçeklik, kişinin kendi saldırgan duygulanımları, saldırganlarla özdeşleşme ve güçlü korkuların bir karışımına dayanan zulmedici veya hükmedici ilişki imgelerinden oluşur. İlişkilerde ve psikoterapide içsel ikililer salınım gösterir: içerideki endişeli kurban, aşırı güçlü ötekinin misillemesinden korkarak, aniden artık zayıf olan ötekine saldıran baskın bir güce dönüşebilir. Eğer terapist kötü bir nesne olarak deneyimlenirse, hasta kendini ezilmekten korumak için saldırabilir, böylece saldırgan olduğunun tam olarak farkında olmadan saldırganlaşabilir. Bu nesne ilişkileri düşünme modeli, terapistin bu yansıtmaları hastayla empatik olarak keşfetmesini ve sanki hastanın gözünden bakmasını sağlar. Bu bakış açısı, kişilik bozukluğu ve ciddi dissosiyatif bozukluğu olan hastaların tedavisinde anlık yaşanan sürekli itme ve çekme etkileşimlerini anlamada çok faydalıdır (Draijer, 2009, 2010a,b).

    AOP müdahaleleri, hastanın iç dünyasını ve bu dünyadan terapistin bakışını keşfetmekten oluşur. Bunu yapabilmek için, aktarımı tam olarak şu anda deneyimlemek (“Hasta bana ne yaptırıyor?”), hastanın terapist yaratımını içinde ifade edildiği ikili ile empatik olarak takip etmek ve bunu hastaya sunmak özellikle önemlidir. Böylece bir müdahale şu şekilde kurgulanabilir: “Sizi doğru bir şekilde dinlediğimde, sanki beni zalim ve hükmeden bir kişi olarak görüyorsunuz. Bu sizin için çok korkutucu bir durum olmalı.” Hastalar, ilişkinin algıladıkları şekilde ifade edilmesinin sağladığı kontrolle doğru anlaşıldıklarını deneyimlediklerinde, öfkeli bir ruh hali içinde olsalar bile aniden sakinleşir ve neler olup bittiği üzerine düşünmeye başlayabilirler.

    Hastanın reflektif fonksiyonu gelişmeye başladığında (ki bu biraz zaman alabilir) terapistin görevi, hastanın kendi iç dünyası hakkındaki empatik merakını artırarak, hastayı ikili ilişkiler arasındaki tutarsızlıklar ve salınımlarla dikkatlice yüzleştirmektir. Örnek bir müdahale şu şekilde olabilir: “Bu çok ilginç. Birkaç dakika önce konuşmamız oldukça samimi görünüyordu ve üzüntünüzü benimle paylaştınız, görünüşe göre beni güvenli ve güvenilir bir dinleyici olarak algıladınız, ancak aniden tüm gücü geri alarak beni kendinizi korumak zorunda olduğunuz bir tehdit olarak algıladınız. Bu iki ruh halini nasıl birleştirirsiniz?” Son olarak, hasta terapötik ilişkiyi en azından zamanın bir kısmında destekleyici olarak yansıtabildiğinde ve deneyimlediğinde, terapistin görevi karşıt ikililerin savunmacı katmanlarını yorumlamaktır. AOP’de yorumlama, olumlu ve olumsuz ikililerin eş zamanlı olarak hastaya sunulmasına ve ilişkilendirilmesini sağlayan bir süreçtir. Örneğin, “Öfkenizin bu kadar aşırı olması, sizi benden uzaklaştırması, güvenilir bir ebeveyn figürüyle güvenli bir ilişkiyi derinden özlediğinizi fark ettiğinizde kendinizi çok savunmasız hissetmenizden dolayı olabilir mi?” veya “Beni tamamen güvenilmez olarak görmeyi tercih ediyor gibi görünmenizin nedeni, beni güvenilir olarak algılamanın kayıplarınız konusunda sizi çok üzüyor olması olabilir mi? Bunu yaparak kalbinizi sevdiğiniz birini ikinci kez kaybetmeye karşı koruyor olabilir misiniz?” Dolayısıyla yorumlama, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıları açıklamaktan ziyade, öncelikle şimdi ve buradaki “sen ve ben” ile ilgilidir.

    Tüm bu adım adım etkileşimsel ve yorumsal süreç (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009) öfke ve hiddetin kademeli olarak azaltılması ve nihayetinde kişiliğin bütünleşmesi ile sonuçlanır. AOP’de hasta kendi iyileşmesinden sorumlu tutulur; bu da tedavinin başlangıcında (öz) yıkıcı davranışlar hakkında bir sözleşme yapıldığı anlamına gelir ve terapist hastaya bu davranışların sağlığa doğru olan gelişime karşı olduğunu açıklar. Hasta, çatışma için tek bir çözüm bildiğini (şiddet kullanmak) belirttiğinde, terapist hastayı bunu önlemekten sorumlu tutar: “Tüm duygular hoş karşılanır ve saygı görür, hatta öldürücü öfke bile, yeter ki bu konuda konuşabilelim ve harekete geçmeyelim.” Hasta bir davranışta bulunma eğilimi fark ettiğinde ya da bunu gerçekten yaptığında, hastadan bir sonraki seansta ilk iş olarak bundan bahsetmesi istenir. İstismar döngüsünün tekrarlanmasını önlemek için “askerin nasıl konuşacağını öğrenmesi gerekir.”

    Destekleyici Kanıtlar

    AOP’nin etkililiğine yönelik ampirik destek, farklı araştırma grupları tarafından gerçekleştirilen bir dizi randomize kontrollü çalışma ile ortaya konmuştur (bu çalışmaların bir özeti için bkz. Bölüm 10: Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi). Örneğin, Clarkin ve arkadaşları (2007) ve Doering ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan çalışmalar, AOP’nin sınırda kişilik bozukluğu olan hastalar için çeşitli karşılaştırma tedavileri (diyalektik davranış terapisi, destekleyici dinamik terapi ve deneyimli kamu psikoterapistleri tarafından tedavi dahil) kadar veya daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar ayrıca AOP’nin reflektif fonksiyon ve bağlanmadaki gelişmelerin yanı sıra kişilik organizasyonu ve işlevselliğindeki olumlu değişimle benzersiz bir şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. AOP’nin eski çocuk askerler için etkinliği henüz araştırılmamış olsa da mevcut kanıtlar yine de önemlidir, çünkü önceki çalışmalara dahil edilen hastalar da kompleks travma geçmişlerini taşıma eğilimindedir (ancak elbette eski çocuk askerlerin tanık olduğu ve yaşadığı şiddetle ilgili değildir).

    Vaka örnekleriyle aktarım odaklı psikoterapi

    İshmael 2003 yılından beri Hollanda’da bulunan 24 yaşında Sierra Leone’li bir erkektir. Terapist onunla ilk kez tanıştığında, Ishmael 3 yıldır başarısız bir psikoterapi görüyordu ve bu süreçte stabilizasyon ve destek temel odak noktasıydı. Kısa süre içinde İshmael’in tedavi konusunda oldukça kararsız olduğu anlaşıldı; motive olmuştu ancak psikoterapinin doğasında olan samimiyetten korkuyordu. İshmael’in en büyük korkusu, tetiklendiğinde saldırganlığının kontrolünü kaybetmek ve masum bir insana zarar vermekti. Kız arkadaşı da dahil olmak üzere başkalarıyla kavgaya karışmıştı.

    DKB, TSSB ve depresyon kriterlerinin yanı sıra başka türlü belirtilmemiş kişilik bozukluğu kriterlerini de karşılıyordu. İşitsel yorumlar ve görsel halüsinasyonlar da dahil olmak üzere hafıza kaybı ve kısa psikotik ataklardan muzdaripti. Ara sıra intihara meyilli olmuş ve bir kez hastaneye kaldırılmıştı. Şiddetli güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, aşırı yalnızlık, ait olmama hissi ve insan dışılaşma hissi yaşadığını bildirmişti. “Bazen kendimi bir insandan çok bir hayvan gibi hissediyorum” dedi.

    İshmael, Sierra Leone’deki ilk yıllarını orta derecede mutlu olarak tanımladı. Sekiz yaşındayken isyancılar annesini gözleri önünde öldürmüş ve kendisi de esir alınmıştı. O zamandan beri babasını ve kız kardeşini hiç görmedi. İshmael isyancılar tarafından çocuk köle olarak ormanda onlarla kalmaya zorlandı. Orada sayısız zulme tanık oldu ve bunlara katılmaya zorlandı. Beş yıl sonra kaçmayı başardı ve Freetown’da hayatta kalmayı başardı. Şu anda bir iltica prosedürünün ortasında.

    Psikoterapinin ilk aşamasındaki ana sorun, İsmail’in başkalarıyla ilişki kurarken psikolojik olarak anda kalamamasıydı. Bu durum dissosiyasyon (örneğin, başka zihin durumlarına geçme, yok olma) veya terapiste karşı aşırı baskınlık, saldırganlık ve baskı şeklinde ortaya çıkıyordu. Paranoid duygular; istismar edilme, sömürülme veya aşağılanma gibi aşırı korkuları olduğunu ve önemsenmediği hissine kapıldığını bildirmişti. Kendisine öğretilen duygulanım düzenleme tekniklerini kullanamıyordu. Onun saldırganlığına maruz kaldığında, terapist genellikle korkudan bunalmış hissediyor ve neler olup bittiği üzerine düşünmekte zorlanıyordu. AOP, bu kafa karıştırıcı güçleri, itme ve çekmeleri, yeniden canlandırmaları anlamada mantıklı bir çerçeve sundu.

    AOP’ye geçiş, hastayı ve semptomlarını anlamaya yönelik tek kişilik bir modelden, hastayı ve deneyimlediği dinamik kişilerarası güçleri anlamaya yönelik iki kişilik bir modele geçiş anlamına geliyordu. Bu geçişten sonra yaklaşımdaki farklılıklar sorulduğunda, terapistin aklına gelen ilk şey şu oldu: “Empatik olarak keşfettiğim ve onun gözünden beni yarattığı kişiyi gördüğüm için neler yaşadığına dair çok daha fazla temas ve anlayış. Dissosiyasyon ve saldırganlık, ilişkimizdeki mesafeyi ve yakınlığı düzenlemenin bir yolu olarak anlaşılabilir hale geldi.”

    Clarkin ve diğerlerinin (2006) aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer genel bakışını kullanarak, bu vaka örneğinde bunlardan bazılarını gösteriyoruz (bkz. Tablo 21.1). Aşağıdaki aktarım- karşı-aktarım etkileşimi, ikili ilişkilerin dinamik doğasını göstermektedir. İshmael, en travmatik deneyimlerinden birini terapistiyle paylaşma ve üzgün olma konusundaki savunmasızlığına tepki olarak aniden farklı bir duruma geçti. Terapist aşağıdakileri deneyimlemiştir:

    Aniden saldırganlığa geçmesi beni şaşkına çevirdi. Gözleri keskinleşiyor ve aşağılayıcı bir tavırla, “Görmüyor musun? Etrafında her yerde kavga var.” diyor. Bakışları sertleşiyor ve kayıtsızlaşıyor. Dudakları sadist bir gülümsemeyle hafifçe kıvrılıyor. Bir savaş durumunda karşı karşıya geldiğimiz şiddetli ve acımasız bir travmatik deneyimin yeniden yaşanmasının bir parçasıymışım gibi görünüyor. Artık tanıdığım İshmael’i görmüyorum; her şeyi yapabilecek, son derece tehlikeli ve tehditkâr bir asi görüyorum. Acaba o da bende aynı tehdidi görüyor mu? Kafam karışık hissediyorum. Vücudum tehlike olduğu konusunda beni uyarıyor ve aşırı uyarılmış durumdayım. Kendimi ellerine bakarken yakalıyorum, saldırabilir mi diye merak ediyorum. Şu anda uyanık kalmak istiyorum ama kaos beni ele geçiriyor. Artık neler olup bittiğini düşünemiyorum ve bir korku selinin içinde boğuluyorum. Bu arada umutsuzca terapötik çerçevemi ve araçlarımı arıyorum, ama onlar da silinip gitmiş gibi görünüyor. Kendimi felç olmuş ve çaresiz hissediyorum. Bu savaşı kazanamam, o daha güçlü ve ben ona teslim oluyorum. Saldırganlığıyla elde etmek istediği şey bu mu?

    Saldırganlığına dikkat çekiyorum ve içinde neler olduğunu soruyorum. Şaşırmış görünüyor, saldırganlığı aniden kayboluyor, kızgın ya da korkmuş olduğunu inkar ediyor. Şimdi kafası karışık ve savunmasız olan o. Birdenbire ben fail, o ise kurban oluyor. Fail olmak istemiyorum. Yine kafa karışıklığı var.

    Tablo 21.1 Aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer

    HastaTerapist
    Kontrol eden, tümgüçlü benlikZayıf, kölevari öteki
    İstismara uğrayan kurbanSadist saldırgan/zalim
    Kontrolü kaybetmiş, öfkeli çocukYetersiz, işlevsiz ebeveyn
    Bağımlı, memnum çocukMükemmel bakım sağlayan
    Arkadaş canlısı, itaatkar benlikDüşkün, hayran ebeveyn

    Burada üzüntü ve kırılganlığa karşı agresif bir savunmanın yanı sıra travmanın yeniden canlandırıldığını, ancak tersine dönmüş şekilde, baskın bir pozisyonda, terapisti farkında olmadan korkutarak dehşet verici bir teslimiyet ve kafa karışıklığına sürüklediğini görüyoruz. Hasta, terapist üzerinden kendisinin söze dökemediği aşırı korkuyu uyandırıyor gibi görünmektedir. Sadist saldırgan/zalim ile istismara uğrayan kurban arasında bir salınım vardır. Terapistin ilk görevi bu neredeyse dayanılmaz korkuya tahammül etmek ve ona göre hareket etmemektir.

    Eğer terapist bu korkuya dayanabilir ve hasta ile arasındaki süreci düşünmeye devam edebilir, bunu yaparken saygılı ve tarafsız bir duruş sergileyebilirse, hastanın kendisine yansıttığı kötü nesneyi giderek daha fazla kapsayabilir ve hastayı, daha önce ham ve sembolleştirilmemiş bir duygu durumu olarak var olan şeyi düşünmeye veya sembolik olarak taşımaya teşvik edebilir. Terapistin empatik merakı, hastanın kendisini bunaltan yoğun durumun diğer içsel durumların daha geniş bir bağlamında var olabileceğini ve dolayısıyla gerçekliğin ya da ilişkinin tamamını oluşturmadığını görmesini sağlar. Bu paylaşılan merak da nesneyi, özellikle de yoğunluğunu ve tek boyutlu niteliğini değiştirme etkisine sahiptir. Tüm duygulanımlar terapist tarafından kabul edildikçe, tolere edildikçe ve kapsandıkça, bir ya da iki saniyelik de olsa düşünme alanı ve duygulanım toleransı yavaş ama kademeli olarak artar. Hastanın içinde, korktuğu saldırganın ve deneyimlediği ve gizlice özlem duyduğu empatik ve yansıtıcı ötekinin temsillerini yavaşça bir araya getirdiği bir süreç gerçekleşir; her ikisi de kendi içindeki iç durumların yansımalarıdır. Bunun, hastadaki zulüm nesnelerinin ve kendilik durumlarının kademeli olarak detoksifiye edildiği bütünleştirici bir süreç olduğu düşünülmektedir (Scharff ve Tsigounis, 2003).

    Bir süre sonra terapist, hastayla empati kurarak yoğun güçsüzlük ve üzüntü duygularıyla mücadele eder. Artık hasta hem savunmasız halini tolere edebilmekte hem de terapistle bağlantı kurabilmektedir. Terapist bunu şöyle not eder:

    Ishmael, bir kurban olarak yaşadığı vahşetle ilgili yoğun değersizlik duyguları ifade ediyor. Zihinsel huzura ve ölüme özlem duyuyor. Onun kendinden nefretini ve acısını hissediyorum. Buna dayanamayarak, kendisine dair suçluluk ve utanç dolu bakış açısını değiştirmeye çalışıyorum, ancak bunun onun ihtiyaçlarına uymadığını fark ediyorum. Bana, bunun için içinde yer olmadığını söylüyor. Ona, bakış açısını değiştirme çabamın, aslında onun hüznünün bende yarattığı güçsüzlük hissiyle başa çıkma girişimi olduğunu anladığımı söylüyorum. Ve ekliyorum: “Burada birlikte otururken, hüznün var olmasına izin verebiliriz, hakkında konuşmak zorunda kalmadan.” Bunu duymaktan memnun olduğunu, özellikle de hüznünü serbestçe yaşayabileceği başka bir yer olmadığını söylüyor. Göz göze geliyoruz ve hüznü beni derinden etkiliyor. Gözlerimin nemlendiğini fark ediyor ve ona, hüznünün beni etkilediğini söylüyorum. Bir an için başını yana çeviriyor, ama sonra tekrar bakışlarımı yakalıyor ve hüznünün benim yanımda var olmasına izin verdiğini görebiliyorum. Yoğun bir karşılaşma anı yaşanıyor. Seansın sonunda, İshmael bana, hüznünü deneyimleyip paylaşarak kendini “daha bağlantılı” ve daha az yalnız hissettiğini söylüyor.

    İkili bir bakış açısına göre, terapistin güçsüzlük ve üzüntü hisleri, hastanın ona dair algılarından ve onunla etkileşimlerinden (yani yansıtma ve yansıtmalı özdeşim) kaynaklanır. Bu durumda terapist, önce hastayı bir an önce rahatlatmak ve üzüntüden kaçınmak istemiş, böylece hastanın genellikle yaptığı şekilde davranmıştır. Daha sonra hasta, terapistin üzüntüsünün farkına varmıştır, çünkü terapist onunla birlikte bu üzüntüye katlanmaya istekli olmuş ve bunu birlikte tolere etmişlerdir. Üzüntü içinde birlikte var olmak, hastanın bağ kurmaya, ilişki içinde olmaya ve kaybettiği annesiyle olan bağına dair toleransını yeniden kazanmasını sağlamıştır.

    18 aylık AOP’nin ardından, terapist, terapötik ilişkide yakınlık ve savunmasızlığa yönelik dikkate değer bir artış ve bunlara karşı daha fazla tolerans gözlemlemektedir. Bu gelişme, hastanın iç dünyasında daha önce bölünmüş olan libidinal segmente erişimin sağlanmasını temsil eder. Hasta, acı verici deneyimleri ve güçlü duyguları daha iyi söze dökebilmekte ve tolere edebilmektedir. Duygusal durumlar arasındaki dalgalanmalar ve siyah-beyaz düşünce yapısı azalmıştır. Saldırganlık daha az vahşi, yıkıcı ve korkutucu hale gelmiş ve giderek yok olmakta gibi görünmektedir. Saldırgan duygular, düşünceler ve fanteziler terapide açıkça paylaşılmaktadır. İshmael, duygularını daha iyi düzenleyebilmekte ve kendini şiddete başvurmadan ifade edebilmektedir.

    Belirti düzeyinde, kabuslar, geçmişe dönüşler/flashbackler ve dehşet verici anıları yeniden yaşama durumları, dissosiyasyon, travmatik materyalden kaçınma, güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları azalmıştır. İşitsel sanrı ve görsel halüsinasyonlar geri çekilmiştir. DKB açısından bakıldığında, hastalar anın içinde kalmaya daha yatkın hale gelmiş, duygusal durumlar daha az parçalanmış ve amnezi ile daha az ayrılmıştır. Ağır travmatik deneyimler artık sadece yıkıcı kendilik üzerinden anlatılmamakta, aynı zamanda daha üzgün ve düşünceli ruh halleriyle de ifade edilmektedir. İshmael daha az izole bir yaşam sürmekte, gönüllü çalışmaları, hobileri ve hatta filizlenen bir arkadaşlık sayesinde dış dünya ile daha fazla temas kurmaktadır.

    Tartışma

    Afrikalı DKB ve TSSB olan eski çocuk askerlerin tedavisinde, AOP, bu hastaların saldırganlıklarını ve terapist üzerinde tam kontrol kurma veya baskı kurma eğilimlerini ele almaya yardımcı olur. AOP, bölünmüş saldırganlıkla ilgili ciddi sorunları ve hastaların zihinsel durumlarındaki ani ve kafa karıştırıcı değişimleri anlamak için faydalı bir model sunar. Tedavi, hastanın yalnızca semptomlarına odaklanmak yerine, aktarım- karşı-aktarım dinamiklerini, terapötik ilişkideki itme-çekme etkileşimlerini ve hasta ile terapist arasındaki yeniden canlandırmaları ele alır. Bu yaklaşım, aşırı travmayı anlamada ve tedavi etmede tek kişilik (birey merkezli) psikoloji ile iki kişilik (ilişki merkezli) psikoloji arasındaki tartışmaya da temas etmektedir. Bu vakada, başlangıçta tek kişilik bakış açısı (sadece hastada gözlemlenen semptomlara ve psikopatolojiye odaklanan) sınırlı başarı göstermiştir. Daha sonra, bölme, yansıtmalı özdeşim ve kendilik-öteki durumları arasındaki dalgalanmalar şeklinde hasta ve terapist arasındaki dinamiklere odaklanan iki kişilik psikolojik modele geçilmiştir. Bu değişim, hastanın duygusal düzenleme becerisini geliştirmesine, zihinselleştirmeye başlamasına, sosyalleşmesine ve hem içsel hem de dışsal olarak daha fazla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Geleneksel aşama odaklı travma terapisi yerine, terapötik ilişkide güvenli bağlanmayı güçlendirmeye odaklanarak duygu düzenleme becerileri geliştirilmiştir.

    Bu, TSSB’nun öncelikle bir anksiyete bozukluğu olarak görülmesinden, (kompleks TSSB ve DKB) öncelikle ilişkisel bozukluklar olarak algılanmasına doğru bir geçişi temsil etmektedir. Bu tür bozukluklar izolasyon, yalnızlık (bağlantısızlık), başkalarına güvensizlik, rahatlatıcı içsel ilişkilerin eksikliği, insanlığa karşı öfke, utanç ve suçluluk gibi özelliklerle tanımlanır. Başka bir deyişle, DKB gibi karmaşık stresle ilişkili bozukluklar, kişilik, kimlik ve duygu düzenleme bozuklukları (bir bütün olarak ilişkisel bozukluklar) olarak görülmekte ve terapötik ilişkinin “şu an” içinde çalıştığı psikodinamik tedavilere oldukça uygun olmaktadır.

    18 aylık AOP sonrasında, bu hastada duygu düzenleme, zihinselleştirme ve ilişkilenmede gelişmeler gözlemlendi. Gelişmiş duygu düzenleme, terapistin baskın ikililere ve onlarla bağlantılı duygusal durumlara, etkileşimin “şu an”ında hassas bir şekilde uyum sağlaması ve bunları kapsamasıyla açıklanabilir. Bu hipotezi destekleyen bir çalışma, Levy, Clarkin ve arkadaşları (2006) ile Levy, Meehan ve arkadaşları (2006) tarafından yapılmış ve bir yıllık AOP sonrasında borderline hastalarda reflektif fonksiyonun ve güvenli bağlanmanın geliştiğini göstermiştir; daha güvenli bağlanma, daha iyi duygu düzenlemeye yol açmaktadır (Schore, 2005). AOP’nin zihinselleştirme temelli terapiye benzer olduğu ileri sürülebilir; ancak temel fark, AOP’de farklı ikililer arasındaki çatışma ve dalgalanmanın merkezde olmasıdır. Ayrıca, aktarım doğrudan ele alındığı için terapist bir koçtan ziyade, hastayla birlikte “dansın” içinde yer alan bir katılımcı olur; dolayısıyla AOP, bilişsel olmaktan çok deneyimsel bir yaklaşımdır. Son olarak, AOP, terapi ilişkisinde ele alınması gereken merkezi bir dinamik güç olarak saldırganlığa özel bir önem atfetmektedir.

    Saldırganlık ve onun nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda görüşler önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı tedavi modelleri saldırganlığı hiç ele almaz (bunun “yabancı bir kendilikten” geldiğini varsayar), bazıları ise yalnızca onu kontrol etmeye çalışır (daha çok bilişsel-davranışçı öfke yönetimi yaklaşımları) veya bastırır (örneğin, ilaç yoluyla). Ancak AOP’de, saldırganlık içsel dinamiklerde temel, hayati ve bir bakıma sağlıklı bir unsur olarak kabul edilir.

    Ağır travma yaşamış hastalarda, saldırganlık doğrudan tedavi sürecinde ortaya çıkmadığında, bunun kâbuslar ve kendine zarar verme yoluyla dışa vurulabileceğine dair klinik bir izlenimimiz var. Bu yol ile, saldırganlık, içsel dünyadaki saldırgan figürlere yansıtılarak güvenli bir biçimde deneyimlenir (içsel olarak ifade edilir). Bu hastaların ayrıca, çocukluk dönemindeki saldırganlarla özdeşleşmelerinden kaynaklanan, tamamen kontrol sağlamaya çalışan (saldırgan) baskıcı içsel temsilleri vardır. AOP perspektifinden bakıldığında, bir tür entegrasyon, denge ve sağlığa ulaşmak için hastanın saldırganlığının ele alınması ve kendisine ait bir parça olarak kabul edilmesi gereklidir. Ancak, tüm hastaların bunu kabul etmeye istekli veya hazır olmadığını gözlemliyoruz; bazıları, kendilerini bir kurban kimliğine sıkı sıkıya bağlayarak ve saldırganlığı dışarıya yansıtmaya devam ederek baskı altında kalmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını hissetmektedir.

    AOP terapisti, dansa katılır fakat aralarındaki dinamikleri sürekli olarak yansıtmaya çalışır. Terapist bunu saygılı bir şekilde yapar, hastanın içindeki çatışmalara karşı nötr kalır, hastanın algıları ve etkileşimleriyle tetiklenebilecek zorlu duygusal durumları kabul eder. Bir liman metaforunu kullanacak olursak, tüm gemilere izin verilir. Hiçbir geminin denizde kalması gerekmez (yani, ne kadar olumsuz olurlarsa olsunlar tüm duygular ve zihinsel durumlar terapist ile ilişkide kabul edilir). Sonra terapist hastanın kendisini yansıttığından daha entegre bir şekilde görebileceği yansıtan bir ayna gibi davranır. Saldırganlık ve nefreti kapsamak, iyi ve kötü olanın entegrasyonuna giden yolun ön koşuludur. “Yıkıcı kendilik” görülmeli, saygı gösterilmeli, kabul edilmeli ve tüm kişi için ne anlama geldiği takdir edilmelidir: O, korkunç anıların muhafızıdır ve yeniden zarar görmekten kaçınmak için hastayı gözetler. Bu kendilik yönü son derece yalnızdır (insanlık dışı) ve kimsenin onu sevmediğine veya yakın olamayacağına ikna olmuştur. Eğer bu tehlikeli ve nefret dolu parça anlaşıldığını, saygı gösterildiğini ve takdir edildiğini hissederse hastanın nefreti yavaşça erimeye başlar (bkz. Draijer, 1999). Ancak o zaman yas tutma ve derin üzüntü için yer açılır. Öldüren hastaların yas tutması gerekir, yas tutma ve pişmanlık ritüelleri başlatılabilir.

    Son olarak, terapistin, hastanın içsel dünyasına duygusal olarak erişmeyi öğrenmesi, bu dansa katılması, bunu tanıması ve bir müdahalede bulunmak için üzerine düşünmesi olmazsa olmazdır. Bu duygusal erişilebilirliği, zihinsel beceri ve duyusal duyguları fark etme ve bunları bir müdahaleye dönüştürme becerisini geliştirebilmek için terapistin bir süpervizörle güvenli ve kabul edici bir ilişkiye ihtiyacı vardır.

    Sonuç

    Aşırı saldırganlık ve bir saldırgan kendilik durumu, dissosiyatif bozuklukları olan hastalar için ciddi sorunlar oluşturur, onları diğer insanlardan yabancılaştırır, yakınlığı engeller ve terapistlerinde korku yaratır. Bu sorun, TSSB üzerine yapılan pek çok teori veya araştırmada nadiren ele alınmaktadır, çünkü tedavi genellikle anksiyeteye odaklanır.

    Öfke ve saldırganlık, şiddetli travmalarda merkezi bir rol oynar, hastaların kendilerini suçlu, kötü ve yalnız hissetmelerine neden olur, kontrol için mücadele etmelerine yol açar ve onları diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu, özellikle hastaların öldürmeye zorlandığı durumlarda geçerlidir. DKB’den muzdarip eski çocuk askerlerinin saldırganlıkları ile ilgili tedavilerde AOP, bu saldırgan yönleri ve başkaları üzerinde tam kontrol kurma ya da başkalarını baskılama eğilimlerini ele alır, buna terapist de dahildir. Ayrıca, hastaların içsel baskılarından kurtulmalarına yardımcı olur.

    Yazarlar, Dr. Frank Yeomans, MD, PhD’ye çok yardımcı yorumları için teşekkür eder.
    Bu bölüm, şu makalenin genişletilmiş bir versiyonudur: Nel Draijer PhD & Pauline Van Zon MA (2013): “Eski Çocuk Askerleriyle Aktarım Odaklı Psikoterapi: Yıkıcı Benlikle Karşılaşma”, Journal of Trauma & Dissociation, 14:2, 170-183.
    Telif Hakkı © Taylor & Francis Group, LLC
    ISSN: 1529-9732 basılı/1529-9740 çevrimiçi
    DOI: 10.1080/15299732.2013.724339

  • Spor ve Düşünce: Spor Temelli Terapötik Müdahalenin Geliştirilmesi (26. Bölüm)

    Daniel Smyth

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 26. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Bireysel çocuk veya yetişkin, yalnızca ve yalnızca oynarken yaratıcı olabilir ve tüm kişiliğini kullanabilir; birey, yalnızca yaratıcı olarak kendiliğini keşfedebilir (Winnicott, 1971, s. 73).

    Duygusal ve davranışsal sorunlar yaşayan ergen erkek çocuklarıyla terapötik etkileşimin son derece zor olduğu bilinmektedir. Daha geleneksel psikolojik hizmetlerden yararlanmama ve dolayısıyla faydalanmama, bu tür erkek çocuklarının genellikle toplumun marjinlerinde kalmaları ve yetişkinlik boyunca orada kalma eğiliminde olmaları anlamına gelir. Bu nedenle, ergen erkek çocuklarını daha olumlu bir yaşam yolu geliştirmelerini sağlayan bir güvenlik ve saygı duygusu sağlayabilen terapötik ortamlarda daha iyi katılımını ve kalmasını için alternatif hizmet sunum modelleri gereklidir. Spor ve Düşünce programı, davranışsal ve duygusal zorluklar yaşayan ve daha geleneksel terapötik yollarla etkileşime girmeyen ergenlik çağındaki erkek çocukların erişebileceği terapötik bir müdahaleye olan artan ihtiyaca yanıt olarak geliştirilmiştir. Bu, futbol sporunu psikodinamik düşünce ve teoriyle birleştirerek kişinin ve başkalarının deneyimlerine ve duygularına ölçülü, kasıtlı ve dikkatli reflektif düşünceyi teşvik eden bir alan yaratan ve duygusal ve davranışsal değişimi teşvik etmek için bir katalizör görevi gören ergenlerle çalışmaya yönelik yeni bir yaklaşımdır. Futbol oynayarak, katılımcılar oyuna ölçülü, büyük resim yaklaşımı benimsemeye teşvik edilir; bu yaklaşım sahanın tamamını ele almayı, topu paylaşmayı, bir pasla geriye gitmeyi ve ileri seçenekler yoksa oyunu tekrar başlatmayı ve oyunlarına yapılandırılmış düşünce göstermeyi vurgular. Bu tür çabalar için esas olan, bir ekibin parçası olarak başkalarıyla çalışmaya ve böylece bir grup ortamında kendini ve başkalarını daha iyi anlamaya vurgu yapmaktır. Altta Yatan Spor ve Düşünce, bir bireyin bir spor bağlamındaki tepkilerinin, kişinin diğer sosyal bağlamlardaki tepkilerinden farklı olmadığına dair bir inançtır, bu nedenle futbol sporu, katılımcıların kendi duygusal ve davranışsal eğilimlerini ve bunların altında yatan nedenleri keşfetmelerini sağlamak için kullanılabilir.

    Spor ve Düşünce programının ilk gelişimi

    Terapötik çalışmayı klinik olmayan, dışarıya, özellikle bir futbol sahasına taşıyan bir program yaratma fikri, şiddetli düzeyde duygusal ve davranışsal bozukluklar çeken ergen erkek çocuklarıyla çalışma deneyimimden doğdu. Farklı ilçelerdeki ortaokullarda yaptığım çalışmalarda, gelişimsel zorluklar yaşayan karmaşık ihtiyaçları olan çok sayıda erkek çocukla karşılaştım. Bu erkek çocuklar genellikle düşünceleri ve duyguları hakkında konuşmayı çok zor buluyorlardı, kendileri ve zorlukları hakkında düşünmeye yönelik her türlü girişimi hem aşağılayıcı hem de zulmedici olarak deneyimliyorlardı. Bu erkek çocuklar, içlerinde olup biteni şiddet ve çete üyeliği kullanarak dışsallaştırarak duygusal zorluklarla başa çıkma eğilimindeydiler; böylece rahatsızlıklarını dışarıya yansıtıyor ve düşüncelerinin ve duygularının uyandırdığı kaygıya karşı kendilerini savunuyorlardı. Bu erkek grubuyla uzun süre boyunca karşılaşmam, onların aşağılanma veya zulüm duygularını uyandırmadan terapötik bir müdahaleye katılmalarına yardımcı olacak farklı bir müdahale yolu yaratma ihtiyacını düşünmeme yol açtı. Bu tür duygular, daha geleneksel klinik ortamlardaki bu erkek çocuklarında yaygındır ve sıklıkla seans sırasında sözlü iletişim kurmayı reddederek birbirlerine veya bir nesneye karşı saldırgan davranışlarda bulunarak veya kelimenin tam anlamıyla odadan çıkarak kendilerini terapötik düzenlemeden uzaklaştırmaya çalıştıkları için hem bireysel hem de grup müdahalelerine katılımlarında zorluklar yaratır.

    Sporu ve psikodinamik müdahaleyi birleştirme girişimi, birçok genç arasında futbolun -özellikle Premier Lig’in- popülerliğinden de etkilenmiştir. Oyunun gençler arasındaki popülerliğinin ille de veya sadece spor sahalarında olmadığı çok açıktı; daha çok, lüks yaşam tarzlarına sahip idealize edilmiş futbolcuların hayatlarının gerçekliğinden kaçışın potansiyel bir yolu olarak görülüyordu. Gençlerle yaptığım çalışmalar ve 30 yıldır futbol maçlarına sürekli katılımım sayesinde, Premier Lig futbolcusunun bir rol model, olmayı arzuladığım bir şey olduğunu giderek daha fazla fark ettim. Yine de, futbol sahasındaki yetenekleri nedeniyle putlaştırılan ve ekonomik güçleri nedeniyle kıskanılan genç adamların, iç zorluklarını haftada bir futbol sahasında canlandırdıklarına, hatta bazen hayal kırıklıklarını kontrol edemeyen kırmızı yanaklı yürümeye başlayan bir çocuğun aşamasına gerilediklerine ve diğer zamanlarda çeşitli kabahatler sonucunda hafta sonu magazin gazetelerinin ön sayfasında yer aldıklarına sık sık tanık oluyorum. Birçok kişi tarafından bu kadar yüksek bir saygıyla karşılanan bireylerin bu tür eylemleri futbol sahasındaki tepkilerini düşünmeme yol açtı: Davranış biçimlerinin, spor müsabakalarından uzaktaki hayatlarını genel olarak nasıl sürdürdüklerini yansıtıp yansıtmadığını merak ettim. Spor bağlamında kendilerini sınırlayamayan futbolcuların sosyal bağlamda da aynı zorluğu yaşadıklarını görmeye başladım. Sonuç olarak, bu, futbolu ergenlerin davranışlarını gözlemlemelerini ve değerlendirmelerini sağlamak için bir araç olarak kullanma fikrinin değerlendirilmesine yol açtı, çünkü profesyonel futbolcuların davranışları ile karmaşık ihtiyaçları olan ergenlerin davranışları arasında bir paralellik olduğu ortaya çıktı: İçsel zorluklarını dışarı atabilmelerinin tek yolu, eylemde bulunmaktı. Futbol sahası, davranışların altta yatan belirleyicileri açısından gözlemlenebileceği ve düşünülebileceği bir alan olarak potansiyel taşıyor gibiydi.

    Gençlerin güvenli ve besleyici bir ortamda oyun (futbol) kullanımıyla kendileri ve duygusal ve davranışsal zorlukları hakkında bilgi edinmeye başlayabilecekleri bir alan yaratmaya çalıştım. Tam boy bir futbol sahasının boyutlarını, bir danışma odasına benzer ancak önceden edinilmiş çağrışımlar olmadan, kapsayıcı bir alana dönüştürmeyi amaçladık. Umut, “büyümeye hazırlık olarak dileklerin yürürlüğe konulması ve ayrıca travmatik deneyimlerin üstesinden gelinmesi” (Freud, 1908/1959, s. 142) için fırsat sağlamaktı.

    Orijinal Spor ve Düşünce modeli, futbolu terapi olarak kavramsallaştırdı, danışma odasını futbol sahasına taşıdı ve kişinin bir oyun oynayarak içsel kendiliğini görebileceği bir alan yarattı, böylece canlı terapi veya eylem halinde terapi yarattı. Böyle bir forum, bir grup (yani takım) dinamiği içindeki davranışsal dürtülerin bir miktar anlaşılmasını kolaylaştırır. Ayrıca, odak noktasının “ben” değil “biz” olması, bu genç ergenlerde bire bir terapilerde sıklıkla uyandırılan zulüm hissini ortadan kaldırmaya yardımcı olur. Programda topu bir prizma, tüm düşünce ve yorumların kendi içinde alınabilmesi, düşünülebilmesi ve sindirilebilmesi için içinden geçebileceği bir nesne olarak görüyoruz, bu da içsel anlayışa ve duygusal ve davranışsal ilerlemeye olanak tanır. Top, değişime izin veren sembolik katalizör olan araçtır. Çocuklar topu tutuşları ve sahadaki etkileşimleri konusunda düşüncelilik geliştirdikçe, okulda, evde ve hayatlarının diğer önemli alanlarındaki davranışlarıyla ilgili benzer düşünce nitelikleri geliştirirler.

    Spor ve Düşünce Nasıl Çalışır?

    Spor ve Düşünce, psikodinamik düşünmeyi ve futbol oynamayı birleştirerek ergenlerle çalışır; böylece kişinin kendisi hakkında düşünmesini teşvik eder ve duygusal ve davranışsal değişim için bir uyarıcı ve katalizör görevi görür. Spor yapmak, katılımcının yakınlık, kaygı ve saldırganlık deneyimlemesi için fırsatlar yaratılmasını sağlar; bunlar çalışmamızın ana odak noktalarıdır. Spor ve Düşünce’nin felsefesi, bir bireyin spor sahasındaki tepkilerinin toplumsal bir durumdaki tepkilerinden farklı olmayacağıdır. Eğer biri oyun sahasında algılanan bir yanlışa karşı agresif bir şekilde tepki verirse veya başka bir oyuncunun kendisine yakın olmasında zorluk çekerse, böyle bir tepkinin sınıfta ve genel olarak hayatta yansıması oldukça olasıdır. Spor ve Düşünce’de, top bireyin zihninin dışsallaştırılması olarak görülür ve kişinin futbola davranış şekli (bireyin onunla çalışma şekli) kişinin içsel varoluş durumuyla büyük ölçüde senkronizedir. Çalışmanın büyük çoğunluğu—bu bir spor projesi olduğu için bunlara “matkaplar” diyoruz—konik kareler içinde gerçekleşir. Çalışmak için konik alanlar yaratma fikri, bu alanların zihnimizinki gibi bir sınırlama ve bir sınır sunduğu düşüncesinden gelir. Konik, kapalı alan, bizim için çalışabileceğimiz bir alanı, gerçekleşen şeylerin (dışsal zorluklarımızın) yorumlanabileceği, düşünülebileceği ve güvenli bir şekilde tutulabileceği bir arenayı temsil eder, tıpkı bir terapi odası gibi.

    Spor ve Düşünce, aksi takdirde kaotik bir varoluş durumuna içsel bir yapı getirme girişimiyle bireyi futbolla meşgul etmeye odaklanır. Program, katılımcılarını çok kontrollü ve düşünceli bir şekilde futbol oynamaya teşvik eder. Top mümkün olduğunca yerde kalmalıdır. Kısa paslar ve boşluğa doğru hareket etmeye, sürekli hareket etmeye ve düşünmeye veya programda belirttiğimiz gibi “ayak parmaklarınızın ucunda” olmaya büyük vurgu yapılır. Bu, topu almaya her zaman hazır olmanızı ve sportif anlamda düz ayaklı veya psikolojik anlamda düz bir zihinli olmamanızı sağlamak içindir. İnancımız, topu yerde etkili bir şekilde oynamak ve bir pas almak veya başka bir oyuncuya bir seçenek vermek için boşluğa doğru hareket etmek için kişinin neyi başarmaya çalıştığına dair içsel bir anlayışa sahip olması ve kişinin istenen sonucu elde etmek için kendisinden ve diğerlerinden beklenen görevlerin sürekli psikolojik farkındalığı durumunda olması gerektiğidir. Bu, çocukların programın başında çok zor bulduğu bir şeydi ve düşünceli ve kontrollü bir şekilde futbolu oynayamama olarak kendini gösterdi. Bunun yerine, topu havaya ve uzağa doğru vahşice tüm kaba kuvvetle tekmeleme eğilimindeydiler, bu da oyuncunun zihninde gerçekleşen zorlukların ve bu zorlukları kendisinden olabildiğince uzağa nasıl yansıttığının görsel bir perspektifini sağlıyordu. Daha sonra top, grup tarafından çok bireysel bir şekilde kaotik bir şekilde kovalanıyordu, bu da ne olduğunu düşünme ve gerçekte ne olduğunu görme zorluğunu yansıtıyordu. Çocuklar, içsel olarak nasıl hissettikleri nedeniyle topa sanki cezalandırılmak veya mümkün olduğunca sert vurulmak için oradaymış gibi davranıyorlardı. Başka bir deyişle, çocuklar içsel şiddet ve kaotik duygularını hafifletmek için topu kelimenin tam anlamıyla mümkün olduğunca sert bir şekilde parçaladılar; bu sayede içlerinde neler olduğunu dışarıdan görebiliyorduk. Bu, antrenörler tarafından teşvik edilmemişti ama çocukların oyunu oynama şekli olarak seçtikleri olağan durumdu. Oberndorf (1951) bu fenomeni golf oynayan hastalarından birinde şöyle tanımlamıştır: “Golften alınan tek zevk, hastanın topa vurduğu ve tüm vahşetinin, acımasız saldırganlığının ve gizli sadizminin serbest kaldığı andır” (Oberndorf, 1951, Adatto, 1964, s. 835’te alıntılanmıştır). Top, zihnin bir uzantısı olarak algılanır ve topu kontrol etme yeteneği (veya ergenlerde ilk çalışmaya başladığımızda, topu kontrol edememe ve koni şeklinde bir kutunun içinde kalamama) bize bireyin deneyimlediği içsel zorluk ve kaos seviyesi hakkında bir fikir edinmemizi sağlar. Robbins (1963) golf oyununu düşünürken şöyle yazar: “Golf sopasını doğru şekilde sallamak için, anatomik olarak sol kolun bir uzantısı haline gelmelidir” (s. 828). Aynısı Spor ve Düşünce’deki futbol için de geçerlidir: Zihnin bir uzantısı haline gelir ve seansa katılan çocukların zorluklarını ifade etmelerine olanak tanır. Ayrıca, çalışma süresince içsel duygusal ilerlemelerini ve dışsal teknik ilerlemelerini görmelerini sağlar. Çocuklar hem dışsal hem de içsel yapı sunan seanslara haftalık katılımlarıyla daha fazla kontrol altına alındıkça, kendilerini ve zorluklarını daha iyi anlamaya başlarlar. Bu içsel değişim, terapiste çocukların seans ve mekanla düşünme ve başa çıkma becerilerinin artması ile gösterilir. İlerleme, yalnızca bireyler ve grup için bariz bir tatmin sağlayan tatbikatlarda ve oyunlarda teknik gelişme olarak değil, aynı zamanda katılımcıların iletişim kurma, birlikte çalışma ve yakınlık, saldırganlık ve kaygıyla başa çıkma becerilerinin artması olarak da örneklendirilir.

    Seanslarda ifade edilen zorluklar yeniden çerçevelendirilir ve grupla birçok kişinin deneyimlediği ve futbol sahasının dışındaki dış durumlarla bağlantılı olan ortak zorluklar olarak paylaşılır; böylece katılımcıların davranışları ve zorlukları arasında bağlantılar kurmalarına izin verilir. Örneğin, katılımcılar seansta söylenenleri dinlemekte ve içselleştirmekte zorluk çekiyorsa, bunu sınıfla ilişkilendirir, dinlemenin neden zor olduğuna dair olası bir neden ortaya koyar ve katılımcıların olası sonuçlar hakkında düşünmelerini sağlayarak seansımızda olumsuz bir sonuç olmayacağını, yalnızca düşünme şansı olacağını vurgularız. Bu tür düşünceler her zaman gruba yerleştirilir ve grupla birlikte bırakılır. Bazen verilse de asla cevap aramayız. Bu şekilde çalışarak, daha geleneksel terapötik müdahalelerde ortaya çıkabilecek daha zulmedici veya aşağılayıcı duyguları ortadan kaldırırız; burada sadece hasta ve terapist vardır ve bu tür ilişkiler içsel olarak kırılgan bir birey için zorluk yaratma potansiyeline sahiptir. Vurgunun futbolda kalmasına ve kendiliğe daha az vurgu yapılmasına izin veririz.

    İlerleme: Sahadan sınıfa

    Spor ve Düşünce’nin saha tabanlı çalışması, programa katılan erkekler arasında okul devamsızlığının artması, okulda olumsuz davranışların azalması ve öğrenme kalıcılığının ve akademik ilerlemenin artması gibi çeşitli sonuçlar elde etti. Pratik, saha tabanlı çalışmamızın etkisinden ve programa yönlendirilen ergenlerin sadece katılımda bulunmakla kalmayıp aynı zamanda içsel değişimi başlatmak için haftalık olarak ayrılan alanı ve zamanı aktif olarak kullanma becerisinden cesaret alarak program için sonraki adımları düşünmeye başladık. Ev sahibi okullarımızdan biriyle, ilk programın yürütüldüğü okulla, doğrudan okulun sınıflarına gidip ergenlerle eğitim ortamlarında etkileşim kurma fikrini görüştük. Bu girişimin arkasındaki fikir, topu rahatsız edici düşüncelerin veya hislerin geçeceği sembolik nesne olarak kullanmak yerine, sınıf içinde biz koçlar olarak bu rolü üstlenebilir ve ergen öğrenci ile öğrencinin zorluk çektiği öğretmen/ders/akran/çevre arasında “top” görevi görebilirdik ve bu durum sınıf ortamında duygusal, davranışsal ve eğitimsel çöküntüler olarak kendini gösteriyordu.

    Winnicott’un, annenin bebeğin varlığı ve uyumu yoluyla zor anlarla başa çıkmasına yardımcı olma rolü hakkındaki yazıları, sınıf ortamında koçun rolü ve koçun gelişimi teşvik etmek ve içsel zorlukları dışa vurmayı azaltmak için yeterince iyi bir alan yaratma becerisi hakkındaki düşüncelerimize ilham verdi.

    Her insan bireyinin gelişiminin erken bir noktasında, annenin sağladığı belirli bir ortamda bulunan bir bebek, içgüdüsel gerginlikten kaynaklanan büyüyen ihtiyacı karşılayacak bir şeyin fikrini kavrayabilir. Bebeğin ilk başta neyin yaratılacağını bildiği söylenemez. Bu noktada anne kendini gösterir. Olağan şekilde meme verir ve potansiyel besleme isteğini gösterir. Annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum sağlaması, yeterince iyi olduğunda, bebeğe, bebeğin yaratma kapasitesine karşılık gelen dışsal bir gerçeklik olduğu yanılsamasını verir (Winnicott, 1958, s. 239).

    Erkek veya kadın olsun, koçu, destekleme ve kapsama becerisi ergenlerin dış çevreleriyle yaşadıkları içsel zorlukları bastırmak için sindirdikleri yiyecek olan “iyi meme” haline gelmek olarak kavramsallaştırdık. Okullar, böyle bir sürecin zaten sınıf içinde, zorluk çektiği düşünülen öğrencileri destekleme görevi verilen öğretim yardımcıları biçiminde gerçekleştiğini ileri sürebilir. Ancak, disiplin ve otoritenin sembolü olarak görülebilecek öğretmenler ve öğretim yardımcılarının aksine, eşofmanlı koç, erişilebilir ve zulmedici olmayan bir figür olarak görülür ve çocuğun başa çıkabileceği ve gelişebileceği yeterince iyi bir ortam yaratmaya yardımcı olur. Öğretmen kadrosundan beklenen daha resmi giyim tarzının aksine, futbol koçunun eşofman takımı ve koşu ayakkabıları görünür bir varlık sağlar ve öğrenme ortamındaki rollerin net bir şekilde ayrılmasına olanak tanır. Koçun rolü, bireyi desteklemek, bireyin grup bağlamında kendisi hakkında düşünmesini ve neden grupla etkileşime giremediğini veya neden hareket ettiğini sorgulamasını sağlamaktır. Bu, futbol sahasındaki çalışmamızın prensibiyle aynıdır.

    Winnicott (1968), Squiggle Oyunu ile ilgili yazılarında çocuk ve terapist arasındaki ortak oyunun önemini tartışır:

    Danışmanın çizimlerin değişiminde kendi rolünü özgürce oynaması, tekniğin başarısı için kesinlikle büyük öneme sahiptir; böyle bir prosedür, örneğin bir hastanın fiziksel sağlık açısından bir doktor tarafından muayene edilirken veya sıklıkla psikolojik bir teste tabi tutulurken hissettiği gibi, bir hastayı hiçbir şekilde aşağılık hissettirmez (Winnicott, 1968, Winnicott, 1989, s. 301’de alıntılanmıştır).

    Aynı fikrin, sınıf ortamında çocukla öğretmenlerin ve öğretim yardımcılarının yapmadığı şekilde etkileşime giren, özgürce oynayan danışman olan Spor ve Düşünce koçunun rolü için de geçerli olduğuna inanıyoruz. Bizler, çocuğa geleneksel eğitim anlamında eğitim vermek için orada değiliz, ancak davranış hakkında düşünmeyi kolaylaştırmak ve öğrenme sürecini desteklemek için bir katalizör görevi görmek üzere öğrenme ortamındaki herkese açığız.

    İyi bir dış nesnenin yaratılması (Klein, 1975)—sınıftaki koç, sahadaki top— temas kurduğumuz birçok ergenin devam eden gelişimsel zorlukları nedeniyle gereklidir; bu zorluklar, çocuğun içsel ihtiyaçlarının bir ebeveyn veya başka bir bakım figürü tarafından karşılanmadığı ve tatmin edilmediği çok erken yaşam deneyimlerinden ortaya çıkmıştır. Spor ve Düşünce’ye katılan gençlerin çoğu için, temel çocuk gelişimi duygusal veya fiziksel olarak uzakta olan ebeveynler nedeniyle tam olarak gerçekleşmemiştir. Günlük zorluklar, kişinin erken yıllarının yeniden canlandırılması gibi hissedilir. Bu nedenle tehdit, rahatsızlık veya kaygı oluşturan veya tatminin arandığı anda bulunmadığı mevcut yaşam durumları, bu rahatsızlığın uyumsuz davranışlar yoluyla dışsallaştırılması yoluyla yanıtlanır.

    Ancak birçok bebek, zulümle harekete geçen, etkiye tepki olarak ortaya çıkan muazzam bir saldırgan potansiyele sahiptir: bu doğru olduğu sürece bebek zulmü memnuniyetle karşılar ve buna tepki verirken kendini gerçek hisseder. Ancak bu, bebeğin sürekli zulme ihtiyacı olduğu için yanlış bir gelişim biçimini temsil eder. Bu reaktif potansiyelin miktarı biyolojik faktörlere (hareketliliği ve erotizmi belirleyen) bağlı değildir, ancak erken çevresel etki şansına ve bu nedenle sıklıkla annenin psikiyatrik anormalliklerine ve annenin duygusal ortamının durumuna bağlıdır (Winnicott, 1958, s. 217-218).

    Winnicott’un yukarıdaki yorumları, bazen bazı ergen erkek çocuklarında sınıf ortamlarında öğretmenle veya öğrenme ortamıyla etkileşimlerinde tanık olduğumuz, tutulmama, tatmin edilmeme veya anlaşılmama hisleriyle uyandırılan zulüm benzeri yeniden canlandırmalarla ilgilidir. Bu tür içsel zulüm düşünceleri ve hisleri deneyimleyen ergenlerin yanında bir koçun bulunması, sahadaki top gibi bir tampon veya prizma oluşturarak sınıf temelli önemli derecede duygusal ve davranışsal değişime olanak tanır. Koç, öğrencinin düşünce işlemesine yardımcı olur, bir zorluğun ardındaki olası mantığı sunar ve uyumsuz davranışı nazikçe sorgular. Bir bireyi zihinsel ve fiziksel olarak sürekli varlık yoluyla destekleme ve tutma becerisi, hem içsel hem de dışsal değişimi kolaylaştırmaya yardımcı olur.

    Sınıf temelli sonuçlar

    Başlangıçta, sınıfta Spor ve Düşünce pazartesiden cumaya günde 3 saat yürütülüyordu. Spor ve Düşünce koçluk ekibinin bir üyesi, duygusal ve davranışsal zorluklar nedeniyle doğrudan programa yönlendirilen ve sınıfta bozulmaya ve ardından okulun dahili davranış birimine gönderilmelerine neden olan ergenleri desteklemek için sınıf alanına girecekti. Zor davranışların daha aşırı vakalarında bazı öğrenciler belirli bir süre için okul hayatından tamamen uzaklaştırılmıştı. İngiliz eğitim sisteminde bu tür sonuçlar için kullanılan terimler dahili dışlama ve harici dışlamadır. Spor ve Düşünce programının amacı her iki dışlama biçimini de azaltmaktı. Gerçekten de, 2016-2017 akademik yılında sınıf tabanlı Spor ve Düşünce programının uygulanmasıyla aynı zamana denk gelen hem dahili hem de harici dışlamalarda bir azalma gözlemlendi (bkz. Tablo 26.1), bu da programın ruhunun hem tüm okulu hem de bireysel dinamikleri etkilemeye başladığını gösteriyor. Spor ve Düşünce programının bu öğesini hala geliştiriyoruz, ancak dışlamalarla ilgili mevcut veriler, programı futbol sahasından sınıfa genişletme çabalarımızın iyimserlik ve geçerlilik nedeni sağlıyor. Okul ortamında gözlemlenen değişim oranı, sahada gösterilenden daha yavaş oldu.

    Tablo 26.1 2014’ten 2017’ye kadar iç ve dış dışlama sayısı.

    2014/15 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 28Toplam dış dışlama sayısı: 5
    2015/16 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 27Toplam dış dışlama sayısı: 15
    2016/17 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 14Toplam dış dışlama sayısı: 6

    Kurumsal dinamiklerle çalışırken ve kendimizi ergen ile çevresi arasındaki prizmaya dönüştürürken, değişim gerçekleşiyor ve biz de anlayış, öğrenme ve ilerleme için yeterince iyi bir ortam yaratmak için çalışırken değişimin devam etmesini umuyoruz.

    Sonuç

    Spor ve Düşünce, aksi takdirde daha geleneksel terapötik müdahalelere girmeyecek gençleri dahil etmeye çalışan benzersiz bir programdır. Psikodinamik temelli, spora dayalı yaklaşımı, eğitim ve yaşamda daha yüksek düzeyde katılımı desteklemek için bir grup bağlamında kendiliğin anlaşılmasını kolaylaştıran yeni bir terapötik ortam sağlar. Program şu anda kapsamlı bir ampirik değerlendirmeye tabi tutulmamış olsa da, okul dışlamalarının azaltılmasına ilişkin mevcut kanıtlar umut vericidir ve Spor ve Düşünce’nin duygusal ve davranışsal zorluklar yaşayan ergenler için geleneksel hizmetlere etkili bir tamamlayıcı olabileceğini düşündürmektedir. Spor ve Düşünce programına daha geniş bir erişilebilirlik sağlamak için çalışmalarımızı genişletmeye devam ederken, çabalarımızın başkalarına geleneksel terapötik hizmetlere katılmayan bireylere daha iyi hizmet edebilecek alternatif sunum modellerini düşünmeleri için ilham vereceğini umuyoruz.

    Daha Fazla Okuma

    Freud, A. (1946/1959). The psychoanalytical treatment of children (p. 28) New York, NY: International Universities Press.

    Laureus Sport for Good Foundation. (2012) Sport scores: The costs and benefits of sport for crime reduction. London: Laureus Sport for Good Foundation.

    Smyth, D. (2014). Sport and Thought. Football as therapy: A year in the life of an inner city project. Psychodynamic Practice: Individuals, Groups and Organisations, 20, 104—115.

    Winnicott, D. W. (1965). The maturational process and the facilitating environment (p. 239) London: Hogarth Press.

  • Psikanalitik Uygulama ve LGBT Toplulukları (18. Bölüm)

    Vittorio Lingiardi and Nicola Nardelli

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 18. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender) kısaltması, siyaset, sağlık ve sosyal bilimlerde cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarını ifade etmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak LGBT terimi hem aşırı kapsayıcıdır hem de her bir kategori kendi başına indirgemeci bir nitelik taşır. Bu nedenle, sağlık ve sosyal bilimlerdeki araştırma ve uygulamalar, LGBT bireylerini homojen bir grup olarak ele almaktan her zaman fayda sağlamamaktadır. Cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının genellikle toplumsal onay eksikliği ve ayrımcılığa maruz kaldıkları doğru olsa da, her bir azınlık grubunun üyeleri çok çeşitli özgül deneyimlere tabidir. Ayrıca LGBT kısaltması, interseks bireyleri, queer ve sorgulayan kimlikteki bireyleri, kadınlarla seks yapan kadınları ve erkeklerle seks yapan erkekleri dışlamaktadır. Bu nedenle, araştırmacıların ve uygulayıcıların yalnızca LGBT bireylerine atıfta bulunmak yerine, her tür cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlığını temsil eden ve kendini bu etiketlerden birinde tanıyabilecek herhangi bir bireyi kapsayan “+” sembolünü (LGBT+) kullanmaları önerilmektedir. Ancak, LGBT ve LGBT + kısaltmalarının faydalı olup olmadığı (çoğunlukla sosyolojik veya politik bir bakış açısından) bir yana, psikanalitik psikoterapide bireysel farklılıklar, özellikler ve özgünlükler (idiyografik özellikler) genellikle genel kategorilerden (nomotetik özellikler) daha önemlidir.

    Bu bölümün amacı, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarına mensup bireylerle psikanalitik uygulama için bir çerçeve sunmaktır. Bu tür bireyler, ilerici toplumlarda bile yaşam döngüleri boyunca ayrımcılığa maruz kalmaya devam ettiklerinden, ruh sağlığı uzmanlarının onları dinlemesi ve desteklemesi hayati önem taşır. Bu danışanlarla çalışan terapistler, önyargılı tutumlardan uzak bir şekilde danışanlarını anlamalı ve onlara yaklaşmalıdır.

    Uzun yıllar boyunca, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıkları sağlık profesyonelleri tarafından patolojiye tabi tutuldu. Pek çok sağlık uzmanı, bu azınlıkları beklenen gelişimsel yollardan sapmış olarak tanımayı öğrenmiş ve bu şekilde eğitim almıştır. Tüm ruh sağlığı bilimsel ve mesleki kuruluşları azınlıklara yönelik ayrımcılığı önlemeye ve terapistlere cinsel yönelimle ilgili uygun yaklaşımlar sunmaya yönelik kılavuzları onaylamış olsa da (Lingiardi, Nardelli ve Drescher, 2015), yalnızca Psikanalitik Tanı El Kitabı’nın ikinci baskısı (PDM-2) azınlıkların iyilik haline özel olarak ayrılmış bölümler içermektedir (Lingiardi ve McWilliams, 2017). Bazı profesyoneller hâlâ bu topluluklara karşı önyargılı ve/veya olumsuz tutumlar sergilemektedir (örneğin, King, 2015; Lingiardi, Nardelli ve Tripodi, 2015). Bu nedenle, LGBT bireyler için özel bir psikanalitik terapötik yaklaşıma ihtiyaç duyulmasa da, PDM-2’yi mesleki topluluğumuz için faydalı bir kaynak olarak görmekteyiz. Bu bölümde, El Kitabı’nın “Klinik Dikkat Gerektirebilecek Psikolojik Deneyimler” bölümünde ele alınan temel konuları tartışıyor veya en azından değiniyoruz.

    Cinsel ve Toplumsal Cinsiyet Azınlıklarına Yönelik Klinik Yaklaşımların Kısa Tarihi

    Sigmund Freud, cinsel yönelim konusunu ahlaki ve dini bir çerçeveden bilimsel ve psikolojik bir çerçeveye taşıyan ilk katkıyı sunmuştur. Freud’un yaklaşımı iki yönlüydü. Bir yandan eşcinselliği gelişimsel bir saplanma biçimi olarak görmüş, diğer yandan bunun bir hastalık olarak değerlendirilmemesi ve dolayısıyla “tedavi” edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Üstelik, 1921 yılında Otto Rank tarafından imzalanan ve enstitüler arasında dolaşan ünlü bir mektupta Freud, homoseksüelliğin kendi başına potansiyel bir adayın bir psikanalist olmasını dışlamak için yeterli bir neden olmadığını ifade etmiştir: “Bu tür kişileri, başka yeterli nedenler olmaksızın dışlayamayız; onların yasal olarak cezalandırılmasına da katılmıyoruz. Bu tür durumlarda bir kararın, adayın diğer niteliklerinin kapsamlı bir incelemesine dayanması gerektiğini düşünüyoruz” (aktaran Lewes, 1988, s. 33). Ne yazık ki, 1970’lerin sonlarına kadar birçok psikanalist (örneğin, Bieber, Hatterer, Ovesey, Socarides) heteronormatif bir duruş sergilemiş ve heteroseksüel olmayan cinsellikleri patolojik olarak değerlendirmiştir (Drescher, 1998; Mitchell, 1981/2002; Roughton, 2003). Kernberg’e (2002) göre, homoseksüellik ideolojinin psikanalitik teori ve pratik üzerinde zararlı bir etki yaratabileceğine dair çarpıcı bir örnektir.

    Homoseksüelliğe dair patolojik olmayan bir görüş, 20. yüzyılın sonlarına kadar ortaya atılmamıştır. Patolojiden uzaklaştırma yolculuğu, homoseksüel davranışın beklenenden daha yaygın olduğunu belirten Kinsey Raporları ile başlamıştır. Bir başka önemli kilometre taşı ise Hooker’in (1957) üç projektif test (Rorschach, TAT ve MAPS) uygulayarak cinsel yönelime göre gruplandırılan klinik olmayan katılımcılara uyguladığı çalışmadır. Üç uzman hakem, protokolleri kör olarak derecelendirdiğinde heteroseksüel grubu homoseksüel gruptan ayırt edememiştir. Ancak, en önemli değişim 1970’lerin sonlarında gerçekleşmiştir. Birçok kadın psikanalist kadın cinselliği hakkında birinci tekil şahısla konuşarak psikanalizde erkek merkezli yaklaşımın önyargısını düzeltirken, giderek artan sayıda homoseksüel psikanalist kendi kişisel ve kurumsal mahremiyetlerinden çıkmaya ve kendileri ile deneyimlerini paylaşmaya başlamıştır (Drescher, 1998; Isay, 1989; Magee ve Miller, 1996; Roughton, 2002).”

    20. yüzyılın ikinci yarısına kadar, transgender (cinsiyet değiştiren) sunumlar da genellikle patolojik olarak sınıflandırılıyordu. Ancak, cinsiyet azınlıklarına yönelik klinik yaklaşımda önemli revizyonlar yapılmış ve bu grupların tedavisiyle ilgili tartışmalar devam etmektedir (Drescher, Cohen-Kettenis, ve Reed, 2016; Giovanardi, 2017). DSM-5 (APA, 2013), doğumda atanan cinsiyet ile deneyimlenen ya da ifade edilen cinsiyet arasındaki farkı kabul etmektedir. DSM-IV’ün cinsiyet kimliği bozukluğu (CKB) tanısını, kişisel acıyı ifade eden bir durumu belirtmek için cinsiyet disforisi (CD) tanısıyla değiştirmiştir; bu, bir psikiyatrik bozukluk değil, bir kişisel acı durumunu ifade eder. Dahası, klinik odak noktasını disforiye, yani kimlikten bağımsız olarak yerleştirerek, CD tanısı, cinsiyet uyumsuzluğunun yol açabileceği sıkıntıyı yakalamayı başarmıştır. CKB’in aksine, CD, trans bireylerin tanıdan “çıkmalarına” olanak tanımaktadır. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin izlediği yolun ardından, Dünya Sağlık Örgütü de ICD-11’de CKB tanısını “cinsiyet uyumsuzluğu” olarak değiştirmiş ve bu durumu “ruhsal bozukluklar” kategorisinden “cinsel sağlıkla ilgili durumlar” kategorisine taşımıştır.

    LGBT + bireylerine karşı önyargılar ve damgalama

    LGBT+ bireylerine karşı olan damgalama o kadar derinlemesine kök salmıştır ki neredeyse herkes bunun ifadesine maruz kalmaktadır; bu, görünüşte zararsız alaylardan nefret söylemi ve nefret suçlarına kadar uzanabilir. Normatif olmayan cinsel kimliklere (yani, heteroseksüel olmayan kimlikler) dayanan damgalama ile normatif olmayan cinsiyet kimliklerine (yani, doğuştan gelen cinsiyetinde olmayan kimlikler) dayanan damgalamayı ayırt etmek faydalı olabilir.

    Homofobi terimi genellikle ilk tür damgalamayı, transfobi ise genellikle ikinci tür damgalamayı ifade etmek için kullanılır. Herek (2016) göre, bu terimler iki nedenden dolayı indirgemeci bir anlam taşır. İlk olarak, –fobi ekleri, esasen bireysel nedenlere odaklanmakta ve sosyal ile kültürel bileşenleri ihmal etmektedir. İkinci olarak, bu koşulların hiçbiri, bir nesneye ya da duruma karşı aşırı irrasyonel bir korku ile ilişkili psikopatolojik süreçlere dair bir kanıt göstermemektedir. Yaygın fobisi olan bireylerin aksine, LGBT+  bireylerine karşı hareket eden kişiler (1) olumsuz tepkilerini normal ve haklı görür, (2) tutumlarının sosyal işlevselliği tehlikeye atmadığını düşünür, (3) olumsuz tutumlarından dolayı sıkıntı hissetmez veya bunlardan kurtulma ihtiyacı hissetmez ve (4) bazen aktif bir tiksinme veya kasıtlı saldırganlıkla karakterize edilen davranışlar yanında kaçınma davranışları sergiler. Homofobi terimine alternatif olarak, cinsel damgalama ve cinsel önyargı; transfobi terimine alternatif olarak ise cinsiyet azınlığı damgalaması ve cinsiyet azınlığı önyargısı terimleri uygun olabilir. Unutulmamalıdır ki, damgalama sosyolojik bir yapıyken, önyargı psikolojik bir yapıdır (Herek, 2016).

    Cinsel ve cinsiyet azınlığına yönelik önyargılar derinlemesine kök salmış olduğundan, LGBT+  bireyleri de kendilerine karşı önyargılara sahip olabilirler, bu önyargılar daha fazla ya da daha az bilinçli olabilir. Bu önyargılar, LGBT+ bireylerinin kendilerine karşı üzüntüden kendinden nefret etmeye kadar değişen olumsuz duygular ve tutumlar geliştirmelerine yol açabilir. Bu olgu, içselleştirilmiş homofobi, içselleştirilmiş transfobi veya Herek’e (2016) göre, kendilik damgalaması (self-stigma) olarak adlandırılır. Kendilik damgalaması, toplumsal damgalamanın içselleştirilmesine dayanır: “Kendiliğe yönelik bir tür önyargı olup, kendilik kavramı toplumun damgalayıcı tepkileriyle uyumludur” (Herek, 2016, s. 398). Genellikle kendini kabul etme ve özsaygı eksikliği ile ilişkilidir ve kendini küçümseme, aşağılık, suçluluk ve utanç duyguları, kişinin kendi cinsel ve cinsiyet kimliklerini bütünleştirememe ve olumsuz stereotiplerle özdeşleşme (örneğin, LGBT+ olmanın yalnızlık ya da heteroseksüel bireylerin yaşadığı kadar tatmin edici bir hayatı asla yaşamamak anlamına geldiği inancı) şeklinde ifade edilebilir. Genellikle “doğru şeylere sahip olmama” duygusunu içerir ve sıkça, birinin ailesini hayal kırıklığına uğratma korkusu ile ilişkilidir. Bu tür duygular, normatif gelişimsel yolları, kişilik işlevselliğini ve kişilerarası ilişkileri tehlikeye atabilir. Kendilik damgalaması, psikolojik ve fiziksel iyilik hali üzerinde de olumsuz etkiler yapabilir ve kaygı, depresyon semptomları ve intihar düşüncelerine yol açabilir. Bu nedenle, kendilik damgalaması, birinin ailesini hayal kırıklığına uğratma korkusu ve toplumsal beklentileri karşılamama korkusuyla birlikte, onarıcı terapi taleplerinin temelini oluşturur (aşağıdaki “Cinsel yönelim değişikliği çabaları ve etrafındaki konular” başlığına bakınız).

    Kendilik damgalaması gösteren hastalar, savunma mekanizmalarına karşı artan bir bağımlılık sergileyebilirler. Terapistler, cinsel yönelimle ilgili savunmalar (örneğin, “Ben gay bir insan değilim, bu sadece hayatımın geçici bir evresi”) ile kendilik damgalamasıyla daha yakın ilişkili olan savunmaları (örneğin, “Gay olmaktan sorun duymuyorum, ama bunu özel bir mesele olarak görüyorum ve meslektaşlarımın bunu bilmesini istemiyorum”) ayırt etmenin faydalı olabileceğini düşünebilirler. Yüksek seviyelerde kendilik damgalaması, bir kişinin yaygın utanç ve suçluluk duyguları geliştirmesine ve bu duyguları savunmalar aracılığıyla ifade etmeye, bunun da semptomlar olarak ortaya çıkmasına ve birçok psikolojik kaynağın tükenmesine yol açabilir. Kendilik damgalaması nedeniyle yaşanan sıkıntı çok yüksek olduğunda çatışan zihinsel içerikler ayrıştırılabilir. Bu durumda, bu içerikler farklı “zihinsel çekmecelere” yerleştirilmiş gibi bilinçte farklı parçalara ayrılabilir, bu da iyilik hali üzerinde olumsuz etkiler yapar ve davranışsal, bilişsel ve duygusal süreçleri tehlikeye atabilir (Nardelli, Baiocco, Tanzilli, ve Lingiardi, 2019).

    Cinsiyet ve cinsel yönelim farklı yapılar olmasına rağmen, cinsel kimlikle ilgili bazı damgalama ile ilgili sorunlar cinsiyete özgüdür çünkü bu sorunlar, kültürel ve toplumsal beklentilere uymayan cinsiyet ifadelerine yöneliktir (örneğin, gay erkeklerin “hanım evladı” olarak adlandırılması). Dahası heteronormativite, erkeklerin kadınlara, kadınların ise erkeklere ilgi duyması gerektiğini savunur. Bu nedenle, LGB olarak büyüyen çocukların gelişiminde iki olgu ortaya çıkabilir: cinsiyet karmaşası ve cinsiyet stresi (Drescher, 1998). Cinsiyet karmaşası gösteren bir kişi, aynı cinsiyete olan çekimi cinsiyet stereotipleri kullanarak yorumlayabilir ve bu yorumlardan bazıları kendilik damgalaması içerebilir. Cinsiyet stresi, genellikle kişinin atanan cinsiyetine ilişkin kültürel ve toplumsal beklentileri karşılayamadığını hissetmesinden kaynaklanır. Bu tür stres uzun bir süre boyunca devam edebilir ve birçok LGB bireyi, aynı cinsiyete olan çekimlerini kimliklerine entegre etmeye çalışırken cinsiyet stresi yaşadıklarını hatırlamaktadır.

    Aşağıdaki kısa vaka örneğinde, Albert, çocukken okulda zorbalığa uğradığını ve diğer erkeklerin ona “hanım evladı” ve “ibne” gibi lakaplar taktığını hatırlıyor. Zamanla hem erkekler hem de kızlar tarafından dışlanmış. İlk yıl psikoterapiye başladığında, Albert, cinsiyet kimliğiyle ilgili kafa karışıklığına karşı giderek daha huzurlu olmaya başladı. Kendisine sürekli olarak “Sen bir kız değilsin! Bir kızla ilgilenmelisin! Sen bir erkeksin” diye söylediğini hatırladı. Ayrıca ailesinin, onun cinsiyetle uyumsuz davranışları konusunda endişelendiğini ve kendini “hatalı, doğru kimlik bilgileri olmayan biri” gibi hissettiğini belirtti; çünkü o, ailesinin istediği gibi olmamıştı. Birkaç ay sonra, Albert, bazı “kadınsı” yönlerini kabul etmeye başladı ve aynı cinsiyete yönelik çekimlerini cinsel kimliğine entegre etti, böylece daha bütünleşmiş bir kendilik duygusu kazandı. Terapisinin ikinci yılına girerken, büyük bir “dönüm noktası” yaşandı. Terapistine şunu söyledi:

    Odamı toparlarken yıllardır kullanmadığım bir çanta buldum. Ona baktım ve tüm akşam boyunca yanımda taşımaya karar verdim. Ne kadar mutlu oldum! Bunu size açıklayacak kelimelerim yok… Tamam, çantam bugün benimle kalıyor! […] Neden taşımayı bıraktığımı anladım: Tıpkı başkalarının önünde bacak bacak üstüne attığımda hemen eski haline getirdiğim gibi. Yani… her seferinde “kadınsı” hissettiğimde, daha “erkeksi” olmaya çalışıyordum. Eskiden utanırdım ama artık utanmıyorum. Bazen bacaklarımı açma isteği duyuyorum. Ama yapmıyorum. Ve bu iyi. Mutluyum. Bir adam olarak büyümeyi öğreniyor olduğum için çok mutluyum, ama ailemin istediği ‘adam’ gibi değil. “Erkeklik” diye bir şey olmadığını, “erkeklikler” olduğunu keşfetmek ne kadar rahatlatıcı.

    Azınlık Stresi

    Uluslararası bilim camiası, homoseksüelliğin insan cinselliğinin normal bir varyasyonu olduğunu ve cinsiyet kimliği bozukluğunun psikopatolojik çağrışımlardan kaçınmak için cinsiyet uyumsuzluğu olarak daha doğru bir şekilde çerçevelenmesi gerektiğini kabul etmekte (Drescher, Cohen-Kettenis, ve Reed, 2016), ancak LGBT bireyleri hala zorbalık ve diğer stresli ve travmatik deneyimlerle karşılaşmaktadır. Ayrıca, diğer azınlık gruplarından farklı olarak LGBT bireyleri her zaman aile veya okul desteğine güvenemeyebilirler ve bu nedenle çok özel bir azınlık stresi formuna maruz kalabilirler. Aksine, aile (veya okul bağlamı) ek bir stres kaynağı olabilir. Cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarına yönelik damgalama, kayıtsız hatta işbirlikçi olabilen sosyokültürel bir bağlamda meydana gelebilir. Ayrımcılık ve şiddet olayları, sadece doğrudan mağdurlar üzerinde değil, aynı zamanda bu tür olayların kendilerine de olabileceğini düşünmekten kaçamayan diğer bireyler üzerinde de çok güçlü bir duygusal etki yaratabilir.

    Azınlık stresi uzun vadeli etkiler yaratabilir ve genellikle birinin ilişkilerinin kalitesini etkiler. Ayrıca, partner şiddeti için bir risk faktörü oluşturur. Damgalama ile ilgili stresli veya travmatik deneyimler (örneğin, zorbalık, aile reddi, taciz) yaşam boyu ilişki zorluklarına yol açabilir (Lingiardi ve Nardelli, 2012). Dahası, damgalama ve öz-damgalama, yardım aramaya yönelik önemli bir engel oluşturabilir (örneğin, bir LGBT bireyi olarak, şiddet veya otoritelerden ve aile üyelerinden homofobik tepkiler görmeyi hak ettiğine inanmak gibi).

    Azınlık stresi, LGBT+  topluluklarında bile ortaya çıkabilir. Örneğin, bir lezbiyen kadın çok erkeksi olduğu için alay edilebilir ve bir gay erkek çok kadınsı olduğu için alay edilebilir. Bu bireyler, hem kendilerine hem de transgender bireylere hakaret olarak kullanılan “trans” gibi bir terimle çağrılabilirler, çünkü bu terim aşağılayıcı bir şekilde kullanılmaktadır. Bu dinamiklerin çoğu, cinsel ve cinsiyet kimliği ifadelerinin belirli türlerine karşı bir savunma mekanizması olarak saldırganla özdeşleşmeye dayanır.

    Ancak, azınlık stresi her zaman olumsuz sağlık sonuçlarına yol açmaz. Bu ilişki, tanınması ve pekiştirilmesi gereken önemli bir koruyucu faktör olan dayanıklılıkla modere edilir. Örneğin, bir danışan, stereotiplerle başa çıkmak, LGBT+ topluluğuna ait olmayı kabul etmek ve kendini LGBT+ olarak onaylamak zorunda kalabilir. Aşağıdaki vaka örneği, Lingiardi ve Giovanardi (2017, s. 696)’den alıntılanmış olup, LGBT+ topluluğunun desteği ve psikodinamik psikoterapinin, cinsiyet uyumsuzluğu ve madde bağımlılığı ile başa çıkmada nasıl faydalı olabileceğini kısaca göstermektedir:

    Maria, cinsiyet kimliği bozukluğunun çok erken yaşlarda başladığını her zaman belirtmiştir. Ancak, küçük bir kasabada ve muhafazakar bir aile ortamında büyüdüğü için erkek olarak kadınsılığıyla başa çıkmakta okul yıllarında zorlanmıştır. Kendi sözleriyle, “çok depresif bir erkek olarak” arkadaşsız ve flört etmeden yaşamak zorunda kalmış, ergenliğin sonlarına doğru ise geçici olarak esrar ve kokain kullanmıştır. Roma’ya üniversiteye gitmek için taşındığında, LGBT derneklerine giderek daha fazla katılmaya başlamıştır. 25 yaşında, LGBT grubundaki bir kıdemlinin tavsiyesi üzerine, cinsiyet kimliği bozukluğu ve bağımlılıkla başa çıkmak için uzun süreli bir psikodinamik psikoterapiye başlamıştır. Madde bağımlılığını başarıyla yenmiş ve farklı cinsiyet rollerini denemeye başlamıştır. Ardından, 30 yaşında geçiş sürecine başlamış ve bu süreç sonunda cinsiyet değişikliği ameliyatına  kadar ilerlemiştir.

    Homofobik/transfobik zorbalık

    Homofobik zorbalık terimi yaygın bir şekilde kullanılmakta olup, homofobik ve transfobik zorbalıkların görünümleri ve etkileri çok benzer olduğundan, burada her iki zorbalık türünü ifade etmek için homofobik zorbalık terimi kullanılacaktır. Homofobik zorbalık, mağdurların cinsiyetin alışılmadık ifadelerine veya gerçek ya da varsayılan homoseksüel yönelimlerine yöneltilen saldırıdır. Bazı durumlarda mağdurlar, ebeveynlerinin ya da akrabalarının açık bir şekilde lezbiyen, gay, biseksüel ya da trans olmalarından dolayı da taciz edilebilirler.

    Açıkça, homofobik zorbalık aynı zamanda heteroseksüel olarak büyüyen çocukları da etkileyebilir. Bununla birlikte, homofobik zorbalık LGBT+ bireyleri olarak büyüyen çocukları etkilediğinde, bu durum onların zaten karmaşık olan “açılma” süreçlerini daha da zorlaştırır çünkü homofobi nedeniyle yaşanan mağduriyet, mağdurların korkularını artırır ve kendilerini LGBT+ olarak ifade etmelerini engeller, bu da kendilik kabulünü tehlikeye atar. Homofobik zorbalığa uğrayan mağdurlar, okuldan ayrılma, stresle ilgili, travma sonrası ya da depresif bozukluklar geliştirme ve aşırı durumlarda intihar riski altındadır (Russell ve Horn, 2017).

    Homofobik zorbalığın, bir mağdurun zorbalığa uğrama riskini artıran birkaç özgün görünümü vardır:

    • Mağdurun, zorba ile karşılaştırıldığında daha aşağı bir pozisyonda olması — tüm zorbalık türlerinin yaygın bir özelliği — LGBT+ bireylerine yönelik sosyal damgalama ile daha da artar ve bu istismar, ergenlik bağlamlarında homofobi ve transfobi ifadeleriyle rezonansa girebilir.
    • Mağdur, yetişkinlerden yardım istemekte zorluk yaşayabilir çünkü bu, mağdurun cinselliğine dikkat çekmek anlamına gelir. Bu zorluk, kaygı, utanç ve heteroseksüellik ve kişinin atanan cinsiyetine ilişkin normlara uyum beklentilerini hayal kırıklığına uğratma korkusu ile ilişkilendirilebilir.
    • Mağdur, ya yardım edenin gay ya da trans olarak algılanma riski nedeniyle akranları arasında destek ve koruma bulmakta özel zorluk yaşayabilir (bu durumda, yardım eden de zorbalığa maruz kalabilir).
    • Mağdur, yaşadığı düşmanlık nedeniyle, öz-damgalamaya karşı bir savunma olarak cinsel ve cinsiyet azınlıklarına yönelik önyargı geliştirebilir. Zorbalar, “normal” olduklarını göstermek, geleneksel cinsiyet beklentilerine uyumu onaylamak ve kendi cinsiyet deneyimleri ve/veya aynı cinsiyete yönelik çekimle ilgili içsel çatışmalarını dışsallaştırmak için homofobik zorbalık yapabilirler.

    Homofobik zorbalığın sonuçlarıyla başa çıkarken mental sağlık profesyonelleri, LGBT+ bireylerinin, kendileri bunu inkar etse bile, akranları tarafından mağdur edilmiş olabileceğini göz önünde bulundurmalıdır. Kabul ve güven ortamıyla göze çarpan bir klinik ortam, travmatik anıların keşfi için önemlidir.

    Cinsel yönelim değişikliği çabaları ve etrafındaki konular

    Farklı hissetme deneyimleri bireyler arasında değişir ve terapistlerin, hastalarının cinsel yönelimlerine dair farkındalıklarını anlamaları klinik açıdan faydalı olabilir. Sand (2015) tarafından belirtildiği gibi, bu keşifle birlikte, heteroseksüel insanlara tanınan ayrıcalıklara erişimin hastaya reddedileceği farkındalığı nedeniyle melankoli eşlik edebilir. Bu melankoli, örneğin, heteroseksüelliğin “kaybı”nın eksik bir şekilde işlenmesi yoluyla devam edebilir ve kimlik entegrasyonuna karşı çalışabilir.

    Bazı bireyler cinsel yönelimleriyle mücadele eder ve bunu değiştirecek terapiler arayabilirler. Bu tür çabalar genellikle öz-damgalama ve heteroseksüellik idealiyle uyum sağlama toplumsal baskısıyla ilişkilidir. Dönüşüm terapileri veya onarıcı terapiler olarak adlandırılan bu cinsel yönelim değişikliği çabaları (SOCE) herhangi bir ampirik destekten yoksundur ve birçok çalışma, bu çabaların önemli zararlara yol açtığını bildirmiştir (Cornell Üniversitesi’ndeki Eşitsizlik Çalışmaları Merkezi’nin web sitesine bakınız: https://whatweknow.inequality.cornell.edu). Birçok ruh sağlığı derneği SOCE’ye karşı tutum bildirileri benimsemiş ve bazı ülkelerde bu müdahalelerin küçüklere uygulanması yasaklanmıştır.

    Yukarıda belirtildiği gibi, bazı profesyoneller homoseksüelliği “insan cinselliğinin normal bir varyantı” olarak görmemekte; bunun yerine, onu psikolojik bir bozukluk olarak ya da heteroseksüellikten “daha kötü” bir şey olarak kabul etmektedirler (bu durumda heterofili’den söz edebiliriz). Böyle bir tutum, potansiyel olarak zararlı müdahalelere yol açabilir; örneğin, hastaların kendi kendini damgalamasını daha da kötüleştirebilir veya onların geniş bir yelpazedeki deneyimlere erişimini engelleyebilir. Bazı klinik müdahaleler, doğrudan SOCE olmasa bile, önyargılar ve yetersiz bilgi tarafından etkilenebilir. Bu nedenle, SOCE ile diğer türdeki taraflı müdahaleler arasındaki sınırlar her zaman net değildir (Lingiardi, Nardelli, ve Drescher, 2015).

    Kesişen kimlikler ve çift azınlık statüsü

    Bir klinik görünüm, çatışan kimlikler arasındaki kesişimlerle daha karmaşık hale gelebilir. Yaygın bir örnek vermek gerekirse, cinsel veya cinsiyet azınlığına ait olan dini bireyler, inançlarıyla ilgili gerçek ve güçlü bir içsel çatışma yaşayabilirler ve bu çatışmanın sonuçları olarak iyilik halleri üzerinde olumsuz etkiler bildirebilirler. Bu bireyler için bu kimliklerden biriyle uyum sağlamak içsel çatışmayı kutuplaştırabilir ve pekiştirebilir. Bu tür hastalarla klinik çalışmalarda, çatışmanın her iki tarafının entegrasyonunu teşvik etmek ve onlara hem LGBT+ hem de inançlı hissetmelerini sağlayacak bir “üçüncü çözüm” aramak önemlidir. Bazı çalışmalar, kutsal kitap ve öğretilerin daha kişisel ve esnek bir şekilde yorumlanmasının öz-kabulü ve iyilik halini iyileştirebileceğini göstermiştir.

    Terapistlerin, danışanların çift azınlık statülerini tanımaları ve bu durumu ele almaları önemlidir, çünkü bu tür danışanlar hem LGBT+ kimlikleri hem de diğer damgalanmış özellikleri nedeniyle ayrımcılığa ve şiddete maruz kalabilirler. Ayrıca, danışanların ait oldukları topluluklar (etnik, dini, kurumsal vb.) LGBT+ üyelerine karşı damgalayıcı ve reddedici olabilir. Örneğin, bir mülteci lezbiyen, yaşlı bir gay erkek, bir Yahudi transgender kişi veya bir Müslüman gay erkeğin durumunu düşünün.

    Açılma (Coming Out)

    Heteroseksüellik genellikle doğumda tüm çocuklar için varsayılan bir özellik olarak kabul edilir. Bu nedenle heteronormativite, erken yaşta içselleştirilir ve bu durum, lezbiyen, gay veya biseksüel olarak büyüyen çocukların kendi cinsel yönelimlerini tanımalarını ve bunu kimlik düzeyinde entegre etmelerini zorlaştırabilir. Benzer şekilde, cinsiyet, biyolojik cinsiyet temelinde atanır. Bir kişinin atanan cinsiyeti cinsiyet kimliğiyle uyumsuz olduğunda, kişi CD nedeniyle sıkıntı yaşayabilir.


    Diğer azınlık gruplarının aksine, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının üyeleri her zaman kendi ailelerinin kabulüne ve desteklemesine güvenemez. Aksine, daha önce de vurgulandığı gibi, aile ve okul tarafından reddedilme önemli düşmanlık ve acı kaynakları olabilir. Çocuklar, LGBT+ insanlarla ilgili terimleri, bu terimlerin gerçek anlamını anlamadan önce genellikle değersizleştirici veya hoş olmayan fikirler veya duygularla ilişkilendirirler. Birçok çalışma, gay veya lezbiyen gibi terimlerin öğrenciler tarafından hakaret olarak kullanıldığını bulmuştur.

    Lezbiyenler ve gay erkekler için açılma, hem bir süreç hem de bir eylemdir: Cinsel yönelimlerini gönüllü olarak açıklama eylemi için psikolojik olarak hazırlık yaptıkları bir süreçtir. Açılma süreci, LGB olarak büyüyen çocukların ilk aynı cinsiyetten çekimi hissetmeye başladığında başlar. Aynı cinsiyetten duydukları çekimi kimliklerine daha fazla entegre ettikçe, arzuları, duyguları, davranışları ve ilişkileriyle daha rahat hale gelirler. Bu noktada, başkalarına bunu açıklayabilirler—bu eylem, halk arasında “gardıroptan çıkmak” olarak adlandırılır. Yıllarca (veya ömür boyu) “gardıropta” kalan kişiler, genellikle aynı cinsiyetten duydukları çekimi kabul edilemez olarak kabul ederler ve genellikle paralel ve bölünmüş hayatlar yaşarlar (Nardelli, Baiocco, Tanzilli, ve Lingiardi, 2019).

    Açılmanın psikolojik bir maliyeti olabilir ve LGB bireyler bu maliyeti yaşamları boyunca sürekli olarak göz önünde bulundurmak zorundadır. Bazı çalışmalar, ergenlik döneminde en yakın arkadaşa açılmanın sosyal damgalama ve azınlık stresine karşı önemli bir koruyucu faktör olabileceğini göstermiştir. Ancak, bazen karar kısa bir zaman diliminde, heteronormatif iletişim içinde verilmek zorunda kalınır (örneğin, bir kadına otomatik olarak kocası hakkında soru sorulması veya bir erkeğe eşinin olup olmadığı sorulması gibi) ve bu durum kişiyi tahmin edilemeyen tepkilerle karşılaşma riskiyle karşı karşıya bırakır. Bu nedenle, açılma kararı genellikle psikolojik kaynaklar ve başa çıkma becerileri gerektirir. Ergenlerle yapılan klinik çalışmalarda açılma çok önemli bir konu olabilir. Ekonomik olarak ebeveynlerine bağımlı olan genç kadınlar veya genç erkekler evden atılma risklerini değerlendirmelidir. Öte yandan, açılma ve onun “hayaletleri” yeni bir homeostaz ve ebeveynler, arkadaşlar, öğretmenler ve meslektaşlarla daha otantik ve gelişmiş ilişkilerle takip edilebilir.

    Trans bireyler için durum oldukça farklıdır, çünkü destekleyici topluluklardan yoksun olabilirler. Bazen, LGB bireyler kendi önyargıları ve/veya cinsiyet uyumsuzluğuna karşı savunma mekanizmaları nedeniyle trans bireylere düşman olabilirler.

    Cinsiyet değişikliği müdahaleleriyle trans bireyler, cinsiyet kimliklerini başkalarının algıladığı cinsiyetle hizalayabilir. Zimman’a (2009) göre, bu durumlarda açılmak, bir kişinin cinsiyet kimliğini ifşa etmek anlamına gelmez; daha ziyade, bir cinsiyetten diğerine geçişle tanımlanan kişisel cinsiyet tarihini ifşa etmektir. Bu nedenle, iki tür açılmayı ayırt etmek faydalı olabilir: beyan ve açıklama. İlki, geçişten önce kullanılır ve trans kimliğini beyan etmeyi ifade eder; ikincisi ise geçişten sonra kullanılır ve cinsiyet tarihini kendiliğinden açıklamayı ifade eder.

    Genel olarak, hem cinsel hem de cinsiyet azınlıkları için açılmak gelişimsel bir deneyimdir. Ancak birçok durumda sorunlu veya zorlayıcı olabilir. Klinik çalışmalarda, terapistler her zaman danışanları için açılmanın kişisel anlamını, danışanlarının daha önceki deneyimlerini ve yakın gelecekte bunun nasıl olacağına dair hayallerini ve zihinsel temsillerini dikkate almalıdır.

    Klinik çalışanlarının kendilerini açması üzerine düşünceler

    Geçmişte, klinik çalışanlarının danışanlarına kendilerini açması önerilmezdi. Ancak, artık böyle bir kendini açmanın terapötik faydaları olabileceği kabul edilmektedir. Kendini açma meselesi, burada tamamen tartışılamayacak kadar karmaşık bir konu olsa da bu bölümde sadece bazı düşünceler sunulması amaçlanmaktadır.

    Cinsel ya da cinsiyet kimliği ve diğer birçok konuda kendini açıp açmama kararı hem spontan hem de planlı olmalıdır. Klinik çalışanlar, özel hayatlarına dair ipuçları bırakmadıklarını safça düşünmemelidir ve kendi cinsel ve cinsiyet kimliklerini gizlemenin, bu kimlikleri taşıyan bir terapisti fark eden danışanlar üzerinde bilişsel ve duygusal uyumsuzluk yaratabileceğini göz ardı edemezler.

    Kendini açma kararı ilişkisel bir konu olsa da klinik çalışanlar bu kararın terapötik olmasını sağlamak için her türlü çabayı göstermelidir. Klinik çalışanların, bu kararın arkasındaki dürtüleri ve hedefleri anlaması temel bir öneme sahiptir —bu kararın terapötik ilişki için faydalı olup olmadığı ya da klinik çalışanın bir ihtiyacından kaynaklanıp kaynaklanmadığı—ve neden ve ne zaman danışan tarafından ortaya çıkarıldığı, hangi gerekçelerle alındığı da önemlidir. Son olarak, klinik çalışanları, kendi cinsel ve toplumsal cinsiyet kimliklerini ifade etme konusundaki isteksizliklerinin, özellikle danışanın belirli soruları veya ipuçlarından kaynaklanıyorsa, çözülmemiş endişelere, utanca veya mahcubiyet duygusuna işaret edebileceğinin farkında olmalıdır.

    LGBT+ Danışanlar ve Çocukları

    Birçok ülkedeki son sosyal ve yasal değişiklikler, LGBT+’lerin kendiliğe ve ötekilere dair temsillerini derinden değiştirmiştir ve buna karşılık, terapötik alanda ele alınan birçok konu da değişmiştir. On yıl önce, cinsel ya da cinsiyet kimliğini gizleme ve saklama ile ilgili kaygılar daha yaygındı. Bugün, danışmanlık odalarımızda, LGBT danışanlar aynı zamanda aşk, ebeveynlik ve aile projeleri hakkında hikayeler anlatmaktadır.

    Önceden, birçok lezbiyen ve gay ebeveyn, heteroseksüel ilişkilerde çocuk sahibi olmuşken, giderek daha fazla sayıda aynı cinsiyetten çift şimdi çocuk sahibi olmayı tercih etmektedir. Her ülkenin bu konuya dair kendi yasaları vardır. Bazı ülkelerde, LGBT+ ve heteroseksüel ebeveynler eşit haklara sahipken diğer bazı ülkelerde LGBT+ bireylerin ebeveynliği (evlat edinme dahil) yasaklanmıştır. LGBT+ bireylerin çocuk büyütme bağlamındaki sosyal ve hukuki durumları, onların günlük yaşamları ve güvenlik duyguları üzerinde önemli bir etki yapmaktadır ve aynı zamanda LGBT+ ebeveynliğine dair daha geniş zihinsel temsilleri de etkilemektedir (Campion, Morrissey ve Drazen, 2015).

    Yasal engellerle karşılaşmanın yanı sıra, LGBT+ bireyler ebeveynlik becerileri veya çocuğun menfaatleri konusunda önyargılarla karşılaşabilirler. En yaygın önyargılar, aynı cinsiyetten ebeveynlerin oluşturduğu ailelerde anne/baba ve anne-baba işlevleri arasındaki ayrımın olmamasıyla ilgilidir; bunun, aynı cinsiyetten ebeveynlere sahip bir çocuğun kendi cinsiyet kimliğini ve cinsel yönelimini geliştirmekte zorluk yaşayacağına dair bir inançtan kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu önyargılar, yıllarca süren titiz ampirik araştırmalarla ele alınmıştır (Baiocco ve ark., 2015). Bu araştırmaların sonuçları, Amerikan Psikanaliz Derneği’nin (2012) aşağıdaki açıklamasında özetlenmiştir:

    [. . .] Birikmiş kanıtlar, çocukların ulaşacağı sonuçlar ve refahı için önemli olan aile faktörlerinin, aile süreçleri ve etkileşimlerin kalitesi olduğunu göstermektedir. Bir bireyin ya da ailenin bu ebeveynlik nitelikleri açısından değerlendirilmesi, gerçek ya da algılanan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya cinsiyet ifadesi hakkında önyargısız olmalıdır. Bir ebeveynin cinsel yöneliminin veya cinsiyet kimliğinin çocuğun gelişimini olumsuz etkileyeceğine dair güvenilir bir kanıt yoktur. APsaA, bireylerin biyolojik, yasal, bakım, evlat edinen veya biyolojik ebeveyn olarak hakları konusunda gerçek veya algılanan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya cinsiyet ifadesine dayalı herhangi bir ayrımcılığı reddeder. Çocuklar, ebeveynleriyle olan ilişkilerinin istikrarlı ve yasal olarak tanındığını bilmeye hak sahibidirler. [. . .]

    Kendi pozisyonlarını LGBT+ ebeveynler ve çocuklarının refahı konusunda işlemek için klinik çalışanlar, bu alandaki araştırmalar ve klinik anlatılar hakkında bilgilendirilmeli ve güncel olmalıdır ve bu şekilde danışanlarına saygılı ve empatik bir dinleme sağlanmalıdır. Ayrıca sağlık profesyonelleri, LGBT+ ebeveynlerle klinik bağlamlarda karşılaşabilecekleri özel sorunlara hazırlıklı olmalıdır. Örneğin, çocuk sahibi olma güçlüğüyle ilgili bir çaresizlik hissi, LGBT+ olmanın getirdiği yetersizlik duyguları, sıradışı bir aile bağlamında çocuk büyütme korkusu ve çocuğun biyolojik ebeveynine karşı kıskançlık veya haset gibi konulara dair hazırlanmış olmaları gerekmektedir.

    Son bir örnek olarak, bir lezbiyen anneden alınan şu hikaye, bu meseleleri örneklemek açısından faydalı olabilir:

    Evlat edinilen çocukların bile “ikiden fazla” ebeveyni vardır: biyolojik ebeveynleri ve “manevi” ebeveynleri, yani “gerçek” olanlar! Tıpkı bir gün evlat edinen bir annenin çocuğuna biyolojik ancak “yok” olan ebeveynlerinden bahsedeceği ve onların bebeklerine neden bakamadığını ya da bakmak istemediğini anlamasına yardımcı olması gerektiği gibi, ben de kızıma “yok” olan bir ebeveyni, yani “biyolojik babasını” anlatacağım. O, çocuğunu terk eden bir adam değil, bana ve diğer annesine – açıkça söylemek gerekirse – sevgi ve arzuyla dolu bir projeyi hayata geçirmemizde yardımcı olan bir beyefendi.

    Psikoterapistlerin donör anneler veya taşıyıcı annelerle ilgili önyargılarını fark etmeleri önemlidir. Böylece, sosyal ebeveynlerle birlikte, göz ardı edilmemesi gereken; aksine ifade edilip işlenmesi gereken üzüntüleri, kaygıları, yansıtma mekanizmalarını ve korkuları anlayabilirler. Sonuçta, her ailenin anlatacak kendi hikâyesi vardır.

    Bu bölümde ele alınan karmaşıklıkların farkında olmak, terapistleri LGBT+ danışanlarla çalışırken sosyal damgalama, içselleştirilmiş homofobi ve kesişen kimlikler gibi konularla ilişkili psikodinamikleri daha iyi değerlendirme konusunda donanımlı hale getirebilir. Terapistler, LGBT+ kimliğine sahip bireyler için belirli bir müdahale seti uygulamak yerine, bu farkındalığı danışanın benzersiz bireysel durumu ve ihtiyaçlarını anlamada ve bunlara yanıt vermede bir rehber olarak kullanabilir; tıpkı iyi yürütülen herhangi bir psikodinamik terapide olduğu gibi.

  • Terapötik Mentorluk: Psikoterapinin Psikodinamik Olarak Bilgilendirilmiş Toplumsal Katılım ile Genişletilmesi (27. Bölüm)

    Frank Sacco Jr, James Higginbotham, Charles A. Granoff ve Frank C. Sacco

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 27. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Bazen psikoterapi tek başına anlamlı değişiklikler yaratmak için yeterli olmayabilir. Hızla ilerleyen riskli davranışlar ya da sosyal çöküş yaşayan danışanlar, terapötik hedeflerine ulaşabilmek ve daha büyük bir öz yeterlilik geliştirebilmek için ek, resmi müdahaleye ihtiyaç duyabilir. Bu durum özellikle destek sistemleri zayıflamış bireyler için geçerli olabilir. Terapötik mentorluk (TM), psikodinamik ilkelere dayalı, güvenli bir ilişki üzerine kurulu olarak, psikoterapinin bu tür danışanlara ulaşmasını sağlayan yenilikçi bir yöntemdir ve koordine edilmiş bir terapist-mentor ortaklığı yoluyla  topluluk temelli yoğun  destek sunar. TM, 2012 yılında Massachusetts Medicaid Programı’nın bir parçası olarak, Rosie D. karşı Romney (daha fazla bilgi için, www.rosied.org) davası sonrası başlamıştır. Dava,  evdeki destek  eksikliği nedeniyle ergenlik dönemindeki çocukları yatılı bakıma alınan ebeveynler tarafından açılmıştır. Argüman, eyaletin federal bir sivil haklar yasası olan Başlık IX kapsamındaki EPSDT (Erken Dönem Periyodik Tarama, Teşhis ve Tedavi; bkz: http://www.mass.gov/eohhs/consumer/insurance/cbhi/) standardını ihlal ettiği yönündeydi. Çözüm, Massachusetts’te CBHI (Çocuk Davranışsal Sağlık Girişimi) olarak adlandırılmaktadır. TM, CBHI kapsamında sunulan dört hizmetten biridir; kliniğimiz TM hizmetiyle yaklaşık 300 aileye hizmet vermektedir. TM’nin Massachusetts’e nasıl geldiğine ve nasıl uygulandığına dair detaylı bir açıklama başka bir kaynakta bulunabilir (Desmarais, Sacco-Dion, Sacco ve Decoteau, 2014; Sacco, Pike ve Bourque, 2014; Twemlow ve Sacco, 2012).

    Bu bölüm, TM’nin genel bir özetini sunarak, bu yaklaşımın standart psikoterapi pratiğini nasıl güçlendirebileceğini ve diğer kliniklerin ve programların benzer çabalar başlatmayı düşünmelerini nasıl sağlayabileceğini açıklamaktadır. Klinisyenlerin bu güçlü tekniği nasıl kullanabileceğine dair teorik temel özetlenecek ve TM’nin uygulamasını gösteren üç vaka sunulacaktır.

    Terapötik Mentorluk Nedir?

    TM, genellikle evde veya okulda sağlanan uzun vadeliklinik dışı psikoterapiye ek olarak tasarlanmış, 14 ila 18 ay süren özel bir topluluk programıdır. TM, psikoterapinin günlük topluluk yaşamındaki etkileşimine bir uzantı olarak işlev görür. Danışan, terapistin ve terapiye bir eylem bileşeni ekleyen terapötik mentorun koordine edilmiş çalışmalarından faydalanır. Mentorluk, psikoterapiyi desteklemek amacıyla tasarlanmış olup, gencin bakım verenine aktiviteleri yapılandırma konusunda yardımcı olur.

    Terapötik mentor, ebeveyn, daha büyük bir kardeş veya bir teyze/amca gibi akrabalık yapılarının yerine geçen bir rol model olarak hareket eder. Terapist ve mentor arasındaki ortaklık, danışan için bir tutma ortamı (holding environment) (Winnicott, 1965) işlevi görerek güvenlik ve kabul hissi sağlar. Bu ortam, danışanın terapi ofisinin ötesinde yeni düşünme ve ilişki kurma biçimlerini kolaylaştırır. Mentor ve mentorluk alan arasında aktarım benzeri bir ilişki gelişir; bu ilişki, gencin toplum içindeki aktiviteleri sırasında güvenlik duygusunu korumasına yardımcı olacak bir kapsayıcılık sunar. Böylece, genç birey risk alarak sosyal becerilerini geliştirme ve uygulama fırsatı bulur. Mentor, olumlu bir bağlanma oluşturup ve zihinselleştirilmiş bir bakış açısını modelleyerek (Fonagy, 2008; Fonagy, Gyorgy, Jurist ve Target, 2002), aynı zamanda genç bireyin kendi üzerine düşünme becerisinin gelişimini de destekler.

    Zihinselleştirme TM’nin temel bir yönüdür. Zihinselleştirme (Fonagy, 2008; ayrıca bkz. Bölüm 2: Günümüz Psikodinamik Psikoterapisinde Dönüşümlü İlişki Örüntüleri ile Çalışmak), çeşitli ortamlar içinde sosyal ipuçlarını okuma kapasitesinin gelişimini içerir. Bu, kişinin kendi üzerine düşünme sürecidir ve güvenli ve emniyette hissetmenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Zihinselleştirme, güvenli ve destekleyici bir terapötik ilişki aracılığıyla sağlandığında, birey sosyal ipuçlarına daha uygun şekilde yanıt verme yetisini geliştirir. Ancak, zihinselleştirme durağan bir süreç değildir ve herhangi bir nedenle kesintiye uğradığında bireyin sosyal ipuçlarını okuma becerisi zayıflar. Bu bozulma süreklilik kazanarak rahatsız edici bir semptom örüntüsüne dönüştüğünde terapötik mentor devreye girerek gencin sosyal ipuçlarını öngörmesine ve fark etmesine yardımcı olur. Örneğin, mentor, danışanla diğer insanların davranışlarının olası anlamları hakkında kısa eğitimsel sohbetler yapabilir. Bu sayede genç bireyin sosyal ipuçlarını okuması, psikolojik durumları çıkarsaması ve zihnin karmaşıklığını kavraması desteklenir. Winner (2007), otizm spektrumundaki gençlere yardım etmek için bu yaklaşımı kullanarak bunu perspektif oluşturma olarak adlandırmaktadır. Zamanla, terapist ve mentor arasındaki işbirliği sayesinde mentorun danışanı anlama biçimiyle şekillenen bu tür sohbetler, danışanın toplumsal hayata katılımı sırasında zihinselleştirmeyi canlı olarak uygulamasına olanak tanıyarak terapinin zihinselleştirmeyi yeniden kazandırma çabalarını güçlendirir. Ayrıca, terapötik mentorun sağladığı güvenlik ve destek, bu perspektif geliştirme sohbetlerinin zihinselleştirmeyi yeniden kazandırmadaki etkisini artırır.

    Terapötik Mentorluk Yapısı

    TM şu temel öğelerden oluşur:

    1. Yönlendirme: TM’ye yapılan tüm yönlendirmeler bir terapi merkezi gibi bir ayakta tedavi ruh sağlığı merkezinden gelir (yani, birincil yönlendirme terapist tarafından yapılır). Aşağıda tanımladığımız vakalarda, merkez, psikoterapi sağlayan ve başka bir programa yönlendiren bir klinikti)
    1. Terapötik Mentor: Lisans veya lise düzeyinde eğitime sahip ve çocuklar veya ergenlerle çalışmada en az 2 yıl deneyimi olan bir birey.
    1. TM Süpervizörü: Tüm terapötik mentorlar, haftalık olarak, danışanın birincil terapisti olmayan bir yüksek lisans düzeyinde klinisyenden süpervizyon alır. Terapistler de haftalık olarak farklı bir süpervizörden destek alır. Terapötik mentor ve terapist, birlikte haftalık konsültasyonlar yaparak, işbirlikçi bir yaklaşımla ilerlerler.
    1. Ofis tabanlı bireysel psikoterapi veya aile terapisi için bir saat ve topluluk içinde haftada 4 saate kadar mentorluk.

    TM hizmetlerinin ve kullanımının birincil hedef kitlesi, daha düşük sosyoekonomik statüye sahip kişilerden oluşan devlet destekli sağlık hizmetleri alan bireylerdir; ancak, bu yaklaşımın diğer popülasyonlar arasında da geniş bir uygulanabilirliği olduğu iddia edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, TM, bir terapist liderliğindeki bir klinisyen ekibi tarafından, ailenin içinde tek bir problemi hedef alarak yürütülür. Terapist, bireysel veya tercihen aile terapisi yapan yüksek lisans düzeyinde bir klinisyendir ve  ekibin lideridir. Terapötik mentor ise her bir danışan için haftada 3-4 saat boyunca toplulukta etkinliklerde bulunarak, danışanın psikoterapisinde gerçekleşen çalışmaları destekler ve pekiştirir ama bu kesinlikle bu terapideki çalışmaların aynısını tekrarlamak değildir.

    Terapist ile mentor arasında haftalık konsültasyon ve mentorun haftalık süpervizyon alması gereklidir. TM’deki etkinliklerin seçimi, terapist ile mentor arasındaki iletişim yoluyla belirlenir; bu da TM’yi Big Brother/Big Sister ve eğlence programları gibi yapısız etkinliklerinden ayırır. Mentor ve terapist arasındaki koordinasyon, bu müdahaleye güç veren faktördür. Terapist ile yapılan konsültasyon, mentorun danışanın zorluklarının altında yatan dinamikleri daha iyi anlamasına yardımcı olur ve her danışanın özgün durumuna göre  ilişki güvenliği ve restoratif zihinselleştirmeyi teşvik etmek için yollar oluşturur. Ayrıca, mentor, danışanın toplulukla etkileşimdeki başarıları ve/veya geri adımları hakkında terapiste geri bildirimde bulunur. Bu işbirliği, terapötik hedeflerin danışanın daha geniş destek sistemi içinde pekiştirilmesini de sağlayabilir. Örneğin, mentor ve terapist, bir ebeveynle birlikte, olumlu davranışları pekiştirmek ve danışanın uyumsuz davranışlarını azaltmak için yollar tasarlayabilir; bu, mentorun tüm TM etkinlikleri sırasında danışanla yoğun bir şekilde birebir zaman geçirmesiyle daha da desteklenir. Müdahalelerin etkili olması için terapistler ve mentorlar için net roller gereklidir. Terapistin rolü, bir ortopedi cerrahının rolüne benzerken mentorun rolü, bir fizyoterapistin rolüne benzer. Her biri kendi rolünde kalmalı, iletişim kurmalı ve danışan ile danışanın bakım veren kişisiyle aynı hedefler doğrultusunda aktif bir şekilde çalışmalıdır.

    Terapötik Mentorun Hedefleri

    Danışanın durumunu çevreleyen koşullar ne olursa olsun, terapötik mentörlükle müdahale yollarını keşfetmenin temel ilkeleri değişmez: Güvenlik, destek ve anlayış koşullarını oluşturmak. Bu nedenle TM, uzun süreli intihar eğilimi ve psikotik davranışlar sergileyen biriyle de, destekleyici olmayan bir okul ortamında dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan 10 yaşındaki bir çocukla da benzer şekilde uygulanabilir. Terapötik mentorun ilk hedefi, çocuğun veya bireyin dünyasının nasıl olmasını istediğini anlamaktır. Ardından TM, terapistle birlikte çalışarak bu hedeflere ulaşmanın önündeki engelleri belirlemeye çalışır. Mentorun temel yaklaşımı, danışanın öz yeterliliğini (self-efficacy) desteklemektir. Bu nedenle mentor, terapist ve diğer bakım verenlerle işbirliği yaparak danışanın dış etkenler tarafından sınırlanmak yerine kendi dünyasını nasıl şekillendirebildiğini görebileceği aktiviteler tasarlar. Bu gelişim, birkaç hafta veya ay süren keşif, deneme-yanılma sürecini içerir. İlerleyen bölümlerde, çeşitli vakalarda işe yarayan içgörüler ve müdahale stratejileri üzerinde durulacaktır.

    TM’nin temel unsuru, danışanın değişen ihtiyaçlarına, zorluklarına ve hedeflerine uyum sağlayabilecek esnekliktir. Terapötik hedeflere yönelik ilerleme; artan mentalizasyon becerileri, gelişmiş öz yeterlilik ve öz saygı, azalmış stres düzeyi gibi göstergelerle değerlendirilir. Ayrıca müdahalenin danışanın günlük yaşamına, okul, aile veya gönüllülük faaliyetleri gibi sosyal sistemlerdeki işleyişine etkisi de dikkate alınır. TM sürecinde kesin ve sabit bir başarı kriteri yoktur; her danışan için hedefler bireyselleştirilir. Mentor, terapi sürecinde konuşulanları danışanın hayatındaki eyleme dönüştüren bir köprü görevi görür.Terapistler, mentordan gelen geri bildirimleri kullanarak kendi müdahalelerini kalibre eder ve aile içinde içsel güçlerin geliştirilmesine katkıda bulunurlar. Bu süreç sonunda yetişkinleri, bir çocuğun veya ergenin zayıf yönleri yerine güçlü yönlerine ve terapötik başarılarına odaklanmak üzere hazırlar.

    Terapötik mentorun bir müfredat sunabilen ama genç bir terapist olmaktan kaçınan deneyimli bir gençlik çalışanına çok benzediğini vurgulamak önemlidir. Bu nedenle, mentorun faaliyetleri ilişkisel güvenliği ve iyileştirici zihinselleştirmeyi desteklerken, danışanın çatışmalarının, travmalarının veya içsel temsillerinin içeriğine derinlemesine girmekten kaçınır. Terapist veya mentor kendi rolünden saparsa, hem terapi hem de terapötik mentorluk sürecinin etkisi zayıflar; ekip üyeleri arasında bir güç mücadelesi veya üçgenleme (triangulation) ortaya çıkar ve bu da ilerlemeye kaçınılmaz olarak engel olur.

    Mentor, danışanın sıklıkla öngörülemez veya ürkütücü bulduğu sosyal ortamında koruma, destek ve motivasyon sağlar. TM’den en çok fayda gören vakalar, genellikle sosyal izolasyon, kurallara uymama, saldırgan patlamalar veya kendine zarar verme davranışları sergileyen bireylerdir. Böyle özellikler genellikle danışanın kontrolü kaybettiği hissini yansıtır ve pekiştirir. Bu nedenle, mentorun bakım veren, ebeveyn ve danışan ile yakın çalışarak danışanın kendi dünyası üzerinde kontrol sahibi olduğu hissini yaşamasını sağlayacak deneyimler tasarlaması önemlidir. Bu süreç, danışanın topluluk içindeki faaliyetlerde başarı deneyimleri yaşamasına katkıda bulunarak zamanla daha geniş bir kişisel yeterlilik duygusuna dönüşebilir.

    TM sürecinde sosyal beceri gelişimi, psikoterapiden elde edilen anlayışla uyumlu şekilde ilerler. Mentorlar ayrıca danışanın kendine güvenini ve öz saygısını geliştirmek için çeşitli etkinlikler düzenler. Bunlar arasında şunlar yer alabilir:

    1. Gönüllü faaliyetlerde bulunma (örneğin, aşevlerinde veya hayvan barınaklarında çalışmak – terapötik mentorun bire bir gözetiminde).
    2. İleri düzey spor liglerine katılım sağlama.
    3. Danışanın ilgi alanlarını keşfetmesini teşvik etme (örneğin, üniversite veya mesleki eğitim programlarına ziyaretler düzenleme).
    4. Okul sonrası programlara katılımı destekleme (örneğin, Boys and Girls Clubs, YMCA gibi kurumlarda etkinliklere katılma).

    Amaç, danışanın ilgi alanlarını keşfederken, onun sosyal becerilerini ve bakış açısını geliştirmesini sağlamak ve böylece TM programından mezun olduktan sonra topluma uyumlu ve anlamlı bir şekilde katılabilmesini desteklemektir.

    TM’nin zaman açısından yoğun olması bu programın önemli bir yönüdür. Bu, haftada 3-4 saatlik bir süreyi kapsar ve bu süre zarfında terapötik mentor, kontrolü kaybetmiş ve desteklenmediğini hisseden bir birey için zorlu ve belki de biraz korkutucu deneyimleri anlama görevini üstlenir. Terapötik mentor, terapötik tutma ortamının bir uzantısı olarak, danışanla adım adım ilerleyerek ona model olur ve destek sağlar. Bu süreçte danışanın anksiyete yaratan durumlarla yüzleşirken sergilediği içsel gücü, mentor tarafından gözlemlenir, üzerine düşünülür ve sürekli geri bildirim verilir. Zamanla, bu süreç danışanınkorkulan durumlaraduyarsızlaşmasına (desensitization), ustalık hissinin artmasına ve daha sağlam bir kendilik algısı geliştirmesine yardımcı olur. Bu yaklaşım, özellikle ebeveyn desteği zayıf olan ya da aşırı yoğun tek ebeveynle büyüyen bu yüzden gelişimine dair ihtiyaç duyduğu geri bildirimi alamayan ergenler için son derece faydalıdır.

    Terapistin Rolü

    TM müdahalesinde terapist, vakadan sorumlu koçtur; terapötik mentor ise sahada doğrudan danışanla çalışan ve terapiste ve bakım veren kişiye topluluk içindeki gelişmeleri aktaran kişidir. Terapist, terapötik mentorun geri bildirimlerine sürekli dikkat etmeli, her hafta terapötik mentor, bakım veren ve danışan ile görüşerek herkesin mantıklı bulduğu hedeflere ulaşmak için atılacak adımları değerlendirmelidir.

    Terapist, tüm iletişimlerden sorumludur ve mentorun terapötik hedefler ve görevler çerçevesinde hareket etmesine yardımcı olmalıdır. Toplum içinde 3-4 saat çalışırken çatışmaları çözmeye, ebeveyn saldırganlığıyla yüzleşmeye, kardeş kavgalarını ayırmaya ve benzeri durumlara müdahale etmeye yönelik eğilim yüksektir. Terapist, bu tür meseleleri terapi oturumlarında ele alarak süreci yönetmelidir. Çünkü mentorun çok belirli bir rolü vardır ve bu rol, terapistin danışana verdiği mesajlarla uyum içinde yönlendirilmelidir. Terapist, hedefleri belirlemek, bu hedefleri gerçekleştirmek, genel müdahaleyi tasarlamak ve danışanın çatışmaları, travmaları ve gelişimsel ihtiyaçlarıyla ilgili birincil psikolojik müdahaleyi sağlamakla sorumludur.

     

    Terapötik Mentorlukta Yaygın Altı Hata

    Tıpkı diğer terapötik süreçlerde olduğu gibi TM’de de hatalar meydana gelebilir ve bazıları ciddi sonuçlar doğurabilir. Aşağıda, TM’de yaygın olarak karşılaşılan altı hata özetlenmiştir. Bu hataların önlenmesi, danışan için daha yararlı bir deneyim yaratmaya yardımcı olabilir.

    Üçgenleme (Triangulation)

    Üçgenleme, danışanın ebeveynlerden, terapistten, çocuk refahı çalışanlarından, mahkemeden veya okuldan çelişkili mesajlar almasıyla oluşur. Bu durum danışanda kafa karışıklığı yaratır ve sıklıkla danışanın hayatındaki farklı kişiler arasında çatışmalara yol açarak TM’nin etkinliğini ciddi şekilde azaltır. Birçok TM danışanı, bölme ve yansıtmalı özdeşim gibi ilkel savunma mekanizmaları ile mücadele eder. Bu mekanizmalar, ekip üyeleri ve destek sistemleri arasında karmaşık dinamiklerin oluşmasına neden olabilir (Kernberg, 1984). TM’de klinik süpervizyonun önemli bir yönü, danışan ile ilgili tüm yaklaşımların ve iletişimlerin tutarlı olmasını sağlamak, danışanın savunma yapısına, aile sistemindeki zorluklara veya tedavi ekibi içindeki anlaşmazlıklara bağlı olarak ortaya çıkabilecek sapmalara karşı dikkatli olmaktır.

    Sınırları Belirleyememek

    Sınırların korunması, TM’nin etkisini sürdürebilmesi için kritik öneme sahiptir. Mentor, terapistin sürekli takip ettiği ve öneriler sunduğu bir programı olan öğretmen gibidir. Terapist olmak için eğitim gören bazı terapötik mentorlar kendi seanslarında terapi yapmaya çalışabilir. Bu, deneyimsiz bir mentorun danışanın travmatik anılarını ya da aile dinamiklerini keşfetmesine neden olabilir ve toplum içindeki etkileşim, davranışsal eylem ve sosyalleşme gibi temel hedeflerden sapmasına yol açabilir. Topluluk içinde sosyal etkileşimi teşvik etmek ve danışan için yeni deneyimler oluşturmak, danışanın güvenlik hissini artırarak paylaşmaya henüz hazır olmadığı içsel çatışmalarını terapide ifade edebilmesine yardımcı olabilir. Bu nedenle terapist, mentorun haftalık faaliyetlerinden ve danışanın bu faaliyetlere karşı duygusal ve davranışsal tepkilerinden haberdar olmalı, sınırların korunmasını sağlamalıdır.

    Güvenli Olmayan Etkinlikler

    Planlanan her etkinliğin bakım veren ve terapist tarafından onaylanması zorunludur. Mentorlar, danışanın sosyal engellerini kaldırmaya çalışırken, bunu yalnızca önceden planlanmış, güvenli ve faydalı etkinliklerle yapmalıdır. Bu noktada güvenlik yalnızca fiziksel anlamda değil, aynı zamanda danışanın kendine güvenini artıracak psikolojik güvenlik açısından da değerlendirilmelidir. Tekrarlanan ve güvensiz hissettiren etkinlikler danışanın ilerlemesini olumsuz etkileyebilir.

    Kötü İletişim

    TM sürecinde karşılaşılan zorlukların temelinde ekip içindeki iletişim eksikliği yatabilir. Mentorlar ve terapistler, danışana karşı empatik bağ kurmada rekabet edebilir, bu da güç mücadelelerine yol açabilir. Ayrıca, bilinçdışı bir şekilde mağdur, zorba veya seyirci gibi terapötik olmayan rollere girme riski de vardır. Terapist mentorla düzenli görüşmeler yapmazsa ya da mentor kendi hatalarını saklamaya çalışırsa, mentor-terapist ekibi çöker ve iletişim sorunları, suçlamalar ve etkisiz bir işleyiş ortaya çıkar. Bu nedenle haftalık konsültasyonlar kesinlikle gereklidir. Ayrıca, terapistin mentorun geri bildirimlerine ve müdahalelerine dikkat etmesi çok önemlidir. Danışan, mentor ve terapistin birbirine bağlı bir ekip olarak çalıştığını gördüğünde, her birinin farklı rollerini anlamlandırarak, bu figürleri zihinselleştirme becerisi geliştirecek şekilde kullanabilir. Terapide geliştirilen zihinselleştirme becerisi, danışanın mentoru ile birlikte dünyadaki eylemlerini değerlendirerek toplulukta da pratiğe dökülür.

    Tutarsızlık

    Tutarsızlık, TM’nin etkili bir şekilde uygulanmasını tehdit eden en büyük risklerden biridir. Danışanlar, TM aktivitelerinin düzenliliğine güvenmektedir. Danışanın programının bozulması, öngörülemezlik ve güven eksikliği yaratır ve bu durum TM ilişkisini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle, bir danışan için optimal bir aktivite programı belirlendikten sonra, mentor bu programı danışanın yetkinliğini ve öz yeterliliğini geliştirmek için aynı zamanda danışanın zamanını ve hassasiyetlerini dikkate alarak sürdürmeye çalışır. Bu, özellikle uzun süreli ciddi ruhsal hastalıklar veya gelişimsel engelleri olan kişiler için son derece önemlidir.

    Fazla Söz Verip Az Şey Sunmak

    Danışanda yüksek beklentiler oluşturup bunları yerine getirmemek güveni ciddi şekilde zedeleyebilir. Mentor gerçekçi beklentiler oluşturmalı ve bunları güvenilir bir şekilde yerine getirmelidir. TM programına yönlendirilen birçok danışanın geçmişinde hayal kırıklıkları ve güvenin sarsılmasıyla ilgili deneyimler vardır. Bu nedenle, yeni bir hayal kırıklığı yaşamak danışanın umutsuzluk veya içe kapanma eğilimini artırabilir. Mentor, toplum içinde planladığı ve uyguladığı etkinliklerde bu hassasiyeti göz önünde bulundurmalıdır.

    Ayrıca, bazı durumlarda belirli bir mentor ile danışan arasındaki uyum, terapötik süreci desteklemeyebilir. Eğer böyle bir uyumsuzluk ortaya çıkarsa ya da mentorluk sürecindeki hatalar ilişkinin onarılmasını imkânsız hale getirirse, danışana daha uygun bir mentor atanarak danışanın kendini güvende hissettiği bir ortam oluşturulmalıdır.

    Yukarıda belirtilen hatalara ek olarak, bazen belirli bir mentor ile danışan arasındaki uyum, terapötik çalışmayı destekleyecek şekilde oluşmayabilir. Böyle bir durumda veya mentorluk hatalarının etkili bir ilişkiyi engellediği durumlarda, danışana daha güvenli birtutma ortamıyaratabilecek ve topluluk aktivitelerine daha uygun bir şekilde katılımını sağlayabilecek bir mentor ile eşleştirilmesi gerekebilir.

    Vaka Örnekleri

    Colby

    Colby, kırsal bir bölgede metropol bir şehrin dışında annesi, babası ve küçük erkek kardeşiyle yaşayan 20 yaşında bir erkekti. Colby eroin bağımlısıydı. Colby’nin birkaç kez aşırı doz alması (bir keresinde ölümcül olabilecek kadar) ve bir akrabasının son zamanlarda aşırı doz alması, ailesini, ona yardım etmeye çalışırken aşırı derecede bunaltmıştı. Colby’nin babası da bir eroin bağımlısıydı ve her hafta 3-5 gece AA toplantılarına katılıyordu.


    Colby, okuldan vazgeçmişti ve herhangi bir mesleki hedefi yoktu, sadece madde kullanımı dışındaki herhangi bir şeye yönelik çok az motivasyonu vardı. Benzer yaşam tarzlarına sahip arkadaşları, onun bu bağımlılığının sık sık nüks etmesine etkide bulunuyordu. Birçok farklı tedavi programına katılmış ancak çok sınırlı başarı elde etmişti. Colby’nin ailesi sık sık çatışma içindeydi, bunun büyük bir kısmı annesi ve babası arasındaki, ayrıca Colby ile her iki ebeveyni arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanıyordu.  Sonunda, Colby, yerel bir psikiyatri tesisinden özel bir müşteri olarak TM hizmetine yönlendirildi. Ailesinin durumu, haftalık terapiden daha fazlasını gerektiren yüksek riskli bir durum olarak tanımlandı. Tedavi, Colby ve ailesi arasındaki uyumsuz iletişim örüntülerini çözmeye odaklanan aile terapisi ile başladı. TM ise Colby’nin kasabasındaki ve komşu şehirdeki haftalık yapılandırılmamış etkinliklerden oluşan gayri resmi oturumlarla başladı. Terapötik mentor, Colby’nin ilk oturumlarına bekleyerek, gözlem yaparak yaklaşmaya karar verdi ve bazı potansiyel ilgilerin ortaya çıkmasına olanak tanıdı (serbest çağrışım tarzında) ve ardından hangi etkinliklerin takip edileceğine karar verdi.


    Başlangıçta Colby, yapılan veya önerilen her şeyin amacını gerçekten göremediği için çok dirençliydi. Aynı zamanda ebeveynleri yoğun günlük çatışmalara çekilmişti. Colby, tüm bu kavgaları nefretle izliyor ve sık sık odasında saklanıyordu. Ebeveynleri, çatışmalarının ne kadar yoğun olduğunun veya Colby üzerindeki olumsuz etkisinin farkında değillerdi. Ancak, sürekli devam eden aile terapisi ile ebeveynler birbirleriyle ve Colby ile çok daha net bir şekilde iletişim kurmaya başladılar. Terapötik mentor, Colby’nin erken TM etkinliklerine katılım eksikliğinden hayal kırıklığına uğramış olsa da, Colby’nin müzik yazmaya olan tutkusunu keşfetti; ayrıca doğayı, dış mekan etkinliklerini de çok seviyordu. Bu iki keşif, Colby’nin mentoru ile yerel kafelerde şiir sunumu ve çeşitli ifade sanatları yapan insanları izlemeye gittiği mentorluk seanslarının bir serisiyle sürdü. Bu geziler, Colby’nin ailesinde benimsemiş olduğu bağımlı “kötü çocuk” rolünden kurtulmasına yardımcı olmak için terapideki çalışmaları destekledi. Zamanla, mentorun teşvikiyle, Colby’nin kendi eylemlerini yönlendirme duygusu (sense of agency) ortaya çıkmaya başladı. Kendi materyalini yazacak kadar güven kazandı ve sonunda yerel kafelerde açık mikrofon etkinliklerinde sundu; bu da onun kendisini giderek daha yetkin bir birey olarak görmeye başladığının bir işaretiydi.


    Mentor, Colby’nin doğa sevgisini keşfetmesine yardımcı oldu ve terapinin ortasında Colby, tarımda çalışmak istediğini belirtti. İlk başta ailesi oldukça şüpheliydi; çünkü önceki eğitimlerine para harcamışlar ve Colby bu eğitimlere devam etmemişti. Ancak terapist mentorun geri bildirimine dayanarak ebeveynleri teşvik etti ve ebeveynler Colby’ye bu yeni ilgisini takip etme fırsatını vermeye karar verdiler. Mentor, küçük bir kırsal alanda tarım üzerine eğitim veren bir okulda randevu ayarladı. Colby, okulu o kadar beğendi ki hemen başvurdu. Aynı dönemde, Colby’nin uyuşturucu bağımlılığına yönelik zarar azaltma stratejilerinin terapötik olarak ele alınması, tıbbi kenevir değerlendirmesine ve reçetelendirilmesine yol açtı. Colby, keneviri geçiş sürecinde bir başa çıkma mekanizması olarak kullandı ve bu, TM programına topluluk içinde aktif katılımıyla birlikte, eski arkadaş grubuyla uyuşturucu enjekte etme veya soluma isteğini kaybetmesine katkı sağladı. Ayrıca, tarıma olan ilgisi doğrultusunda, toplumun kenevir kullanımına ilişkin değişen tutumlarını gözlemledi ve kendisini kenevir tarımı alanında geleceğin bir parçası olarak görmeye başladı. Aile terapisi seansları ile topluluk temelli mentorluk sürecinin birleşimi, Colby’nin bağımlılığı ve aile içi çatışmalar nedeniyle ihmal ettiği yönlerini keşfetmesine ve geliştirmesine olanak tanıdı. Sonuç olarak, Colby herhangi bir nüks etme veya devam eden kenevir kullanımı olmaksızın üniversitedeki ilk yılını başarıyla tamamladı.

    George

    George, şizofrenisi olan ve programa yönlendirilmeden önce 4 yıldır psikoterapi gören 20 yaşında bir erkekti. Gerçeklikten kopukluk, halüsinasyonlar ve garip davranışlar gibi psikotik semptomlar sergiliyordu. Bu durum, okulda çatışmalara, annesi ve kuzeniyle evde aşırı çatışmalara ve topluluk içinde sosyal çatışmalara yol açmıştı. Gerçekten de, annesiyle yaşadığı şiddetli çatışmalar nedeniyle evsizliğin eşiğindeydi. Çalışmak için motivasyonu olsa da, George çok az uygulanabilir beceriye sahipti ve sosyal olarak son derece zayıftı.


    George, TM programına başladı ve ne yazık ki pasif bir yaklaşım benimseyen ve yalnızca onunla basketbol oynayan bir mentorla eşleştirildi. Mentor, George’u  olumlu tutumları besleyip geliştirebilecek, ilgi çekici veya yapıcı herhangi bir etkinliğe dahil etmekte başarısız oldu. Terapist kaygılandı ve süpervizörlere danışıldı ve ardından George deneyimli bir terapötik mentora yönlendirildi.

    Yeni mentor, George’un sosyal ortamlarda tekrar tekrar eleştirildiği ve dışlandığı için azalmış özgüveninin farkına vardı (örn: okul). Mentor, George ile olumlu geri bildirim alabileceği fırsatlar aradı ve sonunda bir gıda bankasında gönüllü çalışmayı denemeye karar verdiler. Mentor, bu ajansın gönüllülerinin özverili çabalarına olumlu bir şekilde yanıt verdiğini biliyordu ve gönüllülüğün George’un sosyal ve mesleki becerilerini geliştirmesi için bir fırsat olacağını gördü. George, barınma evinde gönüllü çalışmaya başladığında yaşlı gönüllüler tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Mentor, George’a gıda bankasının kurallarını ve prosedürlerini öğrenirken yanındaydı. Mentorun varlığı, George’un hayal kırıklığına karşı toleransını artırmaya yardımcı oldu. George hayal kırıklığına uğradığında veya umutsuzluğa düştüğünde—genellikle onda yıkıcı patlamaları tetikler—mentor onu durmaya ve bu duygularla başa çıkmaya teşvik etti.

    Gönüllü çalışması sırasında George, siparişleri işleme konusunda özel bir beceri geliştirdi; bu, mentor tarafından övüldü ve ajanstaki diğer gönüllüler tarafından takdir edildi. George bu ortamda gelişti ve psikotik semptomları ve davranışsal sorunları dramatik bir şekilde azaldı. Mentor, George’un semptomlarındaki iyileşmenin, onun kendisine bakış açısındaki değişimden kaynaklandığını düşündü. George, her zaman hasta, kontrolsüz ve olağanüstü yardıma ihtiyaç duyan biri olarak kendini görüyordu. Şimdi, gıda bankasında gönüllüler ve tüketiciler arasında popüler bir figür olarak, eylemleri konusunda yetkin ve katkıları nedeniyle diğerleri tarafından saygı gören biri olarak kendisini görebiliyordu. Ayrıca, sürekli olarak zihinselleştirme pratiği yaparak, artık hayal kırıklığına uğramadan veya patlama yaşamadan bu duyguları daha iyi tolere edebiliyordu.

    Gıda bankasında birkaç ay geçirdikten sonra, terapist ve mentor, George’un evde iyi bir şekilde işlev gördüğünden oldukça mutluydular. Annesiyle çatışmalar azalmıştı ve George, terapistiyle olumlu ilişkisini sürdürürken etkili bir farmakoterapi düzenine uymaya istekli hale gelmişti. Ayrıca, gıda bankasında yaptığı gönüllülük çalışması sayesinde, yerel Goodwill Industries’de ücretli bir iş buldu. Terapötik mentorun kolaylaştırdığı ve beslediği gıda bankasındaki çalışması, George’un mesleki başarıya ulaşması için bir köprü oluşturmuştu.

    Larry

    Larry, anne, baba ve dört kardeşiyle yaşayan 12 yaşında bir erkek çocuğuydu. Larry, aşırı karşıtlık belirtileri gösteriyor, Tourette sendromu, DEHB ve karşıt olma-karşı gelme bozukluğu dahil olmak üzere birden fazla teşhis almıştı ve birkaç kez hastaneye yatmıştı. Okullar, öfke patlamasına hazır doğası nedeniyle onu kabul etmeye isteksizdi. Larry okuldan kaçar ve saklanır, bu da büyük bir huzursuzluğa yol açardı. Larry, ajansımızla terapi ve mentorluk almakta olsa da her iki süreçten de çok az sonuç alınmıştı. Larry’nin kontrolsüz olmasına neyin sebep olduğunu daha iyi anlamak amacıyla terapisti ve mentoru değiştirmeye karar verildi.

    Yeni mentor Larry ile tanıştı ve hemen bir bağ kurmayı başardı. Mentor, Larry’nin patlayıcı davranışlarına rağmen aslında çok sessiz ve utangaç bir doğası olduğunu fark etti. Mentor, Larry’nin kişiliğinin bu yönüyle bağ kurdu ve ona gerçekten ne yapmak istediğini ama yapamadığını sordu. Larry, her zaman yüzmeyi öğrenmek istediğini ancak bunu yapamadığını söyledi. Mentor, bunu sadece istenilen bir etkinliği desteklemek için değil, aynı zamanda güven oluşturan bir bağ kurmak ve Larry’nin öz yeterlilik duygusunu geliştirmek için de fırsat olarak gördü. Mentor, Larry’nin havuz için bir geçiş kartı almasına yardımcı oldu ve yüzme derslerine eşlik etti. Larry yüzmeyi öğrenmişti ve bu yeni yeteneğinden zevk alıyordu. Bu, mentoruna karşı olumlu duygular geliştirmesine yardımcı oldu çünkü mentor, onun için olasılıkları görebilen ve öz yeterliliğini desteklemeye ilgi gösteren birisi olarak görülüyordu.

    Mentor, aynı zamanda Larry’nin okumayı sevdiğini fark etti. Belirli zamanlarda birlikte kitapçılara gidip farklı kitaplara bakarak bir ya da iki saat boyunca birlikte okuma yaparlardı. Sonunda, birlikte eski ve ucuz kitaplar almak için bir Salvation Army dükkanına gitmeye başladılar. Kitapları almak ve okudukları hakkında konuşmak, mentorluk deneyiminin ana faaliyetleri haline geldi. Bu tür sohbetler, Larry’nin terapi odasının dışında, zihninde neler olup bittiğine ilgi gösteren birisinin olduğunu deneyimlemesine yardımcı oldu. Sonunda, mentor, Larry’nin okumayı sevmesine rağmen yazma konusunda çekingen olduğunu fark etti. Terapist ile yapılan danışmanlıkta mentor, mentorluk zamanlarında Larry ile okuma ve yazma alıştırmaları yapmaya başladı.Böylece mentorluk ilişkisi, Larry’ye her gün bir başkası tarafından fark edilme, değer görme ve zihinselleştirilmek deneyimi sunarken, aynı zamanda onun ustalık ve öz yeterlilik deneyimlerine katkıda bulunan aktiviteler gerçekleştirmesine olanak sağladı.

    Larry’nin agresyonu azaldı ve son 6 ay boyunca okulda hiçbir olumsuz durumla karşılaşmadı, okul ve ailesi, Larry’nin okula ve eğlenceye olan yeni yöneliminden son derece memnundu. Mentor, yaptığı tek şeyin, Larry’ye taze gözlerle bakmak ve çeşitli hastanelerden ve kliniklerden gelen raporların Larry’nin sorunlarına odaklanmak yerine onun güçlü yönlerini ve ilgilerini göz önünde bulundurmak olduğunu vurguladı.

    Sonuç

    Bu vaka örneklerinin her birinde, terapötik mentor, klinik tabanlı uygulama ile sinerjik bir şekilde çalışarak psikoterapinin güvenlik, kabul ve zihinsel destek yönlerini, danışanın günlük topluluk etkileşimlerine taşıdı. Psikodinamik terapistin önemli bir işlevi, danışanın mevcut durumunun tahmin edilenden daha fazla gelişme potansiyeli olduğuna dair duygusunu tahayyül etmek ve sürdürmektir (Loewald, 1960). Bunu akılda tutarak, terapist aynı zamanda danışanın duyarlılıklarına ve ihtiyaçlarına anlayışlı ve duyarlı bir şekilde yanıt verirken, gerçek bir kendiliğin ortaya çıkabileceği bir tutma ortamı yaratmaya çalışır (Winnicott, 1965). Son derece rahatsız edici belirtileri ve davranışları olan danışanlar için, terapistin ofisinde haftada bir veya iki seans bu işlevleri sağlamak için yeterli olmayabilir. Terapötik mentorlar, bu psikodinamik çalışmanın belirli yönlerini, danışanları günlük sosyal etkinliklerde yer alırken genişletirler. Başarılı bir TM modelinin, mentorun danışanın potansiyelini bulmadaki ısrarı (yani, taze gözlerle) ve bu potansiyeli daha da geliştirmesi gerektiğini ortaya koyar. Mentor, danışanın azalmış özgüvenine duyarlı olarak, danışan zorluklar yaşarken ona canlı cesaretlendirici destek sağlar ve danışanın sosyal zorlukları daha iyi yönetme ve zihinsel olarak ele alma çabalarını sürekli olarak destekler.

    TM’nin farklı popülasyonlara uygulanmasını genişletmek ve etkinliğini değerlendirmek için sistematik araştırmalar yaparak en belirgin etki mekanizmalarını belirlemek üzere daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Deneyimlerimiz, TM modelinin, geçmişte hastane veya yatılı programlara yerleştirilmesi gereken yüksek riskli popülasyonlarla yürütülen ayakta tedavi çalışmalarında önemli bir potansiyel taşıdığını göstermektedir.