Yazar: admin

  • Eski Çocuk Askerlerle Psikodinamik Psikoterapi: Yıkıcı Kendilikle Tanışma (21. Bölüm)

    Nel Draijer ve Pauline Van Zon (Bağımsız araştırmacı)

    Giriş

    UNICEF (2007) çocuk askeri, silahlı bir güç ya da silahlı bir grup tarafından herhangi bir sıfatla silah altına alınan ya da kullanılan, 18 yaşın altından küçük sadece çocuklar değil, asker, aşçı, hamal, haberci, ajan ya da cinsel amaçlarla kullanılan oğlanlar, kızlar olarak tanımlamıştır (p.7). Çocuk askerler hem isyancı ordular hem de hükümet birlikleri tarafından kullanılmaktadır. Afrika en fazla çocuk askerin bulunduğu bölgedir. Bu çocukların çoğu silahlı gruplar tarafından zorla silah altına alınmakta ve kaçırılmaktadır. Diğerleri ise hayatta kalmak ya da öldürülen aile üyelerinin intikamını almak için gruplara katılmaktadır (Betancourt vd., 2010; Schauer ve Elbert, 2009).

    Çocuk asker olmanın sonuçları oldukça büyüktür. Bu gençler, sadece en güçlülerin hayatta kalabildiği aşırı ve vahşi koşullarda büyümektedir. En alt tabakayı oluştururlar ve bu nedenle sürekli istismar, sarkıntılık ve tacizin hedefi olurlar. Bu çocuklar aile ve toplum tarafından gerekli bakım ve korumadan mahrum bırakılmakta ve sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksun kalmaktadır.

    Çocuk askerlerin büyük çoğunluğu çatışma durumları, bombalamalar, idam ve uzuv kesme, insanları diri diri yakma ve tecavüz gibi ağır şiddet ve zulümlerin mağduru, tanığı ve/veya faili olmuştur (Betancourt vd., 2010). Savaştan sonra, sadece travmatik olaylara maruz kaldıkları için değil, aynı zamanda çatışmayla olan bağları nedeniyle suçlandıkları ve damgalandıkları için de yeniden entegrasyon başarısızlığına karşı savunmasızdırlar (Schauer ve Elbert, 2009). Eğer daha istikrarlı ülkelere sığınma hakkı verilirse, genellikle uzun ve yorucu sığınma prosedürlerine tabi tutulurlar. Bir kez daha, sığınma prosedürü sırasında kendilerine tanınan asgari haklar nedeniyle topluma tam olarak katılamama durumuyla karşı karşıya kalırlar. Sosyal rollerini, gelecek fırsatlarını ve ana dilleri, geleneksel yemekleri ve sosyal ağları gibi kendi kültürel çevrelerini kaybetmenin sıkıntılarını çekerler.

    Eski çocuk askerlerdeki travma ve dissosiyason

    Özellikle çocukluk döneminde toksik şiddet türlerine uzun süre maruz kalmanın uzun vadede yıkıcı sonuçları vardır. Tehdit karşısında saldırganlık durumları, korku dolu kaçma veya kaçınma durumları hızlı ve dramatik bir şekilde değişimli olarak birbirini takip eder. Çocuklar genellikle fiziksel olarak kendilerini esir alan kişiyle savaşamayacak veya vaziyetten kaçamayacak durumda olduklarından, travmatik olaylara en yaygın tepki, uyuşma, kendine yabancılaşma (depersonalizasyon) ve çevreye yabancılaşma (derealizasyon) yaşadıkları dissosiyasyon yoluyla kendilerini dış ve iç dünyadan koparmaktır (Schauer ve Elbert, 2009). Bu derecede şiddet ve tehdide maruz kalan gençler genellikle güvenli bağlanma ilişkileri kurma, istikrarlı ve bütünleşik bir kendilik ve ötekiler kavramı ve duygu ve davranışları kendi kendine düzenleme yetkinliği gibi gelişimsel görevleri tamamlayamazlar (Van der Kolk, 2005).

    Birçok eski çocuk askerin tekrarlanan ve uzun süreli kişilerarası travmaya verdiği tepki, en iyi şekilde karmaşık travma veya gelişimsel travma bozukluğu gibi kavramlarla tanımlanabilir (Cloitre, 2009; Klasen, Daniels, Oettingen, Post ve Hoyer, 2010; Van der Kolk, 2005). Semptom profili, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile birlikte duygulanım düzenleme, kişilerarası ilişki ve öz kimlik alanlarında ek bozuklukların varlığına işaret etmektedir. Kompleks TSSB’ye ek olarak, bu hastalar genellikle depresyon ve dissosiyatif kişilik bozukluğundan (DKB) muzdariptir. Bu durumda hem vahşet anıları hem iştirak eden “fail parçaları” farkındalıktan tamamen ayrılır. Bu kendilik durumları (veya değişimleri) sıklıkla “koruyucu parçalar” olarak tanımlanır; bunlar kişiliğin “koruyucu ‘savaş’ alt sisteminde sabitlenmiş ve öfke ve kızgınlık gibi zor duygularla başa çıkmaya ve incinme, korku veya utanç duygularından kaçınmaya çalışan” duygusal parçalarıdır (Van der Hart, Nijenhuis ve Steele, 2006, s. 82).

    Nispeten küçük stres faktörleri eski çocuk askerlerde şiddetli saldırganlık ve/veya gerilemiş dissosiyatif durumlarla kendini gösteren klasik savaş, kaç veya don tepkilerini tetikleyebilir. Bu kişiler saldırgan dürtülerini kontrol etmekte zorlanmakta ve şiddeti amaçlarına ulaşmak için meşru bir araç olarak algılamaktadır. Sonuç olarak, saldırganlık olmadan günlük yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz becerilere sahip olma eğilimindedirler. Bu tür hastaları tedavi ederken, klinisyenler eski travma senaryolarının yeniden canlandırılmasının içine çekilir ve genellikle ciddi aktarım ve karşı-aktarım zorluklarıyla karşılaşarak savaş gibi hissedilebilen vahşi bir yaklaşma ve kaçınma terapötik dansının parçası haline gelirler.

    Aktarım Odaklı Psikoterapi ve Uygulanması

    Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP), nesne ilişkileri teorisine dayanan, kanıta dayalı, manuelleştirilmiş, psikodinamik bir tedavidir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 2006; Doering ve diğerleri, 2010; Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002), eski çocuk askerler gibi kompleks travma yaşamış bireyler arasında yaygın olan saldırganlık ve baskının temel merkezi ile çalışmak için çok uygundur. Ağır kişilik bozukluklarından muzdarip, yani sınırda kişilik örgütlenmesine sahip hastaları tedavi etmek için geliştirilmiştir (Kernberg, 1984). Sınırda kişilik organizasyonu terimi, kimlik yayılması (kendilik ve öteki temsillerinin ve bunlar arasında bağlantılı duyguların salınımını içeren parçalanmış ve dalgalı bir kendilik algısı) ve gerçeklik sınamasının genellikle sağlam olduğu ancak stres altında çarpıtmaya eğilimli “ilkel” savunmalar (bölme, inkar ve yansıtmalı özdeşleşme) ile karakterize edilen psikolojik bir yapıyı ifade eder. Hasta, yalnızca sözlü ve sözsüz olarak değil, aynı zamanda yansıtmalı özdeşim (“karın konuşması” olarak adlandırılır) yoluyla da iletişim kurar. Bu süreçte, tolere edilemeyen duygusal durumlar dışsallaştırılır, terapiste yansıtılır ve terapist tarafından hissedilir.

    AOP’nin amacı, bu çelişkili içsel kendilik ve öteki durumlarını daha tutarlı bir kişilik yapısına entegre etmektir. AOP’nin temel varsayımı, insanların sosyal hayvanlar olduğudur (bağ kurmak ve aynı zamanda özerk olmak isterler), iç dünyaları temelde ilişkisel unsurlardan, ikililerden, kendilik ve öteki (nesne) imgelerinden ve bunları birbirine bağlayan duygulardan oluşur. Sınırda kişilik örgütlenmesinde bu iç dünya, birbiriyle çatışma halinde olarak algılanan ve bölünme süreciyle ayrı tutulan tümüyle iyi ve tümüyle kötü ikili unsurlara bölünmüştür. Ağır travma geçirmiş hastalarda bu temel bölünme dissosiyasyon ile daha da vurgulanır. Bölme ve dissosiyasyonun birbiriyle nasıl ilişkili olduğu ve bölmenin kendisinin dissosiyatif, travmayla ilişkili bir fenomen olup olmadığı hakkındaki teorik sorular bu bölümün kapsamı dışındadır. Aslında, ağır travmatize hastalarda bölme ve disosiyasyon tamamen iç içe geçmiştir. Bununla birlikte, ana fikir bölmenin çatışmadan kaynaklandığıdır: yaklaşma, yakınlık arama ve bağ kurma eğilimi ile temas ve bağımlılıktan kaçınma ve incinmeye veya kontrol edilmeye karşı savunma eğilimi arasındaki çatışma (yani, sevgi ve saldırganlık dinamikleri).

    Tamamen iyi ikililer, mükemmel anneler veya babalar gibi, ideal bir nesne ile özlem ve mükemmel sevgi dolu ilişkilerden meydana gelir. Gerçekte olan eksiklikler ve hayal kırıklıklarıyla bütünleştirilmedikleri için bu tamamen iyi ikililer gerçekçi değildir ve bu nedenle patolojik hayal kırıklığına ve tersine kötü ikililere hızlı bir geçişe katkıda bulunabilir. Tümüyle kötü ikililer, geçmiş öznel gerçeklik, kişinin kendi saldırgan duygulanımları, saldırganlarla özdeşleşme ve güçlü korkuların bir karışımına dayanan zulmedici veya hükmedici ilişki imgelerinden oluşur. İlişkilerde ve psikoterapide içsel ikililer salınım gösterir: içerideki endişeli kurban, aşırı güçlü ötekinin misillemesinden korkarak, aniden artık zayıf olan ötekine saldıran baskın bir güce dönüşebilir. Eğer terapist kötü bir nesne olarak deneyimlenirse, hasta kendini ezilmekten korumak için saldırabilir, böylece saldırgan olduğunun tam olarak farkında olmadan saldırganlaşabilir. Bu nesne ilişkileri düşünme modeli, terapistin bu yansıtmaları hastayla empatik olarak keşfetmesini ve sanki hastanın gözünden bakmasını sağlar. Bu bakış açısı, kişilik bozukluğu ve ciddi dissosiyatif bozukluğu olan hastaların tedavisinde anlık yaşanan sürekli itme ve çekme etkileşimlerini anlamada çok faydalıdır (Draijer, 2009, 2010a,b).

    AOP müdahaleleri, hastanın iç dünyasını ve bu dünyadan terapistin bakışını keşfetmekten oluşur. Bunu yapabilmek için, aktarımı tam olarak şu anda deneyimlemek (“Hasta bana ne yaptırıyor?”), hastanın terapist yaratımını içinde ifade edildiği ikili ile empatik olarak takip etmek ve bunu hastaya sunmak özellikle önemlidir. Böylece bir müdahale şu şekilde kurgulanabilir: “Sizi doğru bir şekilde dinlediğimde, sanki beni zalim ve hükmeden bir kişi olarak görüyorsunuz. Bu sizin için çok korkutucu bir durum olmalı.” Hastalar, ilişkinin algıladıkları şekilde ifade edilmesinin sağladığı kontrolle doğru anlaşıldıklarını deneyimlediklerinde, öfkeli bir ruh hali içinde olsalar bile aniden sakinleşir ve neler olup bittiği üzerine düşünmeye başlayabilirler.

    Hastanın reflektif fonksiyonu gelişmeye başladığında (ki bu biraz zaman alabilir) terapistin görevi, hastanın kendi iç dünyası hakkındaki empatik merakını artırarak, hastayı ikili ilişkiler arasındaki tutarsızlıklar ve salınımlarla dikkatlice yüzleştirmektir. Örnek bir müdahale şu şekilde olabilir: “Bu çok ilginç. Birkaç dakika önce konuşmamız oldukça samimi görünüyordu ve üzüntünüzü benimle paylaştınız, görünüşe göre beni güvenli ve güvenilir bir dinleyici olarak algıladınız, ancak aniden tüm gücü geri alarak beni kendinizi korumak zorunda olduğunuz bir tehdit olarak algıladınız. Bu iki ruh halini nasıl birleştirirsiniz?” Son olarak, hasta terapötik ilişkiyi en azından zamanın bir kısmında destekleyici olarak yansıtabildiğinde ve deneyimlediğinde, terapistin görevi karşıt ikililerin savunmacı katmanlarını yorumlamaktır. AOP’de yorumlama, olumlu ve olumsuz ikililerin eş zamanlı olarak hastaya sunulmasına ve ilişkilendirilmesini sağlayan bir süreçtir. Örneğin, “Öfkenizin bu kadar aşırı olması, sizi benden uzaklaştırması, güvenilir bir ebeveyn figürüyle güvenli bir ilişkiyi derinden özlediğinizi fark ettiğinizde kendinizi çok savunmasız hissetmenizden dolayı olabilir mi?” veya “Beni tamamen güvenilmez olarak görmeyi tercih ediyor gibi görünmenizin nedeni, beni güvenilir olarak algılamanın kayıplarınız konusunda sizi çok üzüyor olması olabilir mi? Bunu yaparak kalbinizi sevdiğiniz birini ikinci kez kaybetmeye karşı koruyor olabilir misiniz?” Dolayısıyla yorumlama, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıları açıklamaktan ziyade, öncelikle şimdi ve buradaki “sen ve ben” ile ilgilidir.

    Tüm bu adım adım etkileşimsel ve yorumsal süreç (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009) öfke ve hiddetin kademeli olarak azaltılması ve nihayetinde kişiliğin bütünleşmesi ile sonuçlanır. AOP’de hasta kendi iyileşmesinden sorumlu tutulur; bu da tedavinin başlangıcında (öz) yıkıcı davranışlar hakkında bir sözleşme yapıldığı anlamına gelir ve terapist hastaya bu davranışların sağlığa doğru olan gelişime karşı olduğunu açıklar. Hasta, çatışma için tek bir çözüm bildiğini (şiddet kullanmak) belirttiğinde, terapist hastayı bunu önlemekten sorumlu tutar: “Tüm duygular hoş karşılanır ve saygı görür, hatta öldürücü öfke bile, yeter ki bu konuda konuşabilelim ve harekete geçmeyelim.” Hasta bir davranışta bulunma eğilimi fark ettiğinde ya da bunu gerçekten yaptığında, hastadan bir sonraki seansta ilk iş olarak bundan bahsetmesi istenir. İstismar döngüsünün tekrarlanmasını önlemek için “askerin nasıl konuşacağını öğrenmesi gerekir.”

    Destekleyici Kanıtlar

    AOP’nin etkililiğine yönelik ampirik destek, farklı araştırma grupları tarafından gerçekleştirilen bir dizi randomize kontrollü çalışma ile ortaya konmuştur (bu çalışmaların bir özeti için bkz. Bölüm 10: Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi). Örneğin, Clarkin ve arkadaşları (2007) ve Doering ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan çalışmalar, AOP’nin sınırda kişilik bozukluğu olan hastalar için çeşitli karşılaştırma tedavileri (diyalektik davranış terapisi, destekleyici dinamik terapi ve deneyimli kamu psikoterapistleri tarafından tedavi dahil) kadar veya daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar ayrıca AOP’nin reflektif fonksiyon ve bağlanmadaki gelişmelerin yanı sıra kişilik organizasyonu ve işlevselliğindeki olumlu değişimle benzersiz bir şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. AOP’nin eski çocuk askerler için etkinliği henüz araştırılmamış olsa da mevcut kanıtlar yine de önemlidir, çünkü önceki çalışmalara dahil edilen hastalar da kompleks travma geçmişlerini taşıma eğilimindedir (ancak elbette eski çocuk askerlerin tanık olduğu ve yaşadığı şiddetle ilgili değildir).

    Vaka örnekleriyle aktarım odaklı psikoterapi

    İshmael 2003 yılından beri Hollanda’da bulunan 24 yaşında Sierra Leone’li bir erkektir. Terapist onunla ilk kez tanıştığında, Ishmael 3 yıldır başarısız bir psikoterapi görüyordu ve bu süreçte stabilizasyon ve destek temel odak noktasıydı. Kısa süre içinde İshmael’in tedavi konusunda oldukça kararsız olduğu anlaşıldı; motive olmuştu ancak psikoterapinin doğasında olan samimiyetten korkuyordu. İshmael’in en büyük korkusu, tetiklendiğinde saldırganlığının kontrolünü kaybetmek ve masum bir insana zarar vermekti. Kız arkadaşı da dahil olmak üzere başkalarıyla kavgaya karışmıştı.

    DKB, TSSB ve depresyon kriterlerinin yanı sıra başka türlü belirtilmemiş kişilik bozukluğu kriterlerini de karşılıyordu. İşitsel yorumlar ve görsel halüsinasyonlar da dahil olmak üzere hafıza kaybı ve kısa psikotik ataklardan muzdaripti. Ara sıra intihara meyilli olmuş ve bir kez hastaneye kaldırılmıştı. Şiddetli güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, aşırı yalnızlık, ait olmama hissi ve insan dışılaşma hissi yaşadığını bildirmişti. “Bazen kendimi bir insandan çok bir hayvan gibi hissediyorum” dedi.

    İshmael, Sierra Leone’deki ilk yıllarını orta derecede mutlu olarak tanımladı. Sekiz yaşındayken isyancılar annesini gözleri önünde öldürmüş ve kendisi de esir alınmıştı. O zamandan beri babasını ve kız kardeşini hiç görmedi. İshmael isyancılar tarafından çocuk köle olarak ormanda onlarla kalmaya zorlandı. Orada sayısız zulme tanık oldu ve bunlara katılmaya zorlandı. Beş yıl sonra kaçmayı başardı ve Freetown’da hayatta kalmayı başardı. Şu anda bir iltica prosedürünün ortasında.

    Psikoterapinin ilk aşamasındaki ana sorun, İsmail’in başkalarıyla ilişki kurarken psikolojik olarak anda kalamamasıydı. Bu durum dissosiyasyon (örneğin, başka zihin durumlarına geçme, yok olma) veya terapiste karşı aşırı baskınlık, saldırganlık ve baskı şeklinde ortaya çıkıyordu. Paranoid duygular; istismar edilme, sömürülme veya aşağılanma gibi aşırı korkuları olduğunu ve önemsenmediği hissine kapıldığını bildirmişti. Kendisine öğretilen duygulanım düzenleme tekniklerini kullanamıyordu. Onun saldırganlığına maruz kaldığında, terapist genellikle korkudan bunalmış hissediyor ve neler olup bittiği üzerine düşünmekte zorlanıyordu. AOP, bu kafa karıştırıcı güçleri, itme ve çekmeleri, yeniden canlandırmaları anlamada mantıklı bir çerçeve sundu.

    AOP’ye geçiş, hastayı ve semptomlarını anlamaya yönelik tek kişilik bir modelden, hastayı ve deneyimlediği dinamik kişilerarası güçleri anlamaya yönelik iki kişilik bir modele geçiş anlamına geliyordu. Bu geçişten sonra yaklaşımdaki farklılıklar sorulduğunda, terapistin aklına gelen ilk şey şu oldu: “Empatik olarak keşfettiğim ve onun gözünden beni yarattığı kişiyi gördüğüm için neler yaşadığına dair çok daha fazla temas ve anlayış. Dissosiyasyon ve saldırganlık, ilişkimizdeki mesafeyi ve yakınlığı düzenlemenin bir yolu olarak anlaşılabilir hale geldi.”

    Clarkin ve diğerlerinin (2006) aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer genel bakışını kullanarak, bu vaka örneğinde bunlardan bazılarını gösteriyoruz (bkz. Tablo 21.1). Aşağıdaki aktarım- karşı-aktarım etkileşimi, ikili ilişkilerin dinamik doğasını göstermektedir. İshmael, en travmatik deneyimlerinden birini terapistiyle paylaşma ve üzgün olma konusundaki savunmasızlığına tepki olarak aniden farklı bir duruma geçti. Terapist aşağıdakileri deneyimlemiştir:

    Aniden saldırganlığa geçmesi beni şaşkına çevirdi. Gözleri keskinleşiyor ve aşağılayıcı bir tavırla, “Görmüyor musun? Etrafında her yerde kavga var.” diyor. Bakışları sertleşiyor ve kayıtsızlaşıyor. Dudakları sadist bir gülümsemeyle hafifçe kıvrılıyor. Bir savaş durumunda karşı karşıya geldiğimiz şiddetli ve acımasız bir travmatik deneyimin yeniden yaşanmasının bir parçasıymışım gibi görünüyor. Artık tanıdığım İshmael’i görmüyorum; her şeyi yapabilecek, son derece tehlikeli ve tehditkâr bir asi görüyorum. Acaba o da bende aynı tehdidi görüyor mu? Kafam karışık hissediyorum. Vücudum tehlike olduğu konusunda beni uyarıyor ve aşırı uyarılmış durumdayım. Kendimi ellerine bakarken yakalıyorum, saldırabilir mi diye merak ediyorum. Şu anda uyanık kalmak istiyorum ama kaos beni ele geçiriyor. Artık neler olup bittiğini düşünemiyorum ve bir korku selinin içinde boğuluyorum. Bu arada umutsuzca terapötik çerçevemi ve araçlarımı arıyorum, ama onlar da silinip gitmiş gibi görünüyor. Kendimi felç olmuş ve çaresiz hissediyorum. Bu savaşı kazanamam, o daha güçlü ve ben ona teslim oluyorum. Saldırganlığıyla elde etmek istediği şey bu mu?

    Saldırganlığına dikkat çekiyorum ve içinde neler olduğunu soruyorum. Şaşırmış görünüyor, saldırganlığı aniden kayboluyor, kızgın ya da korkmuş olduğunu inkar ediyor. Şimdi kafası karışık ve savunmasız olan o. Birdenbire ben fail, o ise kurban oluyor. Fail olmak istemiyorum. Yine kafa karışıklığı var.

    Tablo 21.1 Aktarım ve karşı-aktarımdaki baskın ikililer

    HastaTerapist
    Kontrol eden, tümgüçlü benlikZayıf, kölevari öteki
    İstismara uğrayan kurbanSadist saldırgan/zalim
    Kontrolü kaybetmiş, öfkeli çocukYetersiz, işlevsiz ebeveyn
    Bağımlı, memnum çocukMükemmel bakım sağlayan
    Arkadaş canlısı, itaatkar benlikDüşkün, hayran ebeveyn

    Burada üzüntü ve kırılganlığa karşı agresif bir savunmanın yanı sıra travmanın yeniden canlandırıldığını, ancak tersine dönmüş şekilde, baskın bir pozisyonda, terapisti farkında olmadan korkutarak dehşet verici bir teslimiyet ve kafa karışıklığına sürüklediğini görüyoruz. Hasta, terapist üzerinden kendisinin söze dökemediği aşırı korkuyu uyandırıyor gibi görünmektedir. Sadist saldırgan/zalim ile istismara uğrayan kurban arasında bir salınım vardır. Terapistin ilk görevi bu neredeyse dayanılmaz korkuya tahammül etmek ve ona göre hareket etmemektir.

    Eğer terapist bu korkuya dayanabilir ve hasta ile arasındaki süreci düşünmeye devam edebilir, bunu yaparken saygılı ve tarafsız bir duruş sergileyebilirse, hastanın kendisine yansıttığı kötü nesneyi giderek daha fazla kapsayabilir ve hastayı, daha önce ham ve sembolleştirilmemiş bir duygu durumu olarak var olan şeyi düşünmeye veya sembolik olarak taşımaya teşvik edebilir. Terapistin empatik merakı, hastanın kendisini bunaltan yoğun durumun diğer içsel durumların daha geniş bir bağlamında var olabileceğini ve dolayısıyla gerçekliğin ya da ilişkinin tamamını oluşturmadığını görmesini sağlar. Bu paylaşılan merak da nesneyi, özellikle de yoğunluğunu ve tek boyutlu niteliğini değiştirme etkisine sahiptir. Tüm duygulanımlar terapist tarafından kabul edildikçe, tolere edildikçe ve kapsandıkça, bir ya da iki saniyelik de olsa düşünme alanı ve duygulanım toleransı yavaş ama kademeli olarak artar. Hastanın içinde, korktuğu saldırganın ve deneyimlediği ve gizlice özlem duyduğu empatik ve yansıtıcı ötekinin temsillerini yavaşça bir araya getirdiği bir süreç gerçekleşir; her ikisi de kendi içindeki iç durumların yansımalarıdır. Bunun, hastadaki zulüm nesnelerinin ve kendilik durumlarının kademeli olarak detoksifiye edildiği bütünleştirici bir süreç olduğu düşünülmektedir (Scharff ve Tsigounis, 2003).

    Bir süre sonra terapist, hastayla empati kurarak yoğun güçsüzlük ve üzüntü duygularıyla mücadele eder. Artık hasta hem savunmasız halini tolere edebilmekte hem de terapistle bağlantı kurabilmektedir. Terapist bunu şöyle not eder:

    Ishmael, bir kurban olarak yaşadığı vahşetle ilgili yoğun değersizlik duyguları ifade ediyor. Zihinsel huzura ve ölüme özlem duyuyor. Onun kendinden nefretini ve acısını hissediyorum. Buna dayanamayarak, kendisine dair suçluluk ve utanç dolu bakış açısını değiştirmeye çalışıyorum, ancak bunun onun ihtiyaçlarına uymadığını fark ediyorum. Bana, bunun için içinde yer olmadığını söylüyor. Ona, bakış açısını değiştirme çabamın, aslında onun hüznünün bende yarattığı güçsüzlük hissiyle başa çıkma girişimi olduğunu anladığımı söylüyorum. Ve ekliyorum: “Burada birlikte otururken, hüznün var olmasına izin verebiliriz, hakkında konuşmak zorunda kalmadan.” Bunu duymaktan memnun olduğunu, özellikle de hüznünü serbestçe yaşayabileceği başka bir yer olmadığını söylüyor. Göz göze geliyoruz ve hüznü beni derinden etkiliyor. Gözlerimin nemlendiğini fark ediyor ve ona, hüznünün beni etkilediğini söylüyorum. Bir an için başını yana çeviriyor, ama sonra tekrar bakışlarımı yakalıyor ve hüznünün benim yanımda var olmasına izin verdiğini görebiliyorum. Yoğun bir karşılaşma anı yaşanıyor. Seansın sonunda, İshmael bana, hüznünü deneyimleyip paylaşarak kendini “daha bağlantılı” ve daha az yalnız hissettiğini söylüyor.

    İkili bir bakış açısına göre, terapistin güçsüzlük ve üzüntü hisleri, hastanın ona dair algılarından ve onunla etkileşimlerinden (yani yansıtma ve yansıtmalı özdeşim) kaynaklanır. Bu durumda terapist, önce hastayı bir an önce rahatlatmak ve üzüntüden kaçınmak istemiş, böylece hastanın genellikle yaptığı şekilde davranmıştır. Daha sonra hasta, terapistin üzüntüsünün farkına varmıştır, çünkü terapist onunla birlikte bu üzüntüye katlanmaya istekli olmuş ve bunu birlikte tolere etmişlerdir. Üzüntü içinde birlikte var olmak, hastanın bağ kurmaya, ilişki içinde olmaya ve kaybettiği annesiyle olan bağına dair toleransını yeniden kazanmasını sağlamıştır.

    18 aylık AOP’nin ardından, terapist, terapötik ilişkide yakınlık ve savunmasızlığa yönelik dikkate değer bir artış ve bunlara karşı daha fazla tolerans gözlemlemektedir. Bu gelişme, hastanın iç dünyasında daha önce bölünmüş olan libidinal segmente erişimin sağlanmasını temsil eder. Hasta, acı verici deneyimleri ve güçlü duyguları daha iyi söze dökebilmekte ve tolere edebilmektedir. Duygusal durumlar arasındaki dalgalanmalar ve siyah-beyaz düşünce yapısı azalmıştır. Saldırganlık daha az vahşi, yıkıcı ve korkutucu hale gelmiş ve giderek yok olmakta gibi görünmektedir. Saldırgan duygular, düşünceler ve fanteziler terapide açıkça paylaşılmaktadır. İshmael, duygularını daha iyi düzenleyebilmekte ve kendini şiddete başvurmadan ifade edebilmektedir.

    Belirti düzeyinde, kabuslar, geçmişe dönüşler/flashbackler ve dehşet verici anıları yeniden yaşama durumları, dissosiyasyon, travmatik materyalden kaçınma, güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları azalmıştır. İşitsel sanrı ve görsel halüsinasyonlar geri çekilmiştir. DKB açısından bakıldığında, hastalar anın içinde kalmaya daha yatkın hale gelmiş, duygusal durumlar daha az parçalanmış ve amnezi ile daha az ayrılmıştır. Ağır travmatik deneyimler artık sadece yıkıcı kendilik üzerinden anlatılmamakta, aynı zamanda daha üzgün ve düşünceli ruh halleriyle de ifade edilmektedir. İshmael daha az izole bir yaşam sürmekte, gönüllü çalışmaları, hobileri ve hatta filizlenen bir arkadaşlık sayesinde dış dünya ile daha fazla temas kurmaktadır.

    Tartışma

    Afrikalı DKB ve TSSB olan eski çocuk askerlerin tedavisinde, AOP, bu hastaların saldırganlıklarını ve terapist üzerinde tam kontrol kurma veya baskı kurma eğilimlerini ele almaya yardımcı olur. AOP, bölünmüş saldırganlıkla ilgili ciddi sorunları ve hastaların zihinsel durumlarındaki ani ve kafa karıştırıcı değişimleri anlamak için faydalı bir model sunar. Tedavi, hastanın yalnızca semptomlarına odaklanmak yerine, aktarım- karşı-aktarım dinamiklerini, terapötik ilişkideki itme-çekme etkileşimlerini ve hasta ile terapist arasındaki yeniden canlandırmaları ele alır. Bu yaklaşım, aşırı travmayı anlamada ve tedavi etmede tek kişilik (birey merkezli) psikoloji ile iki kişilik (ilişki merkezli) psikoloji arasındaki tartışmaya da temas etmektedir. Bu vakada, başlangıçta tek kişilik bakış açısı (sadece hastada gözlemlenen semptomlara ve psikopatolojiye odaklanan) sınırlı başarı göstermiştir. Daha sonra, bölme, yansıtmalı özdeşim ve kendilik-öteki durumları arasındaki dalgalanmalar şeklinde hasta ve terapist arasındaki dinamiklere odaklanan iki kişilik psikolojik modele geçilmiştir. Bu değişim, hastanın duygusal düzenleme becerisini geliştirmesine, zihinselleştirmeye başlamasına, sosyalleşmesine ve hem içsel hem de dışsal olarak daha fazla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Geleneksel aşama odaklı travma terapisi yerine, terapötik ilişkide güvenli bağlanmayı güçlendirmeye odaklanarak duygu düzenleme becerileri geliştirilmiştir.

    Bu, TSSB’nun öncelikle bir anksiyete bozukluğu olarak görülmesinden, (kompleks TSSB ve DKB) öncelikle ilişkisel bozukluklar olarak algılanmasına doğru bir geçişi temsil etmektedir. Bu tür bozukluklar izolasyon, yalnızlık (bağlantısızlık), başkalarına güvensizlik, rahatlatıcı içsel ilişkilerin eksikliği, insanlığa karşı öfke, utanç ve suçluluk gibi özelliklerle tanımlanır. Başka bir deyişle, DKB gibi karmaşık stresle ilişkili bozukluklar, kişilik, kimlik ve duygu düzenleme bozuklukları (bir bütün olarak ilişkisel bozukluklar) olarak görülmekte ve terapötik ilişkinin “şu an” içinde çalıştığı psikodinamik tedavilere oldukça uygun olmaktadır.

    18 aylık AOP sonrasında, bu hastada duygu düzenleme, zihinselleştirme ve ilişkilenmede gelişmeler gözlemlendi. Gelişmiş duygu düzenleme, terapistin baskın ikililere ve onlarla bağlantılı duygusal durumlara, etkileşimin “şu an”ında hassas bir şekilde uyum sağlaması ve bunları kapsamasıyla açıklanabilir. Bu hipotezi destekleyen bir çalışma, Levy, Clarkin ve arkadaşları (2006) ile Levy, Meehan ve arkadaşları (2006) tarafından yapılmış ve bir yıllık AOP sonrasında borderline hastalarda reflektif fonksiyonun ve güvenli bağlanmanın geliştiğini göstermiştir; daha güvenli bağlanma, daha iyi duygu düzenlemeye yol açmaktadır (Schore, 2005). AOP’nin zihinselleştirme temelli terapiye benzer olduğu ileri sürülebilir; ancak temel fark, AOP’de farklı ikililer arasındaki çatışma ve dalgalanmanın merkezde olmasıdır. Ayrıca, aktarım doğrudan ele alındığı için terapist bir koçtan ziyade, hastayla birlikte “dansın” içinde yer alan bir katılımcı olur; dolayısıyla AOP, bilişsel olmaktan çok deneyimsel bir yaklaşımdır. Son olarak, AOP, terapi ilişkisinde ele alınması gereken merkezi bir dinamik güç olarak saldırganlığa özel bir önem atfetmektedir.

    Saldırganlık ve onun nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda görüşler önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı tedavi modelleri saldırganlığı hiç ele almaz (bunun “yabancı bir kendilikten” geldiğini varsayar), bazıları ise yalnızca onu kontrol etmeye çalışır (daha çok bilişsel-davranışçı öfke yönetimi yaklaşımları) veya bastırır (örneğin, ilaç yoluyla). Ancak AOP’de, saldırganlık içsel dinamiklerde temel, hayati ve bir bakıma sağlıklı bir unsur olarak kabul edilir.

    Ağır travma yaşamış hastalarda, saldırganlık doğrudan tedavi sürecinde ortaya çıkmadığında, bunun kâbuslar ve kendine zarar verme yoluyla dışa vurulabileceğine dair klinik bir izlenimimiz var. Bu yol ile, saldırganlık, içsel dünyadaki saldırgan figürlere yansıtılarak güvenli bir biçimde deneyimlenir (içsel olarak ifade edilir). Bu hastaların ayrıca, çocukluk dönemindeki saldırganlarla özdeşleşmelerinden kaynaklanan, tamamen kontrol sağlamaya çalışan (saldırgan) baskıcı içsel temsilleri vardır. AOP perspektifinden bakıldığında, bir tür entegrasyon, denge ve sağlığa ulaşmak için hastanın saldırganlığının ele alınması ve kendisine ait bir parça olarak kabul edilmesi gereklidir. Ancak, tüm hastaların bunu kabul etmeye istekli veya hazır olmadığını gözlemliyoruz; bazıları, kendilerini bir kurban kimliğine sıkı sıkıya bağlayarak ve saldırganlığı dışarıya yansıtmaya devam ederek baskı altında kalmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını hissetmektedir.

    AOP terapisti, dansa katılır fakat aralarındaki dinamikleri sürekli olarak yansıtmaya çalışır. Terapist bunu saygılı bir şekilde yapar, hastanın içindeki çatışmalara karşı nötr kalır, hastanın algıları ve etkileşimleriyle tetiklenebilecek zorlu duygusal durumları kabul eder. Bir liman metaforunu kullanacak olursak, tüm gemilere izin verilir. Hiçbir geminin denizde kalması gerekmez (yani, ne kadar olumsuz olurlarsa olsunlar tüm duygular ve zihinsel durumlar terapist ile ilişkide kabul edilir). Sonra terapist hastanın kendisini yansıttığından daha entegre bir şekilde görebileceği yansıtan bir ayna gibi davranır. Saldırganlık ve nefreti kapsamak, iyi ve kötü olanın entegrasyonuna giden yolun ön koşuludur. “Yıkıcı kendilik” görülmeli, saygı gösterilmeli, kabul edilmeli ve tüm kişi için ne anlama geldiği takdir edilmelidir: O, korkunç anıların muhafızıdır ve yeniden zarar görmekten kaçınmak için hastayı gözetler. Bu kendilik yönü son derece yalnızdır (insanlık dışı) ve kimsenin onu sevmediğine veya yakın olamayacağına ikna olmuştur. Eğer bu tehlikeli ve nefret dolu parça anlaşıldığını, saygı gösterildiğini ve takdir edildiğini hissederse hastanın nefreti yavaşça erimeye başlar (bkz. Draijer, 1999). Ancak o zaman yas tutma ve derin üzüntü için yer açılır. Öldüren hastaların yas tutması gerekir, yas tutma ve pişmanlık ritüelleri başlatılabilir.

    Son olarak, terapistin, hastanın içsel dünyasına duygusal olarak erişmeyi öğrenmesi, bu dansa katılması, bunu tanıması ve bir müdahalede bulunmak için üzerine düşünmesi olmazsa olmazdır. Bu duygusal erişilebilirliği, zihinsel beceri ve duyusal duyguları fark etme ve bunları bir müdahaleye dönüştürme becerisini geliştirebilmek için terapistin bir süpervizörle güvenli ve kabul edici bir ilişkiye ihtiyacı vardır.

    Sonuç

    Aşırı saldırganlık ve bir saldırgan kendilik durumu, dissosiyatif bozuklukları olan hastalar için ciddi sorunlar oluşturur, onları diğer insanlardan yabancılaştırır, yakınlığı engeller ve terapistlerinde korku yaratır. Bu sorun, TSSB üzerine yapılan pek çok teori veya araştırmada nadiren ele alınmaktadır, çünkü tedavi genellikle anksiyeteye odaklanır.

    Öfke ve saldırganlık, şiddetli travmalarda merkezi bir rol oynar, hastaların kendilerini suçlu, kötü ve yalnız hissetmelerine neden olur, kontrol için mücadele etmelerine yol açar ve onları diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu, özellikle hastaların öldürmeye zorlandığı durumlarda geçerlidir. DKB’den muzdarip eski çocuk askerlerinin saldırganlıkları ile ilgili tedavilerde AOP, bu saldırgan yönleri ve başkaları üzerinde tam kontrol kurma ya da başkalarını baskılama eğilimlerini ele alır, buna terapist de dahildir. Ayrıca, hastaların içsel baskılarından kurtulmalarına yardımcı olur.

    Yazarlar, Dr. Frank Yeomans, MD, PhD’ye çok yardımcı yorumları için teşekkür eder.
    Bu bölüm, şu makalenin genişletilmiş bir versiyonudur: Nel Draijer PhD & Pauline Van Zon MA (2013): “Eski Çocuk Askerleriyle Aktarım Odaklı Psikoterapi: Yıkıcı Benlikle Karşılaşma”, Journal of Trauma & Dissociation, 14:2, 170-183.
    Telif Hakkı © Taylor & Francis Group, LLC
    ISSN: 1529-9732 basılı/1529-9740 çevrimiçi
    DOI: 10.1080/15299732.2013.724339

  • Spor ve Düşünce: Spor Temelli Terapötik Müdahalenin Geliştirilmesi (26. Bölüm)

    Daniel Smyth

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 26. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Bireysel çocuk veya yetişkin, yalnızca ve yalnızca oynarken yaratıcı olabilir ve tüm kişiliğini kullanabilir; birey, yalnızca yaratıcı olarak kendiliğini keşfedebilir (Winnicott, 1971, s. 73).

    Duygusal ve davranışsal sorunlar yaşayan ergen erkek çocuklarıyla terapötik etkileşimin son derece zor olduğu bilinmektedir. Daha geleneksel psikolojik hizmetlerden yararlanmama ve dolayısıyla faydalanmama, bu tür erkek çocuklarının genellikle toplumun marjinlerinde kalmaları ve yetişkinlik boyunca orada kalma eğiliminde olmaları anlamına gelir. Bu nedenle, ergen erkek çocuklarını daha olumlu bir yaşam yolu geliştirmelerini sağlayan bir güvenlik ve saygı duygusu sağlayabilen terapötik ortamlarda daha iyi katılımını ve kalmasını için alternatif hizmet sunum modelleri gereklidir. Spor ve Düşünce programı, davranışsal ve duygusal zorluklar yaşayan ve daha geleneksel terapötik yollarla etkileşime girmeyen ergenlik çağındaki erkek çocukların erişebileceği terapötik bir müdahaleye olan artan ihtiyaca yanıt olarak geliştirilmiştir. Bu, futbol sporunu psikodinamik düşünce ve teoriyle birleştirerek kişinin ve başkalarının deneyimlerine ve duygularına ölçülü, kasıtlı ve dikkatli reflektif düşünceyi teşvik eden bir alan yaratan ve duygusal ve davranışsal değişimi teşvik etmek için bir katalizör görevi gören ergenlerle çalışmaya yönelik yeni bir yaklaşımdır. Futbol oynayarak, katılımcılar oyuna ölçülü, büyük resim yaklaşımı benimsemeye teşvik edilir; bu yaklaşım sahanın tamamını ele almayı, topu paylaşmayı, bir pasla geriye gitmeyi ve ileri seçenekler yoksa oyunu tekrar başlatmayı ve oyunlarına yapılandırılmış düşünce göstermeyi vurgular. Bu tür çabalar için esas olan, bir ekibin parçası olarak başkalarıyla çalışmaya ve böylece bir grup ortamında kendini ve başkalarını daha iyi anlamaya vurgu yapmaktır. Altta Yatan Spor ve Düşünce, bir bireyin bir spor bağlamındaki tepkilerinin, kişinin diğer sosyal bağlamlardaki tepkilerinden farklı olmadığına dair bir inançtır, bu nedenle futbol sporu, katılımcıların kendi duygusal ve davranışsal eğilimlerini ve bunların altında yatan nedenleri keşfetmelerini sağlamak için kullanılabilir.

    Spor ve Düşünce programının ilk gelişimi

    Terapötik çalışmayı klinik olmayan, dışarıya, özellikle bir futbol sahasına taşıyan bir program yaratma fikri, şiddetli düzeyde duygusal ve davranışsal bozukluklar çeken ergen erkek çocuklarıyla çalışma deneyimimden doğdu. Farklı ilçelerdeki ortaokullarda yaptığım çalışmalarda, gelişimsel zorluklar yaşayan karmaşık ihtiyaçları olan çok sayıda erkek çocukla karşılaştım. Bu erkek çocuklar genellikle düşünceleri ve duyguları hakkında konuşmayı çok zor buluyorlardı, kendileri ve zorlukları hakkında düşünmeye yönelik her türlü girişimi hem aşağılayıcı hem de zulmedici olarak deneyimliyorlardı. Bu erkek çocuklar, içlerinde olup biteni şiddet ve çete üyeliği kullanarak dışsallaştırarak duygusal zorluklarla başa çıkma eğilimindeydiler; böylece rahatsızlıklarını dışarıya yansıtıyor ve düşüncelerinin ve duygularının uyandırdığı kaygıya karşı kendilerini savunuyorlardı. Bu erkek grubuyla uzun süre boyunca karşılaşmam, onların aşağılanma veya zulüm duygularını uyandırmadan terapötik bir müdahaleye katılmalarına yardımcı olacak farklı bir müdahale yolu yaratma ihtiyacını düşünmeme yol açtı. Bu tür duygular, daha geleneksel klinik ortamlardaki bu erkek çocuklarında yaygındır ve sıklıkla seans sırasında sözlü iletişim kurmayı reddederek birbirlerine veya bir nesneye karşı saldırgan davranışlarda bulunarak veya kelimenin tam anlamıyla odadan çıkarak kendilerini terapötik düzenlemeden uzaklaştırmaya çalıştıkları için hem bireysel hem de grup müdahalelerine katılımlarında zorluklar yaratır.

    Sporu ve psikodinamik müdahaleyi birleştirme girişimi, birçok genç arasında futbolun -özellikle Premier Lig’in- popülerliğinden de etkilenmiştir. Oyunun gençler arasındaki popülerliğinin ille de veya sadece spor sahalarında olmadığı çok açıktı; daha çok, lüks yaşam tarzlarına sahip idealize edilmiş futbolcuların hayatlarının gerçekliğinden kaçışın potansiyel bir yolu olarak görülüyordu. Gençlerle yaptığım çalışmalar ve 30 yıldır futbol maçlarına sürekli katılımım sayesinde, Premier Lig futbolcusunun bir rol model, olmayı arzuladığım bir şey olduğunu giderek daha fazla fark ettim. Yine de, futbol sahasındaki yetenekleri nedeniyle putlaştırılan ve ekonomik güçleri nedeniyle kıskanılan genç adamların, iç zorluklarını haftada bir futbol sahasında canlandırdıklarına, hatta bazen hayal kırıklıklarını kontrol edemeyen kırmızı yanaklı yürümeye başlayan bir çocuğun aşamasına gerilediklerine ve diğer zamanlarda çeşitli kabahatler sonucunda hafta sonu magazin gazetelerinin ön sayfasında yer aldıklarına sık sık tanık oluyorum. Birçok kişi tarafından bu kadar yüksek bir saygıyla karşılanan bireylerin bu tür eylemleri futbol sahasındaki tepkilerini düşünmeme yol açtı: Davranış biçimlerinin, spor müsabakalarından uzaktaki hayatlarını genel olarak nasıl sürdürdüklerini yansıtıp yansıtmadığını merak ettim. Spor bağlamında kendilerini sınırlayamayan futbolcuların sosyal bağlamda da aynı zorluğu yaşadıklarını görmeye başladım. Sonuç olarak, bu, futbolu ergenlerin davranışlarını gözlemlemelerini ve değerlendirmelerini sağlamak için bir araç olarak kullanma fikrinin değerlendirilmesine yol açtı, çünkü profesyonel futbolcuların davranışları ile karmaşık ihtiyaçları olan ergenlerin davranışları arasında bir paralellik olduğu ortaya çıktı: İçsel zorluklarını dışarı atabilmelerinin tek yolu, eylemde bulunmaktı. Futbol sahası, davranışların altta yatan belirleyicileri açısından gözlemlenebileceği ve düşünülebileceği bir alan olarak potansiyel taşıyor gibiydi.

    Gençlerin güvenli ve besleyici bir ortamda oyun (futbol) kullanımıyla kendileri ve duygusal ve davranışsal zorlukları hakkında bilgi edinmeye başlayabilecekleri bir alan yaratmaya çalıştım. Tam boy bir futbol sahasının boyutlarını, bir danışma odasına benzer ancak önceden edinilmiş çağrışımlar olmadan, kapsayıcı bir alana dönüştürmeyi amaçladık. Umut, “büyümeye hazırlık olarak dileklerin yürürlüğe konulması ve ayrıca travmatik deneyimlerin üstesinden gelinmesi” (Freud, 1908/1959, s. 142) için fırsat sağlamaktı.

    Orijinal Spor ve Düşünce modeli, futbolu terapi olarak kavramsallaştırdı, danışma odasını futbol sahasına taşıdı ve kişinin bir oyun oynayarak içsel kendiliğini görebileceği bir alan yarattı, böylece canlı terapi veya eylem halinde terapi yarattı. Böyle bir forum, bir grup (yani takım) dinamiği içindeki davranışsal dürtülerin bir miktar anlaşılmasını kolaylaştırır. Ayrıca, odak noktasının “ben” değil “biz” olması, bu genç ergenlerde bire bir terapilerde sıklıkla uyandırılan zulüm hissini ortadan kaldırmaya yardımcı olur. Programda topu bir prizma, tüm düşünce ve yorumların kendi içinde alınabilmesi, düşünülebilmesi ve sindirilebilmesi için içinden geçebileceği bir nesne olarak görüyoruz, bu da içsel anlayışa ve duygusal ve davranışsal ilerlemeye olanak tanır. Top, değişime izin veren sembolik katalizör olan araçtır. Çocuklar topu tutuşları ve sahadaki etkileşimleri konusunda düşüncelilik geliştirdikçe, okulda, evde ve hayatlarının diğer önemli alanlarındaki davranışlarıyla ilgili benzer düşünce nitelikleri geliştirirler.

    Spor ve Düşünce Nasıl Çalışır?

    Spor ve Düşünce, psikodinamik düşünmeyi ve futbol oynamayı birleştirerek ergenlerle çalışır; böylece kişinin kendisi hakkında düşünmesini teşvik eder ve duygusal ve davranışsal değişim için bir uyarıcı ve katalizör görevi görür. Spor yapmak, katılımcının yakınlık, kaygı ve saldırganlık deneyimlemesi için fırsatlar yaratılmasını sağlar; bunlar çalışmamızın ana odak noktalarıdır. Spor ve Düşünce’nin felsefesi, bir bireyin spor sahasındaki tepkilerinin toplumsal bir durumdaki tepkilerinden farklı olmayacağıdır. Eğer biri oyun sahasında algılanan bir yanlışa karşı agresif bir şekilde tepki verirse veya başka bir oyuncunun kendisine yakın olmasında zorluk çekerse, böyle bir tepkinin sınıfta ve genel olarak hayatta yansıması oldukça olasıdır. Spor ve Düşünce’de, top bireyin zihninin dışsallaştırılması olarak görülür ve kişinin futbola davranış şekli (bireyin onunla çalışma şekli) kişinin içsel varoluş durumuyla büyük ölçüde senkronizedir. Çalışmanın büyük çoğunluğu—bu bir spor projesi olduğu için bunlara “matkaplar” diyoruz—konik kareler içinde gerçekleşir. Çalışmak için konik alanlar yaratma fikri, bu alanların zihnimizinki gibi bir sınırlama ve bir sınır sunduğu düşüncesinden gelir. Konik, kapalı alan, bizim için çalışabileceğimiz bir alanı, gerçekleşen şeylerin (dışsal zorluklarımızın) yorumlanabileceği, düşünülebileceği ve güvenli bir şekilde tutulabileceği bir arenayı temsil eder, tıpkı bir terapi odası gibi.

    Spor ve Düşünce, aksi takdirde kaotik bir varoluş durumuna içsel bir yapı getirme girişimiyle bireyi futbolla meşgul etmeye odaklanır. Program, katılımcılarını çok kontrollü ve düşünceli bir şekilde futbol oynamaya teşvik eder. Top mümkün olduğunca yerde kalmalıdır. Kısa paslar ve boşluğa doğru hareket etmeye, sürekli hareket etmeye ve düşünmeye veya programda belirttiğimiz gibi “ayak parmaklarınızın ucunda” olmaya büyük vurgu yapılır. Bu, topu almaya her zaman hazır olmanızı ve sportif anlamda düz ayaklı veya psikolojik anlamda düz bir zihinli olmamanızı sağlamak içindir. İnancımız, topu yerde etkili bir şekilde oynamak ve bir pas almak veya başka bir oyuncuya bir seçenek vermek için boşluğa doğru hareket etmek için kişinin neyi başarmaya çalıştığına dair içsel bir anlayışa sahip olması ve kişinin istenen sonucu elde etmek için kendisinden ve diğerlerinden beklenen görevlerin sürekli psikolojik farkındalığı durumunda olması gerektiğidir. Bu, çocukların programın başında çok zor bulduğu bir şeydi ve düşünceli ve kontrollü bir şekilde futbolu oynayamama olarak kendini gösterdi. Bunun yerine, topu havaya ve uzağa doğru vahşice tüm kaba kuvvetle tekmeleme eğilimindeydiler, bu da oyuncunun zihninde gerçekleşen zorlukların ve bu zorlukları kendisinden olabildiğince uzağa nasıl yansıttığının görsel bir perspektifini sağlıyordu. Daha sonra top, grup tarafından çok bireysel bir şekilde kaotik bir şekilde kovalanıyordu, bu da ne olduğunu düşünme ve gerçekte ne olduğunu görme zorluğunu yansıtıyordu. Çocuklar, içsel olarak nasıl hissettikleri nedeniyle topa sanki cezalandırılmak veya mümkün olduğunca sert vurulmak için oradaymış gibi davranıyorlardı. Başka bir deyişle, çocuklar içsel şiddet ve kaotik duygularını hafifletmek için topu kelimenin tam anlamıyla mümkün olduğunca sert bir şekilde parçaladılar; bu sayede içlerinde neler olduğunu dışarıdan görebiliyorduk. Bu, antrenörler tarafından teşvik edilmemişti ama çocukların oyunu oynama şekli olarak seçtikleri olağan durumdu. Oberndorf (1951) bu fenomeni golf oynayan hastalarından birinde şöyle tanımlamıştır: “Golften alınan tek zevk, hastanın topa vurduğu ve tüm vahşetinin, acımasız saldırganlığının ve gizli sadizminin serbest kaldığı andır” (Oberndorf, 1951, Adatto, 1964, s. 835’te alıntılanmıştır). Top, zihnin bir uzantısı olarak algılanır ve topu kontrol etme yeteneği (veya ergenlerde ilk çalışmaya başladığımızda, topu kontrol edememe ve koni şeklinde bir kutunun içinde kalamama) bize bireyin deneyimlediği içsel zorluk ve kaos seviyesi hakkında bir fikir edinmemizi sağlar. Robbins (1963) golf oyununu düşünürken şöyle yazar: “Golf sopasını doğru şekilde sallamak için, anatomik olarak sol kolun bir uzantısı haline gelmelidir” (s. 828). Aynısı Spor ve Düşünce’deki futbol için de geçerlidir: Zihnin bir uzantısı haline gelir ve seansa katılan çocukların zorluklarını ifade etmelerine olanak tanır. Ayrıca, çalışma süresince içsel duygusal ilerlemelerini ve dışsal teknik ilerlemelerini görmelerini sağlar. Çocuklar hem dışsal hem de içsel yapı sunan seanslara haftalık katılımlarıyla daha fazla kontrol altına alındıkça, kendilerini ve zorluklarını daha iyi anlamaya başlarlar. Bu içsel değişim, terapiste çocukların seans ve mekanla düşünme ve başa çıkma becerilerinin artması ile gösterilir. İlerleme, yalnızca bireyler ve grup için bariz bir tatmin sağlayan tatbikatlarda ve oyunlarda teknik gelişme olarak değil, aynı zamanda katılımcıların iletişim kurma, birlikte çalışma ve yakınlık, saldırganlık ve kaygıyla başa çıkma becerilerinin artması olarak da örneklendirilir.

    Seanslarda ifade edilen zorluklar yeniden çerçevelendirilir ve grupla birçok kişinin deneyimlediği ve futbol sahasının dışındaki dış durumlarla bağlantılı olan ortak zorluklar olarak paylaşılır; böylece katılımcıların davranışları ve zorlukları arasında bağlantılar kurmalarına izin verilir. Örneğin, katılımcılar seansta söylenenleri dinlemekte ve içselleştirmekte zorluk çekiyorsa, bunu sınıfla ilişkilendirir, dinlemenin neden zor olduğuna dair olası bir neden ortaya koyar ve katılımcıların olası sonuçlar hakkında düşünmelerini sağlayarak seansımızda olumsuz bir sonuç olmayacağını, yalnızca düşünme şansı olacağını vurgularız. Bu tür düşünceler her zaman gruba yerleştirilir ve grupla birlikte bırakılır. Bazen verilse de asla cevap aramayız. Bu şekilde çalışarak, daha geleneksel terapötik müdahalelerde ortaya çıkabilecek daha zulmedici veya aşağılayıcı duyguları ortadan kaldırırız; burada sadece hasta ve terapist vardır ve bu tür ilişkiler içsel olarak kırılgan bir birey için zorluk yaratma potansiyeline sahiptir. Vurgunun futbolda kalmasına ve kendiliğe daha az vurgu yapılmasına izin veririz.

    İlerleme: Sahadan sınıfa

    Spor ve Düşünce’nin saha tabanlı çalışması, programa katılan erkekler arasında okul devamsızlığının artması, okulda olumsuz davranışların azalması ve öğrenme kalıcılığının ve akademik ilerlemenin artması gibi çeşitli sonuçlar elde etti. Pratik, saha tabanlı çalışmamızın etkisinden ve programa yönlendirilen ergenlerin sadece katılımda bulunmakla kalmayıp aynı zamanda içsel değişimi başlatmak için haftalık olarak ayrılan alanı ve zamanı aktif olarak kullanma becerisinden cesaret alarak program için sonraki adımları düşünmeye başladık. Ev sahibi okullarımızdan biriyle, ilk programın yürütüldüğü okulla, doğrudan okulun sınıflarına gidip ergenlerle eğitim ortamlarında etkileşim kurma fikrini görüştük. Bu girişimin arkasındaki fikir, topu rahatsız edici düşüncelerin veya hislerin geçeceği sembolik nesne olarak kullanmak yerine, sınıf içinde biz koçlar olarak bu rolü üstlenebilir ve ergen öğrenci ile öğrencinin zorluk çektiği öğretmen/ders/akran/çevre arasında “top” görevi görebilirdik ve bu durum sınıf ortamında duygusal, davranışsal ve eğitimsel çöküntüler olarak kendini gösteriyordu.

    Winnicott’un, annenin bebeğin varlığı ve uyumu yoluyla zor anlarla başa çıkmasına yardımcı olma rolü hakkındaki yazıları, sınıf ortamında koçun rolü ve koçun gelişimi teşvik etmek ve içsel zorlukları dışa vurmayı azaltmak için yeterince iyi bir alan yaratma becerisi hakkındaki düşüncelerimize ilham verdi.

    Her insan bireyinin gelişiminin erken bir noktasında, annenin sağladığı belirli bir ortamda bulunan bir bebek, içgüdüsel gerginlikten kaynaklanan büyüyen ihtiyacı karşılayacak bir şeyin fikrini kavrayabilir. Bebeğin ilk başta neyin yaratılacağını bildiği söylenemez. Bu noktada anne kendini gösterir. Olağan şekilde meme verir ve potansiyel besleme isteğini gösterir. Annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum sağlaması, yeterince iyi olduğunda, bebeğe, bebeğin yaratma kapasitesine karşılık gelen dışsal bir gerçeklik olduğu yanılsamasını verir (Winnicott, 1958, s. 239).

    Erkek veya kadın olsun, koçu, destekleme ve kapsama becerisi ergenlerin dış çevreleriyle yaşadıkları içsel zorlukları bastırmak için sindirdikleri yiyecek olan “iyi meme” haline gelmek olarak kavramsallaştırdık. Okullar, böyle bir sürecin zaten sınıf içinde, zorluk çektiği düşünülen öğrencileri destekleme görevi verilen öğretim yardımcıları biçiminde gerçekleştiğini ileri sürebilir. Ancak, disiplin ve otoritenin sembolü olarak görülebilecek öğretmenler ve öğretim yardımcılarının aksine, eşofmanlı koç, erişilebilir ve zulmedici olmayan bir figür olarak görülür ve çocuğun başa çıkabileceği ve gelişebileceği yeterince iyi bir ortam yaratmaya yardımcı olur. Öğretmen kadrosundan beklenen daha resmi giyim tarzının aksine, futbol koçunun eşofman takımı ve koşu ayakkabıları görünür bir varlık sağlar ve öğrenme ortamındaki rollerin net bir şekilde ayrılmasına olanak tanır. Koçun rolü, bireyi desteklemek, bireyin grup bağlamında kendisi hakkında düşünmesini ve neden grupla etkileşime giremediğini veya neden hareket ettiğini sorgulamasını sağlamaktır. Bu, futbol sahasındaki çalışmamızın prensibiyle aynıdır.

    Winnicott (1968), Squiggle Oyunu ile ilgili yazılarında çocuk ve terapist arasındaki ortak oyunun önemini tartışır:

    Danışmanın çizimlerin değişiminde kendi rolünü özgürce oynaması, tekniğin başarısı için kesinlikle büyük öneme sahiptir; böyle bir prosedür, örneğin bir hastanın fiziksel sağlık açısından bir doktor tarafından muayene edilirken veya sıklıkla psikolojik bir teste tabi tutulurken hissettiği gibi, bir hastayı hiçbir şekilde aşağılık hissettirmez (Winnicott, 1968, Winnicott, 1989, s. 301’de alıntılanmıştır).

    Aynı fikrin, sınıf ortamında çocukla öğretmenlerin ve öğretim yardımcılarının yapmadığı şekilde etkileşime giren, özgürce oynayan danışman olan Spor ve Düşünce koçunun rolü için de geçerli olduğuna inanıyoruz. Bizler, çocuğa geleneksel eğitim anlamında eğitim vermek için orada değiliz, ancak davranış hakkında düşünmeyi kolaylaştırmak ve öğrenme sürecini desteklemek için bir katalizör görevi görmek üzere öğrenme ortamındaki herkese açığız.

    İyi bir dış nesnenin yaratılması (Klein, 1975)—sınıftaki koç, sahadaki top— temas kurduğumuz birçok ergenin devam eden gelişimsel zorlukları nedeniyle gereklidir; bu zorluklar, çocuğun içsel ihtiyaçlarının bir ebeveyn veya başka bir bakım figürü tarafından karşılanmadığı ve tatmin edilmediği çok erken yaşam deneyimlerinden ortaya çıkmıştır. Spor ve Düşünce’ye katılan gençlerin çoğu için, temel çocuk gelişimi duygusal veya fiziksel olarak uzakta olan ebeveynler nedeniyle tam olarak gerçekleşmemiştir. Günlük zorluklar, kişinin erken yıllarının yeniden canlandırılması gibi hissedilir. Bu nedenle tehdit, rahatsızlık veya kaygı oluşturan veya tatminin arandığı anda bulunmadığı mevcut yaşam durumları, bu rahatsızlığın uyumsuz davranışlar yoluyla dışsallaştırılması yoluyla yanıtlanır.

    Ancak birçok bebek, zulümle harekete geçen, etkiye tepki olarak ortaya çıkan muazzam bir saldırgan potansiyele sahiptir: bu doğru olduğu sürece bebek zulmü memnuniyetle karşılar ve buna tepki verirken kendini gerçek hisseder. Ancak bu, bebeğin sürekli zulme ihtiyacı olduğu için yanlış bir gelişim biçimini temsil eder. Bu reaktif potansiyelin miktarı biyolojik faktörlere (hareketliliği ve erotizmi belirleyen) bağlı değildir, ancak erken çevresel etki şansına ve bu nedenle sıklıkla annenin psikiyatrik anormalliklerine ve annenin duygusal ortamının durumuna bağlıdır (Winnicott, 1958, s. 217-218).

    Winnicott’un yukarıdaki yorumları, bazen bazı ergen erkek çocuklarında sınıf ortamlarında öğretmenle veya öğrenme ortamıyla etkileşimlerinde tanık olduğumuz, tutulmama, tatmin edilmeme veya anlaşılmama hisleriyle uyandırılan zulüm benzeri yeniden canlandırmalarla ilgilidir. Bu tür içsel zulüm düşünceleri ve hisleri deneyimleyen ergenlerin yanında bir koçun bulunması, sahadaki top gibi bir tampon veya prizma oluşturarak sınıf temelli önemli derecede duygusal ve davranışsal değişime olanak tanır. Koç, öğrencinin düşünce işlemesine yardımcı olur, bir zorluğun ardındaki olası mantığı sunar ve uyumsuz davranışı nazikçe sorgular. Bir bireyi zihinsel ve fiziksel olarak sürekli varlık yoluyla destekleme ve tutma becerisi, hem içsel hem de dışsal değişimi kolaylaştırmaya yardımcı olur.

    Sınıf temelli sonuçlar

    Başlangıçta, sınıfta Spor ve Düşünce pazartesiden cumaya günde 3 saat yürütülüyordu. Spor ve Düşünce koçluk ekibinin bir üyesi, duygusal ve davranışsal zorluklar nedeniyle doğrudan programa yönlendirilen ve sınıfta bozulmaya ve ardından okulun dahili davranış birimine gönderilmelerine neden olan ergenleri desteklemek için sınıf alanına girecekti. Zor davranışların daha aşırı vakalarında bazı öğrenciler belirli bir süre için okul hayatından tamamen uzaklaştırılmıştı. İngiliz eğitim sisteminde bu tür sonuçlar için kullanılan terimler dahili dışlama ve harici dışlamadır. Spor ve Düşünce programının amacı her iki dışlama biçimini de azaltmaktı. Gerçekten de, 2016-2017 akademik yılında sınıf tabanlı Spor ve Düşünce programının uygulanmasıyla aynı zamana denk gelen hem dahili hem de harici dışlamalarda bir azalma gözlemlendi (bkz. Tablo 26.1), bu da programın ruhunun hem tüm okulu hem de bireysel dinamikleri etkilemeye başladığını gösteriyor. Spor ve Düşünce programının bu öğesini hala geliştiriyoruz, ancak dışlamalarla ilgili mevcut veriler, programı futbol sahasından sınıfa genişletme çabalarımızın iyimserlik ve geçerlilik nedeni sağlıyor. Okul ortamında gözlemlenen değişim oranı, sahada gösterilenden daha yavaş oldu.

    Tablo 26.1 2014’ten 2017’ye kadar iç ve dış dışlama sayısı.

    2014/15 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 28Toplam dış dışlama sayısı: 5
    2015/16 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 27Toplam dış dışlama sayısı: 15
    2016/17 Eğitim yılı. Toplam iç ihraç sayısı: 14Toplam dış dışlama sayısı: 6

    Kurumsal dinamiklerle çalışırken ve kendimizi ergen ile çevresi arasındaki prizmaya dönüştürürken, değişim gerçekleşiyor ve biz de anlayış, öğrenme ve ilerleme için yeterince iyi bir ortam yaratmak için çalışırken değişimin devam etmesini umuyoruz.

    Sonuç

    Spor ve Düşünce, aksi takdirde daha geleneksel terapötik müdahalelere girmeyecek gençleri dahil etmeye çalışan benzersiz bir programdır. Psikodinamik temelli, spora dayalı yaklaşımı, eğitim ve yaşamda daha yüksek düzeyde katılımı desteklemek için bir grup bağlamında kendiliğin anlaşılmasını kolaylaştıran yeni bir terapötik ortam sağlar. Program şu anda kapsamlı bir ampirik değerlendirmeye tabi tutulmamış olsa da, okul dışlamalarının azaltılmasına ilişkin mevcut kanıtlar umut vericidir ve Spor ve Düşünce’nin duygusal ve davranışsal zorluklar yaşayan ergenler için geleneksel hizmetlere etkili bir tamamlayıcı olabileceğini düşündürmektedir. Spor ve Düşünce programına daha geniş bir erişilebilirlik sağlamak için çalışmalarımızı genişletmeye devam ederken, çabalarımızın başkalarına geleneksel terapötik hizmetlere katılmayan bireylere daha iyi hizmet edebilecek alternatif sunum modellerini düşünmeleri için ilham vereceğini umuyoruz.

    Daha Fazla Okuma

    Freud, A. (1946/1959). The psychoanalytical treatment of children (p. 28) New York, NY: International Universities Press.

    Laureus Sport for Good Foundation. (2012) Sport scores: The costs and benefits of sport for crime reduction. London: Laureus Sport for Good Foundation.

    Smyth, D. (2014). Sport and Thought. Football as therapy: A year in the life of an inner city project. Psychodynamic Practice: Individuals, Groups and Organisations, 20, 104—115.

    Winnicott, D. W. (1965). The maturational process and the facilitating environment (p. 239) London: Hogarth Press.

  • Psikanalitik Uygulama ve LGBT Toplulukları (18. Bölüm)

    Vittorio Lingiardi and Nicola Nardelli

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 18. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel ve transgender) kısaltması, siyaset, sağlık ve sosyal bilimlerde cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarını ifade etmek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak LGBT terimi hem aşırı kapsayıcıdır hem de her bir kategori kendi başına indirgemeci bir nitelik taşır. Bu nedenle, sağlık ve sosyal bilimlerdeki araştırma ve uygulamalar, LGBT bireylerini homojen bir grup olarak ele almaktan her zaman fayda sağlamamaktadır. Cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının genellikle toplumsal onay eksikliği ve ayrımcılığa maruz kaldıkları doğru olsa da, her bir azınlık grubunun üyeleri çok çeşitli özgül deneyimlere tabidir. Ayrıca LGBT kısaltması, interseks bireyleri, queer ve sorgulayan kimlikteki bireyleri, kadınlarla seks yapan kadınları ve erkeklerle seks yapan erkekleri dışlamaktadır. Bu nedenle, araştırmacıların ve uygulayıcıların yalnızca LGBT bireylerine atıfta bulunmak yerine, her tür cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlığını temsil eden ve kendini bu etiketlerden birinde tanıyabilecek herhangi bir bireyi kapsayan “+” sembolünü (LGBT+) kullanmaları önerilmektedir. Ancak, LGBT ve LGBT + kısaltmalarının faydalı olup olmadığı (çoğunlukla sosyolojik veya politik bir bakış açısından) bir yana, psikanalitik psikoterapide bireysel farklılıklar, özellikler ve özgünlükler (idiyografik özellikler) genellikle genel kategorilerden (nomotetik özellikler) daha önemlidir.

    Bu bölümün amacı, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarına mensup bireylerle psikanalitik uygulama için bir çerçeve sunmaktır. Bu tür bireyler, ilerici toplumlarda bile yaşam döngüleri boyunca ayrımcılığa maruz kalmaya devam ettiklerinden, ruh sağlığı uzmanlarının onları dinlemesi ve desteklemesi hayati önem taşır. Bu danışanlarla çalışan terapistler, önyargılı tutumlardan uzak bir şekilde danışanlarını anlamalı ve onlara yaklaşmalıdır.

    Uzun yıllar boyunca, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıkları sağlık profesyonelleri tarafından patolojiye tabi tutuldu. Pek çok sağlık uzmanı, bu azınlıkları beklenen gelişimsel yollardan sapmış olarak tanımayı öğrenmiş ve bu şekilde eğitim almıştır. Tüm ruh sağlığı bilimsel ve mesleki kuruluşları azınlıklara yönelik ayrımcılığı önlemeye ve terapistlere cinsel yönelimle ilgili uygun yaklaşımlar sunmaya yönelik kılavuzları onaylamış olsa da (Lingiardi, Nardelli ve Drescher, 2015), yalnızca Psikanalitik Tanı El Kitabı’nın ikinci baskısı (PDM-2) azınlıkların iyilik haline özel olarak ayrılmış bölümler içermektedir (Lingiardi ve McWilliams, 2017). Bazı profesyoneller hâlâ bu topluluklara karşı önyargılı ve/veya olumsuz tutumlar sergilemektedir (örneğin, King, 2015; Lingiardi, Nardelli ve Tripodi, 2015). Bu nedenle, LGBT bireyler için özel bir psikanalitik terapötik yaklaşıma ihtiyaç duyulmasa da, PDM-2’yi mesleki topluluğumuz için faydalı bir kaynak olarak görmekteyiz. Bu bölümde, El Kitabı’nın “Klinik Dikkat Gerektirebilecek Psikolojik Deneyimler” bölümünde ele alınan temel konuları tartışıyor veya en azından değiniyoruz.

    Cinsel ve Toplumsal Cinsiyet Azınlıklarına Yönelik Klinik Yaklaşımların Kısa Tarihi

    Sigmund Freud, cinsel yönelim konusunu ahlaki ve dini bir çerçeveden bilimsel ve psikolojik bir çerçeveye taşıyan ilk katkıyı sunmuştur. Freud’un yaklaşımı iki yönlüydü. Bir yandan eşcinselliği gelişimsel bir saplanma biçimi olarak görmüş, diğer yandan bunun bir hastalık olarak değerlendirilmemesi ve dolayısıyla “tedavi” edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Üstelik, 1921 yılında Otto Rank tarafından imzalanan ve enstitüler arasında dolaşan ünlü bir mektupta Freud, homoseksüelliğin kendi başına potansiyel bir adayın bir psikanalist olmasını dışlamak için yeterli bir neden olmadığını ifade etmiştir: “Bu tür kişileri, başka yeterli nedenler olmaksızın dışlayamayız; onların yasal olarak cezalandırılmasına da katılmıyoruz. Bu tür durumlarda bir kararın, adayın diğer niteliklerinin kapsamlı bir incelemesine dayanması gerektiğini düşünüyoruz” (aktaran Lewes, 1988, s. 33). Ne yazık ki, 1970’lerin sonlarına kadar birçok psikanalist (örneğin, Bieber, Hatterer, Ovesey, Socarides) heteronormatif bir duruş sergilemiş ve heteroseksüel olmayan cinsellikleri patolojik olarak değerlendirmiştir (Drescher, 1998; Mitchell, 1981/2002; Roughton, 2003). Kernberg’e (2002) göre, homoseksüellik ideolojinin psikanalitik teori ve pratik üzerinde zararlı bir etki yaratabileceğine dair çarpıcı bir örnektir.

    Homoseksüelliğe dair patolojik olmayan bir görüş, 20. yüzyılın sonlarına kadar ortaya atılmamıştır. Patolojiden uzaklaştırma yolculuğu, homoseksüel davranışın beklenenden daha yaygın olduğunu belirten Kinsey Raporları ile başlamıştır. Bir başka önemli kilometre taşı ise Hooker’in (1957) üç projektif test (Rorschach, TAT ve MAPS) uygulayarak cinsel yönelime göre gruplandırılan klinik olmayan katılımcılara uyguladığı çalışmadır. Üç uzman hakem, protokolleri kör olarak derecelendirdiğinde heteroseksüel grubu homoseksüel gruptan ayırt edememiştir. Ancak, en önemli değişim 1970’lerin sonlarında gerçekleşmiştir. Birçok kadın psikanalist kadın cinselliği hakkında birinci tekil şahısla konuşarak psikanalizde erkek merkezli yaklaşımın önyargısını düzeltirken, giderek artan sayıda homoseksüel psikanalist kendi kişisel ve kurumsal mahremiyetlerinden çıkmaya ve kendileri ile deneyimlerini paylaşmaya başlamıştır (Drescher, 1998; Isay, 1989; Magee ve Miller, 1996; Roughton, 2002).”

    20. yüzyılın ikinci yarısına kadar, transgender (cinsiyet değiştiren) sunumlar da genellikle patolojik olarak sınıflandırılıyordu. Ancak, cinsiyet azınlıklarına yönelik klinik yaklaşımda önemli revizyonlar yapılmış ve bu grupların tedavisiyle ilgili tartışmalar devam etmektedir (Drescher, Cohen-Kettenis, ve Reed, 2016; Giovanardi, 2017). DSM-5 (APA, 2013), doğumda atanan cinsiyet ile deneyimlenen ya da ifade edilen cinsiyet arasındaki farkı kabul etmektedir. DSM-IV’ün cinsiyet kimliği bozukluğu (CKB) tanısını, kişisel acıyı ifade eden bir durumu belirtmek için cinsiyet disforisi (CD) tanısıyla değiştirmiştir; bu, bir psikiyatrik bozukluk değil, bir kişisel acı durumunu ifade eder. Dahası, klinik odak noktasını disforiye, yani kimlikten bağımsız olarak yerleştirerek, CD tanısı, cinsiyet uyumsuzluğunun yol açabileceği sıkıntıyı yakalamayı başarmıştır. CKB’in aksine, CD, trans bireylerin tanıdan “çıkmalarına” olanak tanımaktadır. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin izlediği yolun ardından, Dünya Sağlık Örgütü de ICD-11’de CKB tanısını “cinsiyet uyumsuzluğu” olarak değiştirmiş ve bu durumu “ruhsal bozukluklar” kategorisinden “cinsel sağlıkla ilgili durumlar” kategorisine taşımıştır.

    LGBT + bireylerine karşı önyargılar ve damgalama

    LGBT+ bireylerine karşı olan damgalama o kadar derinlemesine kök salmıştır ki neredeyse herkes bunun ifadesine maruz kalmaktadır; bu, görünüşte zararsız alaylardan nefret söylemi ve nefret suçlarına kadar uzanabilir. Normatif olmayan cinsel kimliklere (yani, heteroseksüel olmayan kimlikler) dayanan damgalama ile normatif olmayan cinsiyet kimliklerine (yani, doğuştan gelen cinsiyetinde olmayan kimlikler) dayanan damgalamayı ayırt etmek faydalı olabilir.

    Homofobi terimi genellikle ilk tür damgalamayı, transfobi ise genellikle ikinci tür damgalamayı ifade etmek için kullanılır. Herek (2016) göre, bu terimler iki nedenden dolayı indirgemeci bir anlam taşır. İlk olarak, –fobi ekleri, esasen bireysel nedenlere odaklanmakta ve sosyal ile kültürel bileşenleri ihmal etmektedir. İkinci olarak, bu koşulların hiçbiri, bir nesneye ya da duruma karşı aşırı irrasyonel bir korku ile ilişkili psikopatolojik süreçlere dair bir kanıt göstermemektedir. Yaygın fobisi olan bireylerin aksine, LGBT+  bireylerine karşı hareket eden kişiler (1) olumsuz tepkilerini normal ve haklı görür, (2) tutumlarının sosyal işlevselliği tehlikeye atmadığını düşünür, (3) olumsuz tutumlarından dolayı sıkıntı hissetmez veya bunlardan kurtulma ihtiyacı hissetmez ve (4) bazen aktif bir tiksinme veya kasıtlı saldırganlıkla karakterize edilen davranışlar yanında kaçınma davranışları sergiler. Homofobi terimine alternatif olarak, cinsel damgalama ve cinsel önyargı; transfobi terimine alternatif olarak ise cinsiyet azınlığı damgalaması ve cinsiyet azınlığı önyargısı terimleri uygun olabilir. Unutulmamalıdır ki, damgalama sosyolojik bir yapıyken, önyargı psikolojik bir yapıdır (Herek, 2016).

    Cinsel ve cinsiyet azınlığına yönelik önyargılar derinlemesine kök salmış olduğundan, LGBT+  bireyleri de kendilerine karşı önyargılara sahip olabilirler, bu önyargılar daha fazla ya da daha az bilinçli olabilir. Bu önyargılar, LGBT+ bireylerinin kendilerine karşı üzüntüden kendinden nefret etmeye kadar değişen olumsuz duygular ve tutumlar geliştirmelerine yol açabilir. Bu olgu, içselleştirilmiş homofobi, içselleştirilmiş transfobi veya Herek’e (2016) göre, kendilik damgalaması (self-stigma) olarak adlandırılır. Kendilik damgalaması, toplumsal damgalamanın içselleştirilmesine dayanır: “Kendiliğe yönelik bir tür önyargı olup, kendilik kavramı toplumun damgalayıcı tepkileriyle uyumludur” (Herek, 2016, s. 398). Genellikle kendini kabul etme ve özsaygı eksikliği ile ilişkilidir ve kendini küçümseme, aşağılık, suçluluk ve utanç duyguları, kişinin kendi cinsel ve cinsiyet kimliklerini bütünleştirememe ve olumsuz stereotiplerle özdeşleşme (örneğin, LGBT+ olmanın yalnızlık ya da heteroseksüel bireylerin yaşadığı kadar tatmin edici bir hayatı asla yaşamamak anlamına geldiği inancı) şeklinde ifade edilebilir. Genellikle “doğru şeylere sahip olmama” duygusunu içerir ve sıkça, birinin ailesini hayal kırıklığına uğratma korkusu ile ilişkilidir. Bu tür duygular, normatif gelişimsel yolları, kişilik işlevselliğini ve kişilerarası ilişkileri tehlikeye atabilir. Kendilik damgalaması, psikolojik ve fiziksel iyilik hali üzerinde de olumsuz etkiler yapabilir ve kaygı, depresyon semptomları ve intihar düşüncelerine yol açabilir. Bu nedenle, kendilik damgalaması, birinin ailesini hayal kırıklığına uğratma korkusu ve toplumsal beklentileri karşılamama korkusuyla birlikte, onarıcı terapi taleplerinin temelini oluşturur (aşağıdaki “Cinsel yönelim değişikliği çabaları ve etrafındaki konular” başlığına bakınız).

    Kendilik damgalaması gösteren hastalar, savunma mekanizmalarına karşı artan bir bağımlılık sergileyebilirler. Terapistler, cinsel yönelimle ilgili savunmalar (örneğin, “Ben gay bir insan değilim, bu sadece hayatımın geçici bir evresi”) ile kendilik damgalamasıyla daha yakın ilişkili olan savunmaları (örneğin, “Gay olmaktan sorun duymuyorum, ama bunu özel bir mesele olarak görüyorum ve meslektaşlarımın bunu bilmesini istemiyorum”) ayırt etmenin faydalı olabileceğini düşünebilirler. Yüksek seviyelerde kendilik damgalaması, bir kişinin yaygın utanç ve suçluluk duyguları geliştirmesine ve bu duyguları savunmalar aracılığıyla ifade etmeye, bunun da semptomlar olarak ortaya çıkmasına ve birçok psikolojik kaynağın tükenmesine yol açabilir. Kendilik damgalaması nedeniyle yaşanan sıkıntı çok yüksek olduğunda çatışan zihinsel içerikler ayrıştırılabilir. Bu durumda, bu içerikler farklı “zihinsel çekmecelere” yerleştirilmiş gibi bilinçte farklı parçalara ayrılabilir, bu da iyilik hali üzerinde olumsuz etkiler yapar ve davranışsal, bilişsel ve duygusal süreçleri tehlikeye atabilir (Nardelli, Baiocco, Tanzilli, ve Lingiardi, 2019).

    Cinsiyet ve cinsel yönelim farklı yapılar olmasına rağmen, cinsel kimlikle ilgili bazı damgalama ile ilgili sorunlar cinsiyete özgüdür çünkü bu sorunlar, kültürel ve toplumsal beklentilere uymayan cinsiyet ifadelerine yöneliktir (örneğin, gay erkeklerin “hanım evladı” olarak adlandırılması). Dahası heteronormativite, erkeklerin kadınlara, kadınların ise erkeklere ilgi duyması gerektiğini savunur. Bu nedenle, LGB olarak büyüyen çocukların gelişiminde iki olgu ortaya çıkabilir: cinsiyet karmaşası ve cinsiyet stresi (Drescher, 1998). Cinsiyet karmaşası gösteren bir kişi, aynı cinsiyete olan çekimi cinsiyet stereotipleri kullanarak yorumlayabilir ve bu yorumlardan bazıları kendilik damgalaması içerebilir. Cinsiyet stresi, genellikle kişinin atanan cinsiyetine ilişkin kültürel ve toplumsal beklentileri karşılayamadığını hissetmesinden kaynaklanır. Bu tür stres uzun bir süre boyunca devam edebilir ve birçok LGB bireyi, aynı cinsiyete olan çekimlerini kimliklerine entegre etmeye çalışırken cinsiyet stresi yaşadıklarını hatırlamaktadır.

    Aşağıdaki kısa vaka örneğinde, Albert, çocukken okulda zorbalığa uğradığını ve diğer erkeklerin ona “hanım evladı” ve “ibne” gibi lakaplar taktığını hatırlıyor. Zamanla hem erkekler hem de kızlar tarafından dışlanmış. İlk yıl psikoterapiye başladığında, Albert, cinsiyet kimliğiyle ilgili kafa karışıklığına karşı giderek daha huzurlu olmaya başladı. Kendisine sürekli olarak “Sen bir kız değilsin! Bir kızla ilgilenmelisin! Sen bir erkeksin” diye söylediğini hatırladı. Ayrıca ailesinin, onun cinsiyetle uyumsuz davranışları konusunda endişelendiğini ve kendini “hatalı, doğru kimlik bilgileri olmayan biri” gibi hissettiğini belirtti; çünkü o, ailesinin istediği gibi olmamıştı. Birkaç ay sonra, Albert, bazı “kadınsı” yönlerini kabul etmeye başladı ve aynı cinsiyete yönelik çekimlerini cinsel kimliğine entegre etti, böylece daha bütünleşmiş bir kendilik duygusu kazandı. Terapisinin ikinci yılına girerken, büyük bir “dönüm noktası” yaşandı. Terapistine şunu söyledi:

    Odamı toparlarken yıllardır kullanmadığım bir çanta buldum. Ona baktım ve tüm akşam boyunca yanımda taşımaya karar verdim. Ne kadar mutlu oldum! Bunu size açıklayacak kelimelerim yok… Tamam, çantam bugün benimle kalıyor! […] Neden taşımayı bıraktığımı anladım: Tıpkı başkalarının önünde bacak bacak üstüne attığımda hemen eski haline getirdiğim gibi. Yani… her seferinde “kadınsı” hissettiğimde, daha “erkeksi” olmaya çalışıyordum. Eskiden utanırdım ama artık utanmıyorum. Bazen bacaklarımı açma isteği duyuyorum. Ama yapmıyorum. Ve bu iyi. Mutluyum. Bir adam olarak büyümeyi öğreniyor olduğum için çok mutluyum, ama ailemin istediği ‘adam’ gibi değil. “Erkeklik” diye bir şey olmadığını, “erkeklikler” olduğunu keşfetmek ne kadar rahatlatıcı.

    Azınlık Stresi

    Uluslararası bilim camiası, homoseksüelliğin insan cinselliğinin normal bir varyasyonu olduğunu ve cinsiyet kimliği bozukluğunun psikopatolojik çağrışımlardan kaçınmak için cinsiyet uyumsuzluğu olarak daha doğru bir şekilde çerçevelenmesi gerektiğini kabul etmekte (Drescher, Cohen-Kettenis, ve Reed, 2016), ancak LGBT bireyleri hala zorbalık ve diğer stresli ve travmatik deneyimlerle karşılaşmaktadır. Ayrıca, diğer azınlık gruplarından farklı olarak LGBT bireyleri her zaman aile veya okul desteğine güvenemeyebilirler ve bu nedenle çok özel bir azınlık stresi formuna maruz kalabilirler. Aksine, aile (veya okul bağlamı) ek bir stres kaynağı olabilir. Cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarına yönelik damgalama, kayıtsız hatta işbirlikçi olabilen sosyokültürel bir bağlamda meydana gelebilir. Ayrımcılık ve şiddet olayları, sadece doğrudan mağdurlar üzerinde değil, aynı zamanda bu tür olayların kendilerine de olabileceğini düşünmekten kaçamayan diğer bireyler üzerinde de çok güçlü bir duygusal etki yaratabilir.

    Azınlık stresi uzun vadeli etkiler yaratabilir ve genellikle birinin ilişkilerinin kalitesini etkiler. Ayrıca, partner şiddeti için bir risk faktörü oluşturur. Damgalama ile ilgili stresli veya travmatik deneyimler (örneğin, zorbalık, aile reddi, taciz) yaşam boyu ilişki zorluklarına yol açabilir (Lingiardi ve Nardelli, 2012). Dahası, damgalama ve öz-damgalama, yardım aramaya yönelik önemli bir engel oluşturabilir (örneğin, bir LGBT bireyi olarak, şiddet veya otoritelerden ve aile üyelerinden homofobik tepkiler görmeyi hak ettiğine inanmak gibi).

    Azınlık stresi, LGBT+  topluluklarında bile ortaya çıkabilir. Örneğin, bir lezbiyen kadın çok erkeksi olduğu için alay edilebilir ve bir gay erkek çok kadınsı olduğu için alay edilebilir. Bu bireyler, hem kendilerine hem de transgender bireylere hakaret olarak kullanılan “trans” gibi bir terimle çağrılabilirler, çünkü bu terim aşağılayıcı bir şekilde kullanılmaktadır. Bu dinamiklerin çoğu, cinsel ve cinsiyet kimliği ifadelerinin belirli türlerine karşı bir savunma mekanizması olarak saldırganla özdeşleşmeye dayanır.

    Ancak, azınlık stresi her zaman olumsuz sağlık sonuçlarına yol açmaz. Bu ilişki, tanınması ve pekiştirilmesi gereken önemli bir koruyucu faktör olan dayanıklılıkla modere edilir. Örneğin, bir danışan, stereotiplerle başa çıkmak, LGBT+ topluluğuna ait olmayı kabul etmek ve kendini LGBT+ olarak onaylamak zorunda kalabilir. Aşağıdaki vaka örneği, Lingiardi ve Giovanardi (2017, s. 696)’den alıntılanmış olup, LGBT+ topluluğunun desteği ve psikodinamik psikoterapinin, cinsiyet uyumsuzluğu ve madde bağımlılığı ile başa çıkmada nasıl faydalı olabileceğini kısaca göstermektedir:

    Maria, cinsiyet kimliği bozukluğunun çok erken yaşlarda başladığını her zaman belirtmiştir. Ancak, küçük bir kasabada ve muhafazakar bir aile ortamında büyüdüğü için erkek olarak kadınsılığıyla başa çıkmakta okul yıllarında zorlanmıştır. Kendi sözleriyle, “çok depresif bir erkek olarak” arkadaşsız ve flört etmeden yaşamak zorunda kalmış, ergenliğin sonlarına doğru ise geçici olarak esrar ve kokain kullanmıştır. Roma’ya üniversiteye gitmek için taşındığında, LGBT derneklerine giderek daha fazla katılmaya başlamıştır. 25 yaşında, LGBT grubundaki bir kıdemlinin tavsiyesi üzerine, cinsiyet kimliği bozukluğu ve bağımlılıkla başa çıkmak için uzun süreli bir psikodinamik psikoterapiye başlamıştır. Madde bağımlılığını başarıyla yenmiş ve farklı cinsiyet rollerini denemeye başlamıştır. Ardından, 30 yaşında geçiş sürecine başlamış ve bu süreç sonunda cinsiyet değişikliği ameliyatına  kadar ilerlemiştir.

    Homofobik/transfobik zorbalık

    Homofobik zorbalık terimi yaygın bir şekilde kullanılmakta olup, homofobik ve transfobik zorbalıkların görünümleri ve etkileri çok benzer olduğundan, burada her iki zorbalık türünü ifade etmek için homofobik zorbalık terimi kullanılacaktır. Homofobik zorbalık, mağdurların cinsiyetin alışılmadık ifadelerine veya gerçek ya da varsayılan homoseksüel yönelimlerine yöneltilen saldırıdır. Bazı durumlarda mağdurlar, ebeveynlerinin ya da akrabalarının açık bir şekilde lezbiyen, gay, biseksüel ya da trans olmalarından dolayı da taciz edilebilirler.

    Açıkça, homofobik zorbalık aynı zamanda heteroseksüel olarak büyüyen çocukları da etkileyebilir. Bununla birlikte, homofobik zorbalık LGBT+ bireyleri olarak büyüyen çocukları etkilediğinde, bu durum onların zaten karmaşık olan “açılma” süreçlerini daha da zorlaştırır çünkü homofobi nedeniyle yaşanan mağduriyet, mağdurların korkularını artırır ve kendilerini LGBT+ olarak ifade etmelerini engeller, bu da kendilik kabulünü tehlikeye atar. Homofobik zorbalığa uğrayan mağdurlar, okuldan ayrılma, stresle ilgili, travma sonrası ya da depresif bozukluklar geliştirme ve aşırı durumlarda intihar riski altındadır (Russell ve Horn, 2017).

    Homofobik zorbalığın, bir mağdurun zorbalığa uğrama riskini artıran birkaç özgün görünümü vardır:

    • Mağdurun, zorba ile karşılaştırıldığında daha aşağı bir pozisyonda olması — tüm zorbalık türlerinin yaygın bir özelliği — LGBT+ bireylerine yönelik sosyal damgalama ile daha da artar ve bu istismar, ergenlik bağlamlarında homofobi ve transfobi ifadeleriyle rezonansa girebilir.
    • Mağdur, yetişkinlerden yardım istemekte zorluk yaşayabilir çünkü bu, mağdurun cinselliğine dikkat çekmek anlamına gelir. Bu zorluk, kaygı, utanç ve heteroseksüellik ve kişinin atanan cinsiyetine ilişkin normlara uyum beklentilerini hayal kırıklığına uğratma korkusu ile ilişkilendirilebilir.
    • Mağdur, ya yardım edenin gay ya da trans olarak algılanma riski nedeniyle akranları arasında destek ve koruma bulmakta özel zorluk yaşayabilir (bu durumda, yardım eden de zorbalığa maruz kalabilir).
    • Mağdur, yaşadığı düşmanlık nedeniyle, öz-damgalamaya karşı bir savunma olarak cinsel ve cinsiyet azınlıklarına yönelik önyargı geliştirebilir. Zorbalar, “normal” olduklarını göstermek, geleneksel cinsiyet beklentilerine uyumu onaylamak ve kendi cinsiyet deneyimleri ve/veya aynı cinsiyete yönelik çekimle ilgili içsel çatışmalarını dışsallaştırmak için homofobik zorbalık yapabilirler.

    Homofobik zorbalığın sonuçlarıyla başa çıkarken mental sağlık profesyonelleri, LGBT+ bireylerinin, kendileri bunu inkar etse bile, akranları tarafından mağdur edilmiş olabileceğini göz önünde bulundurmalıdır. Kabul ve güven ortamıyla göze çarpan bir klinik ortam, travmatik anıların keşfi için önemlidir.

    Cinsel yönelim değişikliği çabaları ve etrafındaki konular

    Farklı hissetme deneyimleri bireyler arasında değişir ve terapistlerin, hastalarının cinsel yönelimlerine dair farkındalıklarını anlamaları klinik açıdan faydalı olabilir. Sand (2015) tarafından belirtildiği gibi, bu keşifle birlikte, heteroseksüel insanlara tanınan ayrıcalıklara erişimin hastaya reddedileceği farkındalığı nedeniyle melankoli eşlik edebilir. Bu melankoli, örneğin, heteroseksüelliğin “kaybı”nın eksik bir şekilde işlenmesi yoluyla devam edebilir ve kimlik entegrasyonuna karşı çalışabilir.

    Bazı bireyler cinsel yönelimleriyle mücadele eder ve bunu değiştirecek terapiler arayabilirler. Bu tür çabalar genellikle öz-damgalama ve heteroseksüellik idealiyle uyum sağlama toplumsal baskısıyla ilişkilidir. Dönüşüm terapileri veya onarıcı terapiler olarak adlandırılan bu cinsel yönelim değişikliği çabaları (SOCE) herhangi bir ampirik destekten yoksundur ve birçok çalışma, bu çabaların önemli zararlara yol açtığını bildirmiştir (Cornell Üniversitesi’ndeki Eşitsizlik Çalışmaları Merkezi’nin web sitesine bakınız: https://whatweknow.inequality.cornell.edu). Birçok ruh sağlığı derneği SOCE’ye karşı tutum bildirileri benimsemiş ve bazı ülkelerde bu müdahalelerin küçüklere uygulanması yasaklanmıştır.

    Yukarıda belirtildiği gibi, bazı profesyoneller homoseksüelliği “insan cinselliğinin normal bir varyantı” olarak görmemekte; bunun yerine, onu psikolojik bir bozukluk olarak ya da heteroseksüellikten “daha kötü” bir şey olarak kabul etmektedirler (bu durumda heterofili’den söz edebiliriz). Böyle bir tutum, potansiyel olarak zararlı müdahalelere yol açabilir; örneğin, hastaların kendi kendini damgalamasını daha da kötüleştirebilir veya onların geniş bir yelpazedeki deneyimlere erişimini engelleyebilir. Bazı klinik müdahaleler, doğrudan SOCE olmasa bile, önyargılar ve yetersiz bilgi tarafından etkilenebilir. Bu nedenle, SOCE ile diğer türdeki taraflı müdahaleler arasındaki sınırlar her zaman net değildir (Lingiardi, Nardelli, ve Drescher, 2015).

    Kesişen kimlikler ve çift azınlık statüsü

    Bir klinik görünüm, çatışan kimlikler arasındaki kesişimlerle daha karmaşık hale gelebilir. Yaygın bir örnek vermek gerekirse, cinsel veya cinsiyet azınlığına ait olan dini bireyler, inançlarıyla ilgili gerçek ve güçlü bir içsel çatışma yaşayabilirler ve bu çatışmanın sonuçları olarak iyilik halleri üzerinde olumsuz etkiler bildirebilirler. Bu bireyler için bu kimliklerden biriyle uyum sağlamak içsel çatışmayı kutuplaştırabilir ve pekiştirebilir. Bu tür hastalarla klinik çalışmalarda, çatışmanın her iki tarafının entegrasyonunu teşvik etmek ve onlara hem LGBT+ hem de inançlı hissetmelerini sağlayacak bir “üçüncü çözüm” aramak önemlidir. Bazı çalışmalar, kutsal kitap ve öğretilerin daha kişisel ve esnek bir şekilde yorumlanmasının öz-kabulü ve iyilik halini iyileştirebileceğini göstermiştir.

    Terapistlerin, danışanların çift azınlık statülerini tanımaları ve bu durumu ele almaları önemlidir, çünkü bu tür danışanlar hem LGBT+ kimlikleri hem de diğer damgalanmış özellikleri nedeniyle ayrımcılığa ve şiddete maruz kalabilirler. Ayrıca, danışanların ait oldukları topluluklar (etnik, dini, kurumsal vb.) LGBT+ üyelerine karşı damgalayıcı ve reddedici olabilir. Örneğin, bir mülteci lezbiyen, yaşlı bir gay erkek, bir Yahudi transgender kişi veya bir Müslüman gay erkeğin durumunu düşünün.

    Açılma (Coming Out)

    Heteroseksüellik genellikle doğumda tüm çocuklar için varsayılan bir özellik olarak kabul edilir. Bu nedenle heteronormativite, erken yaşta içselleştirilir ve bu durum, lezbiyen, gay veya biseksüel olarak büyüyen çocukların kendi cinsel yönelimlerini tanımalarını ve bunu kimlik düzeyinde entegre etmelerini zorlaştırabilir. Benzer şekilde, cinsiyet, biyolojik cinsiyet temelinde atanır. Bir kişinin atanan cinsiyeti cinsiyet kimliğiyle uyumsuz olduğunda, kişi CD nedeniyle sıkıntı yaşayabilir.


    Diğer azınlık gruplarının aksine, cinsel ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının üyeleri her zaman kendi ailelerinin kabulüne ve desteklemesine güvenemez. Aksine, daha önce de vurgulandığı gibi, aile ve okul tarafından reddedilme önemli düşmanlık ve acı kaynakları olabilir. Çocuklar, LGBT+ insanlarla ilgili terimleri, bu terimlerin gerçek anlamını anlamadan önce genellikle değersizleştirici veya hoş olmayan fikirler veya duygularla ilişkilendirirler. Birçok çalışma, gay veya lezbiyen gibi terimlerin öğrenciler tarafından hakaret olarak kullanıldığını bulmuştur.

    Lezbiyenler ve gay erkekler için açılma, hem bir süreç hem de bir eylemdir: Cinsel yönelimlerini gönüllü olarak açıklama eylemi için psikolojik olarak hazırlık yaptıkları bir süreçtir. Açılma süreci, LGB olarak büyüyen çocukların ilk aynı cinsiyetten çekimi hissetmeye başladığında başlar. Aynı cinsiyetten duydukları çekimi kimliklerine daha fazla entegre ettikçe, arzuları, duyguları, davranışları ve ilişkileriyle daha rahat hale gelirler. Bu noktada, başkalarına bunu açıklayabilirler—bu eylem, halk arasında “gardıroptan çıkmak” olarak adlandırılır. Yıllarca (veya ömür boyu) “gardıropta” kalan kişiler, genellikle aynı cinsiyetten duydukları çekimi kabul edilemez olarak kabul ederler ve genellikle paralel ve bölünmüş hayatlar yaşarlar (Nardelli, Baiocco, Tanzilli, ve Lingiardi, 2019).

    Açılmanın psikolojik bir maliyeti olabilir ve LGB bireyler bu maliyeti yaşamları boyunca sürekli olarak göz önünde bulundurmak zorundadır. Bazı çalışmalar, ergenlik döneminde en yakın arkadaşa açılmanın sosyal damgalama ve azınlık stresine karşı önemli bir koruyucu faktör olabileceğini göstermiştir. Ancak, bazen karar kısa bir zaman diliminde, heteronormatif iletişim içinde verilmek zorunda kalınır (örneğin, bir kadına otomatik olarak kocası hakkında soru sorulması veya bir erkeğe eşinin olup olmadığı sorulması gibi) ve bu durum kişiyi tahmin edilemeyen tepkilerle karşılaşma riskiyle karşı karşıya bırakır. Bu nedenle, açılma kararı genellikle psikolojik kaynaklar ve başa çıkma becerileri gerektirir. Ergenlerle yapılan klinik çalışmalarda açılma çok önemli bir konu olabilir. Ekonomik olarak ebeveynlerine bağımlı olan genç kadınlar veya genç erkekler evden atılma risklerini değerlendirmelidir. Öte yandan, açılma ve onun “hayaletleri” yeni bir homeostaz ve ebeveynler, arkadaşlar, öğretmenler ve meslektaşlarla daha otantik ve gelişmiş ilişkilerle takip edilebilir.

    Trans bireyler için durum oldukça farklıdır, çünkü destekleyici topluluklardan yoksun olabilirler. Bazen, LGB bireyler kendi önyargıları ve/veya cinsiyet uyumsuzluğuna karşı savunma mekanizmaları nedeniyle trans bireylere düşman olabilirler.

    Cinsiyet değişikliği müdahaleleriyle trans bireyler, cinsiyet kimliklerini başkalarının algıladığı cinsiyetle hizalayabilir. Zimman’a (2009) göre, bu durumlarda açılmak, bir kişinin cinsiyet kimliğini ifşa etmek anlamına gelmez; daha ziyade, bir cinsiyetten diğerine geçişle tanımlanan kişisel cinsiyet tarihini ifşa etmektir. Bu nedenle, iki tür açılmayı ayırt etmek faydalı olabilir: beyan ve açıklama. İlki, geçişten önce kullanılır ve trans kimliğini beyan etmeyi ifade eder; ikincisi ise geçişten sonra kullanılır ve cinsiyet tarihini kendiliğinden açıklamayı ifade eder.

    Genel olarak, hem cinsel hem de cinsiyet azınlıkları için açılmak gelişimsel bir deneyimdir. Ancak birçok durumda sorunlu veya zorlayıcı olabilir. Klinik çalışmalarda, terapistler her zaman danışanları için açılmanın kişisel anlamını, danışanlarının daha önceki deneyimlerini ve yakın gelecekte bunun nasıl olacağına dair hayallerini ve zihinsel temsillerini dikkate almalıdır.

    Klinik çalışanlarının kendilerini açması üzerine düşünceler

    Geçmişte, klinik çalışanlarının danışanlarına kendilerini açması önerilmezdi. Ancak, artık böyle bir kendini açmanın terapötik faydaları olabileceği kabul edilmektedir. Kendini açma meselesi, burada tamamen tartışılamayacak kadar karmaşık bir konu olsa da bu bölümde sadece bazı düşünceler sunulması amaçlanmaktadır.

    Cinsel ya da cinsiyet kimliği ve diğer birçok konuda kendini açıp açmama kararı hem spontan hem de planlı olmalıdır. Klinik çalışanlar, özel hayatlarına dair ipuçları bırakmadıklarını safça düşünmemelidir ve kendi cinsel ve cinsiyet kimliklerini gizlemenin, bu kimlikleri taşıyan bir terapisti fark eden danışanlar üzerinde bilişsel ve duygusal uyumsuzluk yaratabileceğini göz ardı edemezler.

    Kendini açma kararı ilişkisel bir konu olsa da klinik çalışanlar bu kararın terapötik olmasını sağlamak için her türlü çabayı göstermelidir. Klinik çalışanların, bu kararın arkasındaki dürtüleri ve hedefleri anlaması temel bir öneme sahiptir —bu kararın terapötik ilişki için faydalı olup olmadığı ya da klinik çalışanın bir ihtiyacından kaynaklanıp kaynaklanmadığı—ve neden ve ne zaman danışan tarafından ortaya çıkarıldığı, hangi gerekçelerle alındığı da önemlidir. Son olarak, klinik çalışanları, kendi cinsel ve toplumsal cinsiyet kimliklerini ifade etme konusundaki isteksizliklerinin, özellikle danışanın belirli soruları veya ipuçlarından kaynaklanıyorsa, çözülmemiş endişelere, utanca veya mahcubiyet duygusuna işaret edebileceğinin farkında olmalıdır.

    LGBT+ Danışanlar ve Çocukları

    Birçok ülkedeki son sosyal ve yasal değişiklikler, LGBT+’lerin kendiliğe ve ötekilere dair temsillerini derinden değiştirmiştir ve buna karşılık, terapötik alanda ele alınan birçok konu da değişmiştir. On yıl önce, cinsel ya da cinsiyet kimliğini gizleme ve saklama ile ilgili kaygılar daha yaygındı. Bugün, danışmanlık odalarımızda, LGBT danışanlar aynı zamanda aşk, ebeveynlik ve aile projeleri hakkında hikayeler anlatmaktadır.

    Önceden, birçok lezbiyen ve gay ebeveyn, heteroseksüel ilişkilerde çocuk sahibi olmuşken, giderek daha fazla sayıda aynı cinsiyetten çift şimdi çocuk sahibi olmayı tercih etmektedir. Her ülkenin bu konuya dair kendi yasaları vardır. Bazı ülkelerde, LGBT+ ve heteroseksüel ebeveynler eşit haklara sahipken diğer bazı ülkelerde LGBT+ bireylerin ebeveynliği (evlat edinme dahil) yasaklanmıştır. LGBT+ bireylerin çocuk büyütme bağlamındaki sosyal ve hukuki durumları, onların günlük yaşamları ve güvenlik duyguları üzerinde önemli bir etki yapmaktadır ve aynı zamanda LGBT+ ebeveynliğine dair daha geniş zihinsel temsilleri de etkilemektedir (Campion, Morrissey ve Drazen, 2015).

    Yasal engellerle karşılaşmanın yanı sıra, LGBT+ bireyler ebeveynlik becerileri veya çocuğun menfaatleri konusunda önyargılarla karşılaşabilirler. En yaygın önyargılar, aynı cinsiyetten ebeveynlerin oluşturduğu ailelerde anne/baba ve anne-baba işlevleri arasındaki ayrımın olmamasıyla ilgilidir; bunun, aynı cinsiyetten ebeveynlere sahip bir çocuğun kendi cinsiyet kimliğini ve cinsel yönelimini geliştirmekte zorluk yaşayacağına dair bir inançtan kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu önyargılar, yıllarca süren titiz ampirik araştırmalarla ele alınmıştır (Baiocco ve ark., 2015). Bu araştırmaların sonuçları, Amerikan Psikanaliz Derneği’nin (2012) aşağıdaki açıklamasında özetlenmiştir:

    [. . .] Birikmiş kanıtlar, çocukların ulaşacağı sonuçlar ve refahı için önemli olan aile faktörlerinin, aile süreçleri ve etkileşimlerin kalitesi olduğunu göstermektedir. Bir bireyin ya da ailenin bu ebeveynlik nitelikleri açısından değerlendirilmesi, gerçek ya da algılanan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya cinsiyet ifadesi hakkında önyargısız olmalıdır. Bir ebeveynin cinsel yöneliminin veya cinsiyet kimliğinin çocuğun gelişimini olumsuz etkileyeceğine dair güvenilir bir kanıt yoktur. APsaA, bireylerin biyolojik, yasal, bakım, evlat edinen veya biyolojik ebeveyn olarak hakları konusunda gerçek veya algılanan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği veya cinsiyet ifadesine dayalı herhangi bir ayrımcılığı reddeder. Çocuklar, ebeveynleriyle olan ilişkilerinin istikrarlı ve yasal olarak tanındığını bilmeye hak sahibidirler. [. . .]

    Kendi pozisyonlarını LGBT+ ebeveynler ve çocuklarının refahı konusunda işlemek için klinik çalışanlar, bu alandaki araştırmalar ve klinik anlatılar hakkında bilgilendirilmeli ve güncel olmalıdır ve bu şekilde danışanlarına saygılı ve empatik bir dinleme sağlanmalıdır. Ayrıca sağlık profesyonelleri, LGBT+ ebeveynlerle klinik bağlamlarda karşılaşabilecekleri özel sorunlara hazırlıklı olmalıdır. Örneğin, çocuk sahibi olma güçlüğüyle ilgili bir çaresizlik hissi, LGBT+ olmanın getirdiği yetersizlik duyguları, sıradışı bir aile bağlamında çocuk büyütme korkusu ve çocuğun biyolojik ebeveynine karşı kıskançlık veya haset gibi konulara dair hazırlanmış olmaları gerekmektedir.

    Son bir örnek olarak, bir lezbiyen anneden alınan şu hikaye, bu meseleleri örneklemek açısından faydalı olabilir:

    Evlat edinilen çocukların bile “ikiden fazla” ebeveyni vardır: biyolojik ebeveynleri ve “manevi” ebeveynleri, yani “gerçek” olanlar! Tıpkı bir gün evlat edinen bir annenin çocuğuna biyolojik ancak “yok” olan ebeveynlerinden bahsedeceği ve onların bebeklerine neden bakamadığını ya da bakmak istemediğini anlamasına yardımcı olması gerektiği gibi, ben de kızıma “yok” olan bir ebeveyni, yani “biyolojik babasını” anlatacağım. O, çocuğunu terk eden bir adam değil, bana ve diğer annesine – açıkça söylemek gerekirse – sevgi ve arzuyla dolu bir projeyi hayata geçirmemizde yardımcı olan bir beyefendi.

    Psikoterapistlerin donör anneler veya taşıyıcı annelerle ilgili önyargılarını fark etmeleri önemlidir. Böylece, sosyal ebeveynlerle birlikte, göz ardı edilmemesi gereken; aksine ifade edilip işlenmesi gereken üzüntüleri, kaygıları, yansıtma mekanizmalarını ve korkuları anlayabilirler. Sonuçta, her ailenin anlatacak kendi hikâyesi vardır.

    Bu bölümde ele alınan karmaşıklıkların farkında olmak, terapistleri LGBT+ danışanlarla çalışırken sosyal damgalama, içselleştirilmiş homofobi ve kesişen kimlikler gibi konularla ilişkili psikodinamikleri daha iyi değerlendirme konusunda donanımlı hale getirebilir. Terapistler, LGBT+ kimliğine sahip bireyler için belirli bir müdahale seti uygulamak yerine, bu farkındalığı danışanın benzersiz bireysel durumu ve ihtiyaçlarını anlamada ve bunlara yanıt vermede bir rehber olarak kullanabilir; tıpkı iyi yürütülen herhangi bir psikodinamik terapide olduğu gibi.

  • Terapötik Mentorluk: Psikoterapinin Psikodinamik Olarak Bilgilendirilmiş Toplumsal Katılım ile Genişletilmesi (27. Bölüm)

    Frank Sacco Jr, James Higginbotham, Charles A. Granoff ve Frank C. Sacco

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 27. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Bazen psikoterapi tek başına anlamlı değişiklikler yaratmak için yeterli olmayabilir. Hızla ilerleyen riskli davranışlar ya da sosyal çöküş yaşayan danışanlar, terapötik hedeflerine ulaşabilmek ve daha büyük bir öz yeterlilik geliştirebilmek için ek, resmi müdahaleye ihtiyaç duyabilir. Bu durum özellikle destek sistemleri zayıflamış bireyler için geçerli olabilir. Terapötik mentorluk (TM), psikodinamik ilkelere dayalı, güvenli bir ilişki üzerine kurulu olarak, psikoterapinin bu tür danışanlara ulaşmasını sağlayan yenilikçi bir yöntemdir ve koordine edilmiş bir terapist-mentor ortaklığı yoluyla  topluluk temelli yoğun  destek sunar. TM, 2012 yılında Massachusetts Medicaid Programı’nın bir parçası olarak, Rosie D. karşı Romney (daha fazla bilgi için, www.rosied.org) davası sonrası başlamıştır. Dava,  evdeki destek  eksikliği nedeniyle ergenlik dönemindeki çocukları yatılı bakıma alınan ebeveynler tarafından açılmıştır. Argüman, eyaletin federal bir sivil haklar yasası olan Başlık IX kapsamındaki EPSDT (Erken Dönem Periyodik Tarama, Teşhis ve Tedavi; bkz: http://www.mass.gov/eohhs/consumer/insurance/cbhi/) standardını ihlal ettiği yönündeydi. Çözüm, Massachusetts’te CBHI (Çocuk Davranışsal Sağlık Girişimi) olarak adlandırılmaktadır. TM, CBHI kapsamında sunulan dört hizmetten biridir; kliniğimiz TM hizmetiyle yaklaşık 300 aileye hizmet vermektedir. TM’nin Massachusetts’e nasıl geldiğine ve nasıl uygulandığına dair detaylı bir açıklama başka bir kaynakta bulunabilir (Desmarais, Sacco-Dion, Sacco ve Decoteau, 2014; Sacco, Pike ve Bourque, 2014; Twemlow ve Sacco, 2012).

    Bu bölüm, TM’nin genel bir özetini sunarak, bu yaklaşımın standart psikoterapi pratiğini nasıl güçlendirebileceğini ve diğer kliniklerin ve programların benzer çabalar başlatmayı düşünmelerini nasıl sağlayabileceğini açıklamaktadır. Klinisyenlerin bu güçlü tekniği nasıl kullanabileceğine dair teorik temel özetlenecek ve TM’nin uygulamasını gösteren üç vaka sunulacaktır.

    Terapötik Mentorluk Nedir?

    TM, genellikle evde veya okulda sağlanan uzun vadeliklinik dışı psikoterapiye ek olarak tasarlanmış, 14 ila 18 ay süren özel bir topluluk programıdır. TM, psikoterapinin günlük topluluk yaşamındaki etkileşimine bir uzantı olarak işlev görür. Danışan, terapistin ve terapiye bir eylem bileşeni ekleyen terapötik mentorun koordine edilmiş çalışmalarından faydalanır. Mentorluk, psikoterapiyi desteklemek amacıyla tasarlanmış olup, gencin bakım verenine aktiviteleri yapılandırma konusunda yardımcı olur.

    Terapötik mentor, ebeveyn, daha büyük bir kardeş veya bir teyze/amca gibi akrabalık yapılarının yerine geçen bir rol model olarak hareket eder. Terapist ve mentor arasındaki ortaklık, danışan için bir tutma ortamı (holding environment) (Winnicott, 1965) işlevi görerek güvenlik ve kabul hissi sağlar. Bu ortam, danışanın terapi ofisinin ötesinde yeni düşünme ve ilişki kurma biçimlerini kolaylaştırır. Mentor ve mentorluk alan arasında aktarım benzeri bir ilişki gelişir; bu ilişki, gencin toplum içindeki aktiviteleri sırasında güvenlik duygusunu korumasına yardımcı olacak bir kapsayıcılık sunar. Böylece, genç birey risk alarak sosyal becerilerini geliştirme ve uygulama fırsatı bulur. Mentor, olumlu bir bağlanma oluşturup ve zihinselleştirilmiş bir bakış açısını modelleyerek (Fonagy, 2008; Fonagy, Gyorgy, Jurist ve Target, 2002), aynı zamanda genç bireyin kendi üzerine düşünme becerisinin gelişimini de destekler.

    Zihinselleştirme TM’nin temel bir yönüdür. Zihinselleştirme (Fonagy, 2008; ayrıca bkz. Bölüm 2: Günümüz Psikodinamik Psikoterapisinde Dönüşümlü İlişki Örüntüleri ile Çalışmak), çeşitli ortamlar içinde sosyal ipuçlarını okuma kapasitesinin gelişimini içerir. Bu, kişinin kendi üzerine düşünme sürecidir ve güvenli ve emniyette hissetmenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Zihinselleştirme, güvenli ve destekleyici bir terapötik ilişki aracılığıyla sağlandığında, birey sosyal ipuçlarına daha uygun şekilde yanıt verme yetisini geliştirir. Ancak, zihinselleştirme durağan bir süreç değildir ve herhangi bir nedenle kesintiye uğradığında bireyin sosyal ipuçlarını okuma becerisi zayıflar. Bu bozulma süreklilik kazanarak rahatsız edici bir semptom örüntüsüne dönüştüğünde terapötik mentor devreye girerek gencin sosyal ipuçlarını öngörmesine ve fark etmesine yardımcı olur. Örneğin, mentor, danışanla diğer insanların davranışlarının olası anlamları hakkında kısa eğitimsel sohbetler yapabilir. Bu sayede genç bireyin sosyal ipuçlarını okuması, psikolojik durumları çıkarsaması ve zihnin karmaşıklığını kavraması desteklenir. Winner (2007), otizm spektrumundaki gençlere yardım etmek için bu yaklaşımı kullanarak bunu perspektif oluşturma olarak adlandırmaktadır. Zamanla, terapist ve mentor arasındaki işbirliği sayesinde mentorun danışanı anlama biçimiyle şekillenen bu tür sohbetler, danışanın toplumsal hayata katılımı sırasında zihinselleştirmeyi canlı olarak uygulamasına olanak tanıyarak terapinin zihinselleştirmeyi yeniden kazandırma çabalarını güçlendirir. Ayrıca, terapötik mentorun sağladığı güvenlik ve destek, bu perspektif geliştirme sohbetlerinin zihinselleştirmeyi yeniden kazandırmadaki etkisini artırır.

    Terapötik Mentorluk Yapısı

    TM şu temel öğelerden oluşur:

    1. Yönlendirme: TM’ye yapılan tüm yönlendirmeler bir terapi merkezi gibi bir ayakta tedavi ruh sağlığı merkezinden gelir (yani, birincil yönlendirme terapist tarafından yapılır). Aşağıda tanımladığımız vakalarda, merkez, psikoterapi sağlayan ve başka bir programa yönlendiren bir klinikti)
    1. Terapötik Mentor: Lisans veya lise düzeyinde eğitime sahip ve çocuklar veya ergenlerle çalışmada en az 2 yıl deneyimi olan bir birey.
    1. TM Süpervizörü: Tüm terapötik mentorlar, haftalık olarak, danışanın birincil terapisti olmayan bir yüksek lisans düzeyinde klinisyenden süpervizyon alır. Terapistler de haftalık olarak farklı bir süpervizörden destek alır. Terapötik mentor ve terapist, birlikte haftalık konsültasyonlar yaparak, işbirlikçi bir yaklaşımla ilerlerler.
    1. Ofis tabanlı bireysel psikoterapi veya aile terapisi için bir saat ve topluluk içinde haftada 4 saate kadar mentorluk.

    TM hizmetlerinin ve kullanımının birincil hedef kitlesi, daha düşük sosyoekonomik statüye sahip kişilerden oluşan devlet destekli sağlık hizmetleri alan bireylerdir; ancak, bu yaklaşımın diğer popülasyonlar arasında da geniş bir uygulanabilirliği olduğu iddia edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, TM, bir terapist liderliğindeki bir klinisyen ekibi tarafından, ailenin içinde tek bir problemi hedef alarak yürütülür. Terapist, bireysel veya tercihen aile terapisi yapan yüksek lisans düzeyinde bir klinisyendir ve  ekibin lideridir. Terapötik mentor ise her bir danışan için haftada 3-4 saat boyunca toplulukta etkinliklerde bulunarak, danışanın psikoterapisinde gerçekleşen çalışmaları destekler ve pekiştirir ama bu kesinlikle bu terapideki çalışmaların aynısını tekrarlamak değildir.

    Terapist ile mentor arasında haftalık konsültasyon ve mentorun haftalık süpervizyon alması gereklidir. TM’deki etkinliklerin seçimi, terapist ile mentor arasındaki iletişim yoluyla belirlenir; bu da TM’yi Big Brother/Big Sister ve eğlence programları gibi yapısız etkinliklerinden ayırır. Mentor ve terapist arasındaki koordinasyon, bu müdahaleye güç veren faktördür. Terapist ile yapılan konsültasyon, mentorun danışanın zorluklarının altında yatan dinamikleri daha iyi anlamasına yardımcı olur ve her danışanın özgün durumuna göre  ilişki güvenliği ve restoratif zihinselleştirmeyi teşvik etmek için yollar oluşturur. Ayrıca, mentor, danışanın toplulukla etkileşimdeki başarıları ve/veya geri adımları hakkında terapiste geri bildirimde bulunur. Bu işbirliği, terapötik hedeflerin danışanın daha geniş destek sistemi içinde pekiştirilmesini de sağlayabilir. Örneğin, mentor ve terapist, bir ebeveynle birlikte, olumlu davranışları pekiştirmek ve danışanın uyumsuz davranışlarını azaltmak için yollar tasarlayabilir; bu, mentorun tüm TM etkinlikleri sırasında danışanla yoğun bir şekilde birebir zaman geçirmesiyle daha da desteklenir. Müdahalelerin etkili olması için terapistler ve mentorlar için net roller gereklidir. Terapistin rolü, bir ortopedi cerrahının rolüne benzerken mentorun rolü, bir fizyoterapistin rolüne benzer. Her biri kendi rolünde kalmalı, iletişim kurmalı ve danışan ile danışanın bakım veren kişisiyle aynı hedefler doğrultusunda aktif bir şekilde çalışmalıdır.

    Terapötik Mentorun Hedefleri

    Danışanın durumunu çevreleyen koşullar ne olursa olsun, terapötik mentörlükle müdahale yollarını keşfetmenin temel ilkeleri değişmez: Güvenlik, destek ve anlayış koşullarını oluşturmak. Bu nedenle TM, uzun süreli intihar eğilimi ve psikotik davranışlar sergileyen biriyle de, destekleyici olmayan bir okul ortamında dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan 10 yaşındaki bir çocukla da benzer şekilde uygulanabilir. Terapötik mentorun ilk hedefi, çocuğun veya bireyin dünyasının nasıl olmasını istediğini anlamaktır. Ardından TM, terapistle birlikte çalışarak bu hedeflere ulaşmanın önündeki engelleri belirlemeye çalışır. Mentorun temel yaklaşımı, danışanın öz yeterliliğini (self-efficacy) desteklemektir. Bu nedenle mentor, terapist ve diğer bakım verenlerle işbirliği yaparak danışanın dış etkenler tarafından sınırlanmak yerine kendi dünyasını nasıl şekillendirebildiğini görebileceği aktiviteler tasarlar. Bu gelişim, birkaç hafta veya ay süren keşif, deneme-yanılma sürecini içerir. İlerleyen bölümlerde, çeşitli vakalarda işe yarayan içgörüler ve müdahale stratejileri üzerinde durulacaktır.

    TM’nin temel unsuru, danışanın değişen ihtiyaçlarına, zorluklarına ve hedeflerine uyum sağlayabilecek esnekliktir. Terapötik hedeflere yönelik ilerleme; artan mentalizasyon becerileri, gelişmiş öz yeterlilik ve öz saygı, azalmış stres düzeyi gibi göstergelerle değerlendirilir. Ayrıca müdahalenin danışanın günlük yaşamına, okul, aile veya gönüllülük faaliyetleri gibi sosyal sistemlerdeki işleyişine etkisi de dikkate alınır. TM sürecinde kesin ve sabit bir başarı kriteri yoktur; her danışan için hedefler bireyselleştirilir. Mentor, terapi sürecinde konuşulanları danışanın hayatındaki eyleme dönüştüren bir köprü görevi görür.Terapistler, mentordan gelen geri bildirimleri kullanarak kendi müdahalelerini kalibre eder ve aile içinde içsel güçlerin geliştirilmesine katkıda bulunurlar. Bu süreç sonunda yetişkinleri, bir çocuğun veya ergenin zayıf yönleri yerine güçlü yönlerine ve terapötik başarılarına odaklanmak üzere hazırlar.

    Terapötik mentorun bir müfredat sunabilen ama genç bir terapist olmaktan kaçınan deneyimli bir gençlik çalışanına çok benzediğini vurgulamak önemlidir. Bu nedenle, mentorun faaliyetleri ilişkisel güvenliği ve iyileştirici zihinselleştirmeyi desteklerken, danışanın çatışmalarının, travmalarının veya içsel temsillerinin içeriğine derinlemesine girmekten kaçınır. Terapist veya mentor kendi rolünden saparsa, hem terapi hem de terapötik mentorluk sürecinin etkisi zayıflar; ekip üyeleri arasında bir güç mücadelesi veya üçgenleme (triangulation) ortaya çıkar ve bu da ilerlemeye kaçınılmaz olarak engel olur.

    Mentor, danışanın sıklıkla öngörülemez veya ürkütücü bulduğu sosyal ortamında koruma, destek ve motivasyon sağlar. TM’den en çok fayda gören vakalar, genellikle sosyal izolasyon, kurallara uymama, saldırgan patlamalar veya kendine zarar verme davranışları sergileyen bireylerdir. Böyle özellikler genellikle danışanın kontrolü kaybettiği hissini yansıtır ve pekiştirir. Bu nedenle, mentorun bakım veren, ebeveyn ve danışan ile yakın çalışarak danışanın kendi dünyası üzerinde kontrol sahibi olduğu hissini yaşamasını sağlayacak deneyimler tasarlaması önemlidir. Bu süreç, danışanın topluluk içindeki faaliyetlerde başarı deneyimleri yaşamasına katkıda bulunarak zamanla daha geniş bir kişisel yeterlilik duygusuna dönüşebilir.

    TM sürecinde sosyal beceri gelişimi, psikoterapiden elde edilen anlayışla uyumlu şekilde ilerler. Mentorlar ayrıca danışanın kendine güvenini ve öz saygısını geliştirmek için çeşitli etkinlikler düzenler. Bunlar arasında şunlar yer alabilir:

    1. Gönüllü faaliyetlerde bulunma (örneğin, aşevlerinde veya hayvan barınaklarında çalışmak – terapötik mentorun bire bir gözetiminde).
    2. İleri düzey spor liglerine katılım sağlama.
    3. Danışanın ilgi alanlarını keşfetmesini teşvik etme (örneğin, üniversite veya mesleki eğitim programlarına ziyaretler düzenleme).
    4. Okul sonrası programlara katılımı destekleme (örneğin, Boys and Girls Clubs, YMCA gibi kurumlarda etkinliklere katılma).

    Amaç, danışanın ilgi alanlarını keşfederken, onun sosyal becerilerini ve bakış açısını geliştirmesini sağlamak ve böylece TM programından mezun olduktan sonra topluma uyumlu ve anlamlı bir şekilde katılabilmesini desteklemektir.

    TM’nin zaman açısından yoğun olması bu programın önemli bir yönüdür. Bu, haftada 3-4 saatlik bir süreyi kapsar ve bu süre zarfında terapötik mentor, kontrolü kaybetmiş ve desteklenmediğini hisseden bir birey için zorlu ve belki de biraz korkutucu deneyimleri anlama görevini üstlenir. Terapötik mentor, terapötik tutma ortamının bir uzantısı olarak, danışanla adım adım ilerleyerek ona model olur ve destek sağlar. Bu süreçte danışanın anksiyete yaratan durumlarla yüzleşirken sergilediği içsel gücü, mentor tarafından gözlemlenir, üzerine düşünülür ve sürekli geri bildirim verilir. Zamanla, bu süreç danışanınkorkulan durumlaraduyarsızlaşmasına (desensitization), ustalık hissinin artmasına ve daha sağlam bir kendilik algısı geliştirmesine yardımcı olur. Bu yaklaşım, özellikle ebeveyn desteği zayıf olan ya da aşırı yoğun tek ebeveynle büyüyen bu yüzden gelişimine dair ihtiyaç duyduğu geri bildirimi alamayan ergenler için son derece faydalıdır.

    Terapistin Rolü

    TM müdahalesinde terapist, vakadan sorumlu koçtur; terapötik mentor ise sahada doğrudan danışanla çalışan ve terapiste ve bakım veren kişiye topluluk içindeki gelişmeleri aktaran kişidir. Terapist, terapötik mentorun geri bildirimlerine sürekli dikkat etmeli, her hafta terapötik mentor, bakım veren ve danışan ile görüşerek herkesin mantıklı bulduğu hedeflere ulaşmak için atılacak adımları değerlendirmelidir.

    Terapist, tüm iletişimlerden sorumludur ve mentorun terapötik hedefler ve görevler çerçevesinde hareket etmesine yardımcı olmalıdır. Toplum içinde 3-4 saat çalışırken çatışmaları çözmeye, ebeveyn saldırganlığıyla yüzleşmeye, kardeş kavgalarını ayırmaya ve benzeri durumlara müdahale etmeye yönelik eğilim yüksektir. Terapist, bu tür meseleleri terapi oturumlarında ele alarak süreci yönetmelidir. Çünkü mentorun çok belirli bir rolü vardır ve bu rol, terapistin danışana verdiği mesajlarla uyum içinde yönlendirilmelidir. Terapist, hedefleri belirlemek, bu hedefleri gerçekleştirmek, genel müdahaleyi tasarlamak ve danışanın çatışmaları, travmaları ve gelişimsel ihtiyaçlarıyla ilgili birincil psikolojik müdahaleyi sağlamakla sorumludur.

     

    Terapötik Mentorlukta Yaygın Altı Hata

    Tıpkı diğer terapötik süreçlerde olduğu gibi TM’de de hatalar meydana gelebilir ve bazıları ciddi sonuçlar doğurabilir. Aşağıda, TM’de yaygın olarak karşılaşılan altı hata özetlenmiştir. Bu hataların önlenmesi, danışan için daha yararlı bir deneyim yaratmaya yardımcı olabilir.

    Üçgenleme (Triangulation)

    Üçgenleme, danışanın ebeveynlerden, terapistten, çocuk refahı çalışanlarından, mahkemeden veya okuldan çelişkili mesajlar almasıyla oluşur. Bu durum danışanda kafa karışıklığı yaratır ve sıklıkla danışanın hayatındaki farklı kişiler arasında çatışmalara yol açarak TM’nin etkinliğini ciddi şekilde azaltır. Birçok TM danışanı, bölme ve yansıtmalı özdeşim gibi ilkel savunma mekanizmaları ile mücadele eder. Bu mekanizmalar, ekip üyeleri ve destek sistemleri arasında karmaşık dinamiklerin oluşmasına neden olabilir (Kernberg, 1984). TM’de klinik süpervizyonun önemli bir yönü, danışan ile ilgili tüm yaklaşımların ve iletişimlerin tutarlı olmasını sağlamak, danışanın savunma yapısına, aile sistemindeki zorluklara veya tedavi ekibi içindeki anlaşmazlıklara bağlı olarak ortaya çıkabilecek sapmalara karşı dikkatli olmaktır.

    Sınırları Belirleyememek

    Sınırların korunması, TM’nin etkisini sürdürebilmesi için kritik öneme sahiptir. Mentor, terapistin sürekli takip ettiği ve öneriler sunduğu bir programı olan öğretmen gibidir. Terapist olmak için eğitim gören bazı terapötik mentorlar kendi seanslarında terapi yapmaya çalışabilir. Bu, deneyimsiz bir mentorun danışanın travmatik anılarını ya da aile dinamiklerini keşfetmesine neden olabilir ve toplum içindeki etkileşim, davranışsal eylem ve sosyalleşme gibi temel hedeflerden sapmasına yol açabilir. Topluluk içinde sosyal etkileşimi teşvik etmek ve danışan için yeni deneyimler oluşturmak, danışanın güvenlik hissini artırarak paylaşmaya henüz hazır olmadığı içsel çatışmalarını terapide ifade edebilmesine yardımcı olabilir. Bu nedenle terapist, mentorun haftalık faaliyetlerinden ve danışanın bu faaliyetlere karşı duygusal ve davranışsal tepkilerinden haberdar olmalı, sınırların korunmasını sağlamalıdır.

    Güvenli Olmayan Etkinlikler

    Planlanan her etkinliğin bakım veren ve terapist tarafından onaylanması zorunludur. Mentorlar, danışanın sosyal engellerini kaldırmaya çalışırken, bunu yalnızca önceden planlanmış, güvenli ve faydalı etkinliklerle yapmalıdır. Bu noktada güvenlik yalnızca fiziksel anlamda değil, aynı zamanda danışanın kendine güvenini artıracak psikolojik güvenlik açısından da değerlendirilmelidir. Tekrarlanan ve güvensiz hissettiren etkinlikler danışanın ilerlemesini olumsuz etkileyebilir.

    Kötü İletişim

    TM sürecinde karşılaşılan zorlukların temelinde ekip içindeki iletişim eksikliği yatabilir. Mentorlar ve terapistler, danışana karşı empatik bağ kurmada rekabet edebilir, bu da güç mücadelelerine yol açabilir. Ayrıca, bilinçdışı bir şekilde mağdur, zorba veya seyirci gibi terapötik olmayan rollere girme riski de vardır. Terapist mentorla düzenli görüşmeler yapmazsa ya da mentor kendi hatalarını saklamaya çalışırsa, mentor-terapist ekibi çöker ve iletişim sorunları, suçlamalar ve etkisiz bir işleyiş ortaya çıkar. Bu nedenle haftalık konsültasyonlar kesinlikle gereklidir. Ayrıca, terapistin mentorun geri bildirimlerine ve müdahalelerine dikkat etmesi çok önemlidir. Danışan, mentor ve terapistin birbirine bağlı bir ekip olarak çalıştığını gördüğünde, her birinin farklı rollerini anlamlandırarak, bu figürleri zihinselleştirme becerisi geliştirecek şekilde kullanabilir. Terapide geliştirilen zihinselleştirme becerisi, danışanın mentoru ile birlikte dünyadaki eylemlerini değerlendirerek toplulukta da pratiğe dökülür.

    Tutarsızlık

    Tutarsızlık, TM’nin etkili bir şekilde uygulanmasını tehdit eden en büyük risklerden biridir. Danışanlar, TM aktivitelerinin düzenliliğine güvenmektedir. Danışanın programının bozulması, öngörülemezlik ve güven eksikliği yaratır ve bu durum TM ilişkisini olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle, bir danışan için optimal bir aktivite programı belirlendikten sonra, mentor bu programı danışanın yetkinliğini ve öz yeterliliğini geliştirmek için aynı zamanda danışanın zamanını ve hassasiyetlerini dikkate alarak sürdürmeye çalışır. Bu, özellikle uzun süreli ciddi ruhsal hastalıklar veya gelişimsel engelleri olan kişiler için son derece önemlidir.

    Fazla Söz Verip Az Şey Sunmak

    Danışanda yüksek beklentiler oluşturup bunları yerine getirmemek güveni ciddi şekilde zedeleyebilir. Mentor gerçekçi beklentiler oluşturmalı ve bunları güvenilir bir şekilde yerine getirmelidir. TM programına yönlendirilen birçok danışanın geçmişinde hayal kırıklıkları ve güvenin sarsılmasıyla ilgili deneyimler vardır. Bu nedenle, yeni bir hayal kırıklığı yaşamak danışanın umutsuzluk veya içe kapanma eğilimini artırabilir. Mentor, toplum içinde planladığı ve uyguladığı etkinliklerde bu hassasiyeti göz önünde bulundurmalıdır.

    Ayrıca, bazı durumlarda belirli bir mentor ile danışan arasındaki uyum, terapötik süreci desteklemeyebilir. Eğer böyle bir uyumsuzluk ortaya çıkarsa ya da mentorluk sürecindeki hatalar ilişkinin onarılmasını imkânsız hale getirirse, danışana daha uygun bir mentor atanarak danışanın kendini güvende hissettiği bir ortam oluşturulmalıdır.

    Yukarıda belirtilen hatalara ek olarak, bazen belirli bir mentor ile danışan arasındaki uyum, terapötik çalışmayı destekleyecek şekilde oluşmayabilir. Böyle bir durumda veya mentorluk hatalarının etkili bir ilişkiyi engellediği durumlarda, danışana daha güvenli birtutma ortamıyaratabilecek ve topluluk aktivitelerine daha uygun bir şekilde katılımını sağlayabilecek bir mentor ile eşleştirilmesi gerekebilir.

    Vaka Örnekleri

    Colby

    Colby, kırsal bir bölgede metropol bir şehrin dışında annesi, babası ve küçük erkek kardeşiyle yaşayan 20 yaşında bir erkekti. Colby eroin bağımlısıydı. Colby’nin birkaç kez aşırı doz alması (bir keresinde ölümcül olabilecek kadar) ve bir akrabasının son zamanlarda aşırı doz alması, ailesini, ona yardım etmeye çalışırken aşırı derecede bunaltmıştı. Colby’nin babası da bir eroin bağımlısıydı ve her hafta 3-5 gece AA toplantılarına katılıyordu.


    Colby, okuldan vazgeçmişti ve herhangi bir mesleki hedefi yoktu, sadece madde kullanımı dışındaki herhangi bir şeye yönelik çok az motivasyonu vardı. Benzer yaşam tarzlarına sahip arkadaşları, onun bu bağımlılığının sık sık nüks etmesine etkide bulunuyordu. Birçok farklı tedavi programına katılmış ancak çok sınırlı başarı elde etmişti. Colby’nin ailesi sık sık çatışma içindeydi, bunun büyük bir kısmı annesi ve babası arasındaki, ayrıca Colby ile her iki ebeveyni arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanıyordu.  Sonunda, Colby, yerel bir psikiyatri tesisinden özel bir müşteri olarak TM hizmetine yönlendirildi. Ailesinin durumu, haftalık terapiden daha fazlasını gerektiren yüksek riskli bir durum olarak tanımlandı. Tedavi, Colby ve ailesi arasındaki uyumsuz iletişim örüntülerini çözmeye odaklanan aile terapisi ile başladı. TM ise Colby’nin kasabasındaki ve komşu şehirdeki haftalık yapılandırılmamış etkinliklerden oluşan gayri resmi oturumlarla başladı. Terapötik mentor, Colby’nin ilk oturumlarına bekleyerek, gözlem yaparak yaklaşmaya karar verdi ve bazı potansiyel ilgilerin ortaya çıkmasına olanak tanıdı (serbest çağrışım tarzında) ve ardından hangi etkinliklerin takip edileceğine karar verdi.


    Başlangıçta Colby, yapılan veya önerilen her şeyin amacını gerçekten göremediği için çok dirençliydi. Aynı zamanda ebeveynleri yoğun günlük çatışmalara çekilmişti. Colby, tüm bu kavgaları nefretle izliyor ve sık sık odasında saklanıyordu. Ebeveynleri, çatışmalarının ne kadar yoğun olduğunun veya Colby üzerindeki olumsuz etkisinin farkında değillerdi. Ancak, sürekli devam eden aile terapisi ile ebeveynler birbirleriyle ve Colby ile çok daha net bir şekilde iletişim kurmaya başladılar. Terapötik mentor, Colby’nin erken TM etkinliklerine katılım eksikliğinden hayal kırıklığına uğramış olsa da, Colby’nin müzik yazmaya olan tutkusunu keşfetti; ayrıca doğayı, dış mekan etkinliklerini de çok seviyordu. Bu iki keşif, Colby’nin mentoru ile yerel kafelerde şiir sunumu ve çeşitli ifade sanatları yapan insanları izlemeye gittiği mentorluk seanslarının bir serisiyle sürdü. Bu geziler, Colby’nin ailesinde benimsemiş olduğu bağımlı “kötü çocuk” rolünden kurtulmasına yardımcı olmak için terapideki çalışmaları destekledi. Zamanla, mentorun teşvikiyle, Colby’nin kendi eylemlerini yönlendirme duygusu (sense of agency) ortaya çıkmaya başladı. Kendi materyalini yazacak kadar güven kazandı ve sonunda yerel kafelerde açık mikrofon etkinliklerinde sundu; bu da onun kendisini giderek daha yetkin bir birey olarak görmeye başladığının bir işaretiydi.


    Mentor, Colby’nin doğa sevgisini keşfetmesine yardımcı oldu ve terapinin ortasında Colby, tarımda çalışmak istediğini belirtti. İlk başta ailesi oldukça şüpheliydi; çünkü önceki eğitimlerine para harcamışlar ve Colby bu eğitimlere devam etmemişti. Ancak terapist mentorun geri bildirimine dayanarak ebeveynleri teşvik etti ve ebeveynler Colby’ye bu yeni ilgisini takip etme fırsatını vermeye karar verdiler. Mentor, küçük bir kırsal alanda tarım üzerine eğitim veren bir okulda randevu ayarladı. Colby, okulu o kadar beğendi ki hemen başvurdu. Aynı dönemde, Colby’nin uyuşturucu bağımlılığına yönelik zarar azaltma stratejilerinin terapötik olarak ele alınması, tıbbi kenevir değerlendirmesine ve reçetelendirilmesine yol açtı. Colby, keneviri geçiş sürecinde bir başa çıkma mekanizması olarak kullandı ve bu, TM programına topluluk içinde aktif katılımıyla birlikte, eski arkadaş grubuyla uyuşturucu enjekte etme veya soluma isteğini kaybetmesine katkı sağladı. Ayrıca, tarıma olan ilgisi doğrultusunda, toplumun kenevir kullanımına ilişkin değişen tutumlarını gözlemledi ve kendisini kenevir tarımı alanında geleceğin bir parçası olarak görmeye başladı. Aile terapisi seansları ile topluluk temelli mentorluk sürecinin birleşimi, Colby’nin bağımlılığı ve aile içi çatışmalar nedeniyle ihmal ettiği yönlerini keşfetmesine ve geliştirmesine olanak tanıdı. Sonuç olarak, Colby herhangi bir nüks etme veya devam eden kenevir kullanımı olmaksızın üniversitedeki ilk yılını başarıyla tamamladı.

    George

    George, şizofrenisi olan ve programa yönlendirilmeden önce 4 yıldır psikoterapi gören 20 yaşında bir erkekti. Gerçeklikten kopukluk, halüsinasyonlar ve garip davranışlar gibi psikotik semptomlar sergiliyordu. Bu durum, okulda çatışmalara, annesi ve kuzeniyle evde aşırı çatışmalara ve topluluk içinde sosyal çatışmalara yol açmıştı. Gerçekten de, annesiyle yaşadığı şiddetli çatışmalar nedeniyle evsizliğin eşiğindeydi. Çalışmak için motivasyonu olsa da, George çok az uygulanabilir beceriye sahipti ve sosyal olarak son derece zayıftı.


    George, TM programına başladı ve ne yazık ki pasif bir yaklaşım benimseyen ve yalnızca onunla basketbol oynayan bir mentorla eşleştirildi. Mentor, George’u  olumlu tutumları besleyip geliştirebilecek, ilgi çekici veya yapıcı herhangi bir etkinliğe dahil etmekte başarısız oldu. Terapist kaygılandı ve süpervizörlere danışıldı ve ardından George deneyimli bir terapötik mentora yönlendirildi.

    Yeni mentor, George’un sosyal ortamlarda tekrar tekrar eleştirildiği ve dışlandığı için azalmış özgüveninin farkına vardı (örn: okul). Mentor, George ile olumlu geri bildirim alabileceği fırsatlar aradı ve sonunda bir gıda bankasında gönüllü çalışmayı denemeye karar verdiler. Mentor, bu ajansın gönüllülerinin özverili çabalarına olumlu bir şekilde yanıt verdiğini biliyordu ve gönüllülüğün George’un sosyal ve mesleki becerilerini geliştirmesi için bir fırsat olacağını gördü. George, barınma evinde gönüllü çalışmaya başladığında yaşlı gönüllüler tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Mentor, George’a gıda bankasının kurallarını ve prosedürlerini öğrenirken yanındaydı. Mentorun varlığı, George’un hayal kırıklığına karşı toleransını artırmaya yardımcı oldu. George hayal kırıklığına uğradığında veya umutsuzluğa düştüğünde—genellikle onda yıkıcı patlamaları tetikler—mentor onu durmaya ve bu duygularla başa çıkmaya teşvik etti.

    Gönüllü çalışması sırasında George, siparişleri işleme konusunda özel bir beceri geliştirdi; bu, mentor tarafından övüldü ve ajanstaki diğer gönüllüler tarafından takdir edildi. George bu ortamda gelişti ve psikotik semptomları ve davranışsal sorunları dramatik bir şekilde azaldı. Mentor, George’un semptomlarındaki iyileşmenin, onun kendisine bakış açısındaki değişimden kaynaklandığını düşündü. George, her zaman hasta, kontrolsüz ve olağanüstü yardıma ihtiyaç duyan biri olarak kendini görüyordu. Şimdi, gıda bankasında gönüllüler ve tüketiciler arasında popüler bir figür olarak, eylemleri konusunda yetkin ve katkıları nedeniyle diğerleri tarafından saygı gören biri olarak kendisini görebiliyordu. Ayrıca, sürekli olarak zihinselleştirme pratiği yaparak, artık hayal kırıklığına uğramadan veya patlama yaşamadan bu duyguları daha iyi tolere edebiliyordu.

    Gıda bankasında birkaç ay geçirdikten sonra, terapist ve mentor, George’un evde iyi bir şekilde işlev gördüğünden oldukça mutluydular. Annesiyle çatışmalar azalmıştı ve George, terapistiyle olumlu ilişkisini sürdürürken etkili bir farmakoterapi düzenine uymaya istekli hale gelmişti. Ayrıca, gıda bankasında yaptığı gönüllülük çalışması sayesinde, yerel Goodwill Industries’de ücretli bir iş buldu. Terapötik mentorun kolaylaştırdığı ve beslediği gıda bankasındaki çalışması, George’un mesleki başarıya ulaşması için bir köprü oluşturmuştu.

    Larry

    Larry, anne, baba ve dört kardeşiyle yaşayan 12 yaşında bir erkek çocuğuydu. Larry, aşırı karşıtlık belirtileri gösteriyor, Tourette sendromu, DEHB ve karşıt olma-karşı gelme bozukluğu dahil olmak üzere birden fazla teşhis almıştı ve birkaç kez hastaneye yatmıştı. Okullar, öfke patlamasına hazır doğası nedeniyle onu kabul etmeye isteksizdi. Larry okuldan kaçar ve saklanır, bu da büyük bir huzursuzluğa yol açardı. Larry, ajansımızla terapi ve mentorluk almakta olsa da her iki süreçten de çok az sonuç alınmıştı. Larry’nin kontrolsüz olmasına neyin sebep olduğunu daha iyi anlamak amacıyla terapisti ve mentoru değiştirmeye karar verildi.

    Yeni mentor Larry ile tanıştı ve hemen bir bağ kurmayı başardı. Mentor, Larry’nin patlayıcı davranışlarına rağmen aslında çok sessiz ve utangaç bir doğası olduğunu fark etti. Mentor, Larry’nin kişiliğinin bu yönüyle bağ kurdu ve ona gerçekten ne yapmak istediğini ama yapamadığını sordu. Larry, her zaman yüzmeyi öğrenmek istediğini ancak bunu yapamadığını söyledi. Mentor, bunu sadece istenilen bir etkinliği desteklemek için değil, aynı zamanda güven oluşturan bir bağ kurmak ve Larry’nin öz yeterlilik duygusunu geliştirmek için de fırsat olarak gördü. Mentor, Larry’nin havuz için bir geçiş kartı almasına yardımcı oldu ve yüzme derslerine eşlik etti. Larry yüzmeyi öğrenmişti ve bu yeni yeteneğinden zevk alıyordu. Bu, mentoruna karşı olumlu duygular geliştirmesine yardımcı oldu çünkü mentor, onun için olasılıkları görebilen ve öz yeterliliğini desteklemeye ilgi gösteren birisi olarak görülüyordu.

    Mentor, aynı zamanda Larry’nin okumayı sevdiğini fark etti. Belirli zamanlarda birlikte kitapçılara gidip farklı kitaplara bakarak bir ya da iki saat boyunca birlikte okuma yaparlardı. Sonunda, birlikte eski ve ucuz kitaplar almak için bir Salvation Army dükkanına gitmeye başladılar. Kitapları almak ve okudukları hakkında konuşmak, mentorluk deneyiminin ana faaliyetleri haline geldi. Bu tür sohbetler, Larry’nin terapi odasının dışında, zihninde neler olup bittiğine ilgi gösteren birisinin olduğunu deneyimlemesine yardımcı oldu. Sonunda, mentor, Larry’nin okumayı sevmesine rağmen yazma konusunda çekingen olduğunu fark etti. Terapist ile yapılan danışmanlıkta mentor, mentorluk zamanlarında Larry ile okuma ve yazma alıştırmaları yapmaya başladı.Böylece mentorluk ilişkisi, Larry’ye her gün bir başkası tarafından fark edilme, değer görme ve zihinselleştirilmek deneyimi sunarken, aynı zamanda onun ustalık ve öz yeterlilik deneyimlerine katkıda bulunan aktiviteler gerçekleştirmesine olanak sağladı.

    Larry’nin agresyonu azaldı ve son 6 ay boyunca okulda hiçbir olumsuz durumla karşılaşmadı, okul ve ailesi, Larry’nin okula ve eğlenceye olan yeni yöneliminden son derece memnundu. Mentor, yaptığı tek şeyin, Larry’ye taze gözlerle bakmak ve çeşitli hastanelerden ve kliniklerden gelen raporların Larry’nin sorunlarına odaklanmak yerine onun güçlü yönlerini ve ilgilerini göz önünde bulundurmak olduğunu vurguladı.

    Sonuç

    Bu vaka örneklerinin her birinde, terapötik mentor, klinik tabanlı uygulama ile sinerjik bir şekilde çalışarak psikoterapinin güvenlik, kabul ve zihinsel destek yönlerini, danışanın günlük topluluk etkileşimlerine taşıdı. Psikodinamik terapistin önemli bir işlevi, danışanın mevcut durumunun tahmin edilenden daha fazla gelişme potansiyeli olduğuna dair duygusunu tahayyül etmek ve sürdürmektir (Loewald, 1960). Bunu akılda tutarak, terapist aynı zamanda danışanın duyarlılıklarına ve ihtiyaçlarına anlayışlı ve duyarlı bir şekilde yanıt verirken, gerçek bir kendiliğin ortaya çıkabileceği bir tutma ortamı yaratmaya çalışır (Winnicott, 1965). Son derece rahatsız edici belirtileri ve davranışları olan danışanlar için, terapistin ofisinde haftada bir veya iki seans bu işlevleri sağlamak için yeterli olmayabilir. Terapötik mentorlar, bu psikodinamik çalışmanın belirli yönlerini, danışanları günlük sosyal etkinliklerde yer alırken genişletirler. Başarılı bir TM modelinin, mentorun danışanın potansiyelini bulmadaki ısrarı (yani, taze gözlerle) ve bu potansiyeli daha da geliştirmesi gerektiğini ortaya koyar. Mentor, danışanın azalmış özgüvenine duyarlı olarak, danışan zorluklar yaşarken ona canlı cesaretlendirici destek sağlar ve danışanın sosyal zorlukları daha iyi yönetme ve zihinsel olarak ele alma çabalarını sürekli olarak destekler.

    TM’nin farklı popülasyonlara uygulanmasını genişletmek ve etkinliğini değerlendirmek için sistematik araştırmalar yaparak en belirgin etki mekanizmalarını belirlemek üzere daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Deneyimlerimiz, TM modelinin, geçmişte hastane veya yatılı programlara yerleştirilmesi gereken yüksek riskli popülasyonlarla yürütülen ayakta tedavi çalışmalarında önemli bir potansiyel taşıdığını göstermektedir.

  • Mülteci Krizleri ve Politik Şiddet Bağlamında Travma için Psikodinamik Temelli Tedavi (22. Bölüm)

    Christiane Steinert, Johannes Kruse, Falk Leichsenring, Helga Mattheß ve Wolfgang Wöller

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 22. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Birleşmiş Milletler’e göre, silahlı çatışmalar ve zulüm nedeniyle dünya genelinde 65 milyondan fazla kişi yerinden edilmiş durumda (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2016). Bu mültecilerin çoğu ya kendi ülkeleri içinde yer değiştirmiş ya da sınırları aşarak komşu ülkelere sığınmıştır. Örneğin, 2015 yılından bu yana bir milyondan fazla mülteci Avrupa bölgesine girmiş ve bu durum, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük mülteci akınına yol açmıştır (Silove, Ventevogel ve Rees, 2017; Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2016). Bu durumun bir sonucu olarak, düşük gelirli ülkelerde, çatışma sonrası ortamlarda ve mülteci yoğunluğu yüksek bölgelerde ruh sağlığı hizmetlerine duyulan ihtiyaç ile bu hizmetlerin mevcut durumu arasında büyük bir açık bulunmaktadır. Sonuç olarak, birçok sağlık  sistemi, savaş, şiddet ve diğer travmatik olaylar yaşayan mültecilerin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için etkili, erişimi kolay ve kültürel olarak uyarlanabilir ruh sağlığı tedavilerine, özellikle kısa süreli travma terapisi yöntemlerine ihtiyaç duymaktadır.

    Mültecilerde ruh sağlığı sorunlarına ilişkin epidemiyolojik veriler, travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) DSM-III’e dahil edilmesinden bu yana birikmiştir (güncel bir genel bakış için bkz. Silove et al., 2017). Örneğin, şimdiye kadarki en büyük inceleme, 40 ülkeden 81.000’den fazla mülteci ve çatışma mağduru topluluklara ait verileri rapor etmiştir (Steel ve diğerleri, 2009). TSSB ve depresyon prevalans oranları yaklaşık %30 civarında olup, çalışmalar arasında büyük değişkenlikler göstermektedir (%0 ile %99 ve %3 ile %85,5 arasında). Silove ve arkadaşlarına (2017) göre, daha titiz bir şekilde tasarlanmış çalışmalar, TSSB için tahmini oranı %15’e düşürmüş olsa da, bu oran mülteci olmayan popülasyonlardaki TSSB oranlarını (örneğin, Kessler, Sonnega, Bromet, Hughes ve Nelson, 1995) hala büyük ölçüde aşmaktadır. Mültecilere yönelik uzun dönemli takip çalışmaları nadir olmakla birlikte, mevcut kanıtlar mültecilerin çoğunluğunun hafif ya da hiç semptom göstermediğini, önemli bir azınlığın zamanla iyileştiğini ve küçük bir grubun ise kronik semptomlar ve işlev kaybı yaşadığını göstermektedir (Silove et al., 2017).

    Çatışma sonrası durumlarda veya mülteci krizleri bağlamında sistematik olarak incelenen psikoterapötik tedaviler genellikle bilişsel-davranışçı tekniklere dayalı kısa müdahaleleri içermiştir (Nickerson, Bryant, Silove ve Steel, 2011). Bu tedavilere, anlatıma dayalı maruz bırakma terapisi (Ertl, Pfeiffer, Schauer, Elbert ve Neuner, 2011; Neuner ve diğerleri, 2008) gibi travma ile yüzleşme yöntemleri veya yakın zamanda yaşanan travmatik olaylara geniş zaman perspektifiyle odaklanan EMDR-R-TEP [göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme (EMDR)-son travmatik olay protokolü] gibi EMDR uygulamaları dahildir (Acarturk ve diğerleri, 2016).

    Travma ile yüzleşme içeren tedavilerin etkinliği genel olarak iyi bir şekilde belgelenmiş olsa da (Bisson ve Andrew, 2007), özellikle travmatik anılara odaklanmayan diğer psikolojik tedavilerin etkinliği konusundaki belirsizlikler uzun süre devam etmiştir. Bu durum, yalnızca ruh sağlığı sorunlarıyla değil, aynı zamanda güvencesiz oturma izni, hizmetlere sınırlı erişim ve çalışma veya eğitim fırsatlarının eksikliği gibi göç sonrası stresörlerle de mücadele eden mültecilerle çalışırken özellikle önemli olabilir. Bu gibi karmaşık koşullarla karşı karşıya olan danışanlar, “maruz bırakma terapilerine katılmak ya da bilişsel-davranışçı terapilerin etkin olması için aktif uygulama gerektiren tekniklerini uygulamak için motivasyon, direnç ya da bilişsel kapasiteye sahip olmayabilir” (Silove et al., 2017, s. 132).

    Son yıllarda, travma ile yüzleşme olmadan uygulanan psikoterapiye dair kanıtlar ortaya çıkmıştır. Bu tedavi yöntemleri öncelikle psikodinamik veya kişilerarası ilkelere dayanmaktadır. Örneğin, Markowitz ve arkadaşlarının (2015) yürüttüğü bir randomize kontrollü çalışma, travma tedavisinde bilişsel-davranışçı bir yöntem olan uzatılmış maruz bırakma (prolonged exposure) ile travmaya maruz bırakma içermeyen bir psikoterapi olan kişilerarası terapiyi (interpersonal therapy) karşılaştırmıştır. Çalışmada, kişilerarası terapinin,  uzatılmış maruz bırakma terapisi kadar etkili olduğu ortaya konulmuştur.

    Psikodinamik temelli, yüzleştirici olmayan ve kaynak odaklı yaklaşımların etkinliği, kompleks travma yaşayan hastalarla yapılan (randomize olmayan) kontrollü çalışmalarda belgelenmiştir (Lampe, Hofmann, Gast, Reddemann ve Schussler, 2014; Sachsse, Vogel ve Leichsenring, 2006) ve eski Yugoslavya’dan mülteciler üzerinde de incelenmiştir (Kruse, Joksimovic, Cavka, Wöller ve Schmitz, 2009). Bu tedavi yöntemi, Endonezya’nın Açe bölgesinde kompleks travma ve TSSB yaşayan büyük bir tsunami mağduru grubunu doğal bir ortamda tedavi etmek için de başarıyla uygulanmıştır (Bumke ve Sodemann, 2010).

    Bu tür terapiye ilişkin en son kanıtlar, Kamboçya’da gerçekleştirilen bir randomize kontrollü çalışmadan da gelmektedir. Bu çalışma, Kamboçya’da gerçekleştirilmiş olup, 5 seanslık kaynak odaklı psikodinamik travma terapisi ile EMDR kaynak yerleştirme uygulamasının birleşimi olan ROTATE adlı tedavi protokolünün (tedavi planı bu bölümde açıklanacak), bekleme listesi kontrol grubuna kıyasla daha etkili olup olmadığını araştırmıştır. ROTATE, bekleme listesi kontrol grubuna kıyasla TSSB semptomlarında (birincil sonuçlar) önemli azalmalar göstermiştir (gruplar arası etki büyüklüğü Cohen d = 2.59, büyük bir etki). Aynı sonuçlar, anksiyete, depresyon ve işlevsellik gibi tüm ikincil sonuçlar için de geçerli olmuştur. Bu bulgular, psikodinamik bir yaklaşımın travma ile ilişkili ve eşlik eden bozuklukların tedavisinde, hem mülteciler hem de çatışma sonrası topluluklardan gelen bireylerde umut verici etkiler gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu bölümün amacı, bu yaklaşımın önemli yönlerini ve ana ilkelerini vurgulamaktır.

    ROTATE: Kaynak Odaklı Travma Terapisi ve EMDR Kaynak Kurulumu

    Gelişim ve Temel İlkeler

    ROTATE (Resource-Oriented Trauma Therapy with EMDR Resource Installation), psikodinamik bilgilere dayanan ve manuel rehberlikle yönlendirilen bir yaklaşımdır. TSSB ve eşlik eden diğer rahatsızlıkların tedavisi için Almanya’daki psikodinamik eğilimli klinisyenler ve araştırmacılar tarafından geliştirilmiştir. Bu yöntem, Çin, Haiti, Tayland ve Endonezya gibi ülkelerde düzenlenen eğitimlerle daha da geliştirilmiştir (Mattheß ve Sodemann, 2014; Reddemann, 2012; Wöller ve Mattheß, 2016).

    EMDR unsurlarını içermekle birlikte, ROTATE herhangi bir travma yüzleşmesini içermez. Bunun yerine, kaynak geliştirme ve kurulumu EMDR’nin bir teknik bileşeni olarak kullanılır (Korn ve Leeds, 2002). ROTATE özellikle kompleks travma durumları, TSSB, eşlik eden rahatsızlıklar ve bozulmuş psikososyal işlevler için uygundur. Ancak bu yöntemin kompleks travma vakaları için kapsamlı bir psikoterapi olmadığı ve daha uzun süreli tedaviler gerektiren durumlarda tek başına yeterli olmayabileceği belirtilmelidir. Travma Terapisinin Konsensüs Modeli (Horowitz, 1973; Reddemann, 2012), kompleks travma tedavisinde stabilizasyon, travma işleme ve yeniden entegrasyon aşamalarını tanımlar. ROTATE, bu modelin stabilizasyon aşamasını temsil eder ve ciddi travma sonrası semptomları azaltmak için önemli bir adımdır. Stabilizasyon özellikle düşük gelirli ülkelerde, çatışma sonrası bölgelerde yaşayan veya uzun süreli psikoterapiye erişimi olmayan mülteciler için hayati önem taşır. ROTATE bu nedenle kısa vadeli bir müdahale olarak tasarlanmıştır ve genellikle her biri 50 dakika süren 5-10 terapi seansı önerilir. Gerekirse daha fazla seans eklenebilir.

    Psikodinamik İlişki Oryantasyonu

    Psikodinamik teori, ilişki sorunlarını en derin şekilde anlamayı sağlar ve kişilerarası travma bağlamında güven ve ilişki temalarının önemini vurgular (Ferenczi, 1949; Reddemann, 2012). Psikodinamik ilişki yönelimi, danışanın semptomlarının mevcut ve önceki kişilerarası ilişkiler bağlamında anlaşılmasını ifade eder. Bu nedenle, psikodinamik çalışma genellikle yalnızca danışanın semptomlarını değiştirmeyi değil, aynı zamanda bu semptomların ortaya çıkmasına katkıda bulunan kişilerarası ilişkileri de dikkate almayı ve etkilemeyi amaçlar. Psikodinamik terapi, destekleyici-açıklayıcı bir müdahale sürekliliği üzerinde çalışır (Luborsky, 1984). Destekleyici müdahaleler, güvenli bir terapötik ittifak oluşturmayı amaçlar ve bu ittifak, örneğin travmatik olaylar nedeniyle geçici olarak danışanın erişemediği psikososyal becerilerin (ego işlevleri) güçlendirilmesi için bir ön koşul olarak kabul edilebilir. Daha destekleyici veya daha yorumlayıcı (içgörü artırıcı) müdahalelerin kullanımı, danışanın ihtiyaçlarına bağlıdır. Danışan ne kadar ciddi şekilde rahatsızsa veya sorunu ne kadar akutsa, o kadar destekleyici ve daha az yorumlayıcı müdahalelere ihtiyaç duyulur ve tersi de geçerlidir (Luborsky, 1984; Wallerstein, 1989). ROTATE yaklaşımıyla ilgili olarak, bu sürekliliğin destekleyici tarafına net bir odaklanma vardır ve amaç, ego işlevlerini (örneğin, duygu düzenleme) inşa etmek ve sürdürmektir. Danışanın ego işlevlerini güçlendirmek için kullanılan psikodinamik müdahale yelpazesi, yönlendirmeli imgeleme gibi diğer teknikler dahil edilerek genişletilmiştir (Reddemann, 2012). Örneğin, güvenli bir yer hayal etme tekniği, danışanların güvenlik duygularını artırmalarına yardımcı olabilirken, konteyner tekniği, TSSB’de yaşanan geri dönüşler için faydalı bir mesafe oluşturma tekniğidir.

    ROTATE’yi psikodinamik temelli bir müdahale olarak uygulamak, tarafsız veya çekimser bir terapötik stil kullanmayı gerektirmez. Bunun yerine, danışanın ihtiyaçlarını aktif bir şekilde ele alan, problem çözmeyi ve kaynakların harekete geçirilmesini teşvik eden bir terapötik stil önerilir. Ayrıca terapist, danışanlarını düzenli olarak kendi başlarına egzersiz yapmaya ve uygulamaya davet eder. Gerekirse, terapist sakinleştirici, rahatlatıcı ve diğer destekleyici müdahalelerde bulunur, uyumsuz ve kendine zarar verici davranış örüntülerini ele alır ve daha uyumlu davranışları teşvik eder. Bu tür bir terapötik stil, modern ilişkisel ve yapısal psikodinamik yaklaşımlarla uyumludur (örneğin, Rudolf, 2013).

    Kaynak Oryantasyonu ve Kurulumu

    Travmanın, danışanın olumlu duygulara ve başa çıkma becerilerine erişimini engellediği göz önüne alındığında kaynak aktivasyonu, ROTATE yaklaşımının temel bir unsuru olarak görülmektedir. Bu bağlamda, olumlu duyguların ve imgelerin harekete geçirilmesi, dayanıklılığın geliştirilmesi açısından kritik öneme sahiptir. Çok sayıda araştırma, olumlu duygular, uyumlu başa çıkma ve dayanıklılık arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermektedir (Folkman ve Moskowitz, 2000). Kaynaklar içsel ve dışsal olmak üzere ikiye ayrılabilir. İçsel kaynaklar, beceriler veya yeterlilikler, keyif veren aktiviteler, geçmişe dair olumlu anılar, geleceğe dair olumlu vizyonlar ve yönlendirmeli imgeleme ile oluşturulan olumlu içsel imgeler gibi unsurları içerir. Dışsal kaynaklar ise başkalarından alınan destek (aile üyeleri, arkadaşlar veya organizasyonlar), iş veya fiziksel egzersiz gibi unsurlardır. Kaynak aktivasyonunun amacı, danışanların içsel kaynaklarını (duygu düzenleme becerilerini geliştirmek için temel bir terapötik araç) ve dışsal kaynaklarını aktive ederek olumlu duygusal durumlar yaratmalarına yardımcı olmaktır (Örneğin, ROTATE terapisti danışanların ihtiyaç duydukları desteği sağlayabilecek kişi veya organizasyonlarla iletişim kurmalarına yardımcı olabilir). Bu, olumlu ilişki deneyimlerinin anılarını uyandırarak veya olumlu deneyimlere dair içsel farkındalığı teşvik ederek gerçekleştirilebilir. Psikodinamik ego psikolojisi bağlamında, içsel kaynakların aktivasyonu, danışanın baş etme ve uyum becerilerini artırmayı amaçlar (Bellak, Hurvich ve Gediman, 1973); ideal olarak bu süreç, egonun yeni bir güç ve kontrol hissi kazanmasını sağlar. Psikodinamik nesne ilişkileri teorisi bağlamında (Kernberg, 1976), bu durum olumlu içselleştirilmiş nesne ilişkilerini aktive etme becerisinin yeniden kazanılması süreci olarak anlaşılabilir. Daha önce de belirtildiği gibi, ROTATE, kaynak geliştirme ve kaynak aktivasyonunun bir modifikasyonunu içermektedir. Standart EMDR protokolünün (Shapiro, 2001) aksine, kaynak geliştirme ve kaynak aktivasyonu travmatik anılara odaklanmaz; çünkü travmatik anıları aktive etmek veya onlarla çalışmak hedef değildir. Bunun yerine, baş etme stratejileri, kaynaklar ve olumlu duygusal durumlar geliştirmek ve güçlendirmek için bir strateji olarak kullanılır (Korn ve Leeds, 2002). Gerekirse, ROTATE geleneksel travma yüzleşme teknikleriyle (Wöller ve diğerleri, 2012) birleştirilebilir. Bu bağlamda, yüzleşme tekniklerinin güvenli bir şekilde uygulanabilmesi için hazırlık ve stabilizasyon aşaması olarak hizmet eder. Ancak burada tarif edilen haliyle ROTATE, bu tür yüzleşme tekniklerini içermemektedir.

    Çatışma Sonrası Ortamlar ve Mülteci Krizleri Bağlamında ROTATE’nin Kültürel Adaptasyonu ve Avantajları

    Kaynak aktive edici müdahaleler, danışanın ve bağlamın özel ihtiyaçlarına göre uyarlanabilir; bu nedenle, ROTATE teknikleri kültürlerarası bir bağlamda uygulanabilir. ROTATE terapistleri, protokolleri danışanların kültürüne ve kişiliğine uygun olarak kullanmaya teşvik edilir. Eğer bir terapist, bir danışanın bir tedavi protokolünü tam anlamıyla takip etmesini zor bulursa, protokolü danışanın kolayca anlayabileceği ve etkili bir şekilde çalışabileceği şekilde açıklamak için yerel metaforlar ve egzersizler kullanmalıdır (aşağıdaki örneklere bakınız).

    ROTATE, örneğin insanların sebep olduğu felaketler ve soykırım mağdurlarındaki travmanın karmaşık doğasını göz önünde bulundurur. Bu nedenle, yalnızca TSSB semptomlarına odaklanmak yerine bu danışanlarda tipik olarak görülen depresyon ve anksiyete gibi zihinsel eş tanılara da odaklanır. Bu sebeple, ROTATE karmaşık travma durumlarında bile güvenle uygulanabilir; şimdiye kadar herhangi bir büyük yan etki gözlemlenmemiştir. Bu yaklaşım, geleneksel şifa kaynakları, bedensel tepkiler ve diğer somatik unsurların kaynak aktivasyonu çerçevesine entegre edilebilmesi sayesinde, özellikle Batı dışı ülkelerden gelen danışanlar için uygundur. Ayrıca, ROTATE tamamen dile dayalı bir yöntem olmadığından, diğer psikoterapi türlerine kıyasla kültürel olarak daha esnek olduğu düşünülebilir. Başka bir avantajı, temel unsurlarının, danışanların kültürel geçmişine benzer bir geçmişe sahip olan ve psikotravmatoloji ve travmaya bağlı bozukluklar konusunda temel bir eğitim alan yarı-profesyonellere (örneğin, gönüllü danışmanlar) veya akranlara öğretilmesidir. Bu kişiler, profesyonel gözetim altında stabilizasyon, psikoeğitim ve kaynak aktivasyonu gibi müdahaleler sağlayabilirler (Wöller, 2016). Bu son nokta, sadece bu yaklaşımın temel unsurlarını geniş bir travma mağduru danışan grubuna yaymak için değil, aynı zamanda dil engellerini aşmak için de önemlidir (Wöller, 2016).

    ROTATE’nin Klinik Uygulamada Kullanımı: Temel Teknikler

    Terapi İlişkisinde Güvenlik ve Kontrol Duygularının Oluşturulması

    Güvenlik duygusunun sağlanmasının zor olabileceği çeşitli dışsal ve içsel sebepler vardır. Bunlara örnek olarak devam eden şiddet, somatik hastalıklar, intihar dürtüleri, barınma eksiklikleri veya diğer olumsuz ekonomik koşullar ve terapiste karşı küçültülme ya da reddedilme korkusu şeklinde bilinçdışı negatif aktarım sayılabilir. Bir danışanın güvenlik duygusunu iyileştirmek için ROTATE terapisti, danışana terapi sürecinde daha rahat hissetmesi için neye ihtiyacı olduğunu sorabilir. Örneğin, bir hasta odada kendisini rahatsız ya da kapalı hissediyorsa terapi odası dışında konuşmayı tercih edebilir. Bir danışanın güvenlik duygusunu aktif olarak sorgulamak gereklidir çünkü genellikle danışanlar terapötik bir ortamda kendilerini rahatsız ya da güvensiz hissettiklerini spontan olarak açıklamazlar. Terapist şu şekilde bir şey söyleyebilir:

    Lütfen bu odada daha güvende ve rahat hissetmek için neye ihtiyacınız olduğunu bana söyleyin. Her ikimizin de oturma pozisyonunun uygun olduğundan emin olun lütfen. Belki de daha yakın ya da daha uzak oturmamı istersiniz? Belki de sandalyenizi yer değiştirmek istersiniz?

    Travma yaşamış danışanların sıkça kontrol kaybı korkuları göz önüne alındığında, onların kontrol duygularının son derece önemli olduğu ve mümkün olduğunca güçlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Bu nedenle terapist, danışana tedavi sırasında ne olursa olsun tam kontrolü elinde tutacağını açıklamalıdır. Böylece, danışanın terapisti  baskın hissedeceği bir durumdan kaçınılmış olunur; terapist, terapinin her aşamasında danışanı tüm kararlar için dahil etmeye çalışır ve danışana terapistin önerilerinin yardımcı olup olmadığını sormak yaygın bir uygulamadır.

    Güvenlik ve kontrol duygusunun oluşturulmasına dair bir diğer önemli konu ise, kendine zarar verme davranışları ve intihar dürtüleriyle başa çıkmaktır; bu konular terapi süresince öncelikli olarak ele alınmalıdır. Acil durumlar için terapist ve danışan, ayrıntılı bir acil durum planı geliştirir. Danışanın, intihar düşünceleri yönetilemez hale geldiğinde ne yapması gerektiğini ve kiminle iletişim kurması gerektiğini bilmesi gerekir.

    Terapi Hedefleri

    Güvende ve rahat hissetmenin yanı sıra, iyi bir terapötik ilişki, aynı zamanda hedefler ve görevler konusunda bir terapötik anlaşmanın yapılmış olmasını gerektirir. Terapiye başlarken, terapist, danışanın ne yapması gerektiği konusunda aceleci bir tavsiye vermek yerine, danışanın tedaviye yönelik hedeflerini öğrenmek için zaman ayırmalıdır. Terapist, danışanın hedeflerini net bir şekilde anlamak için detaylı sorular sormalı ve hâlâ “aynı gemide olup olmadığını” düzenli olarak kontrol etmelidir. Bu bağlamda terapist, danışana gerçekçi hedefler kurma ve bu yaklaşımın neler başarabileceği konusundaki sınırlar hakkında da psikoeğitim verebilir. Soyut terapi hedefleri tanımlamak yerine, ROTATE terapisti, danışanlardan tedavi başarılı olursa ne gibi olumlu etkiler oluşacağını ayrıntılı bir şekilde anlatmalarını ister. Böylece, danışanlar terapi iyi gittiğinde bekledikleri değişimlerin olumlu ve gerçekçi bir vizyonunu geliştirir. Genel olarak, terapist problemin nasıl geliştiğine değil, çözüme odaklıdır. Mevcut seans sayısının sınırlı olması nedeniyle terapist, bir tedavi planı tasarlayacak ve en uygun terapötik prosedürü/prosedürleri dikkatlice seçecektir. Örneğin, eğer başlıca sorun, istenmeyen düşünceler (intrüzyonlar) ise, terapist, danışana “kapsayıcı teknik” (container technique) öğretebilir (aşağıya bakınız). Eğer düşük kendilik saygısı başlıca sorun alanıysa, terapist, problemin ortaya çıktığı durumları ve ilişkileri anlamaya çalışacaktır. Sonrasında terapist, kendilik saygısını artırmak için kaynakları aktive edici teknikler seçer. Örneğin, terapist, bir (küçük) başarının olumlu bir hatırasını aktive edebilir veya danışanın güç noktasını pratiğe dökmesini sağlayabilir (Wöller ve Mattheß, 2016). Eğer danışan yakın gelecekteki bir stresli durumdan korkuyorsa, terapist, daha önceki durumlarda başarıyla kullanılan beceri ve yeteneklerin anılarını aktive edebilir (bkz. “Absorpsiyon tekniği”bölümü).

    Travmatik Deneyimler Hakkında Konuşmak: Evet mi, Hayır mı?

    ROTATE terapisti, travma yaşayan danışanları travmatik deneyimleri hakkında ayrıntılı konuşmaya teşvik etmez. ROTATE’nin felsefesi, travmatik deneyimlerin detayları hakkında konuşmanın başlı başına terapötik olmadığıdır. Aksine, bu tür bir konuşma, danışanın durumunu kötüleştirebilir; önceden stabilizasyon ve kaynak aktivasyonu yapılmadan, travmatik anıların danışanı bunaltma riski vardır. Ancak bazen, travma yaşayan danışanlar, travmatik deneyimlerini konuşma arzusunu derin bir şekilde ifade ederler. Kendilerine ne olduğunu birinin dinlemesini ve tanıklık etmesini acilen isterler. Travmatik deneyimlere dair konuşma olanağı, iyi ve güvenli bir ilişki içinde onlara büyük bir rahatlama ve anlaşılma hissi verebilir. Eğer bu danışanlar, travmatik anıların yeniden yaşanması (flashback) gibi müdahaleci semptomlardan (intrüzyonlar) muzdarip değilse, terapist, travmatik deneyimler hakkında güvenli bir çerçeve içinde konuşmayı kolaylaştırmayı düşünebilir. Yani, önceden kaynak aktivasyonu yapılmış ve seans içinde sınırlı bir süre boyunca yapılacak bir konuşma olabilir. Örneğin, danışan önce bir kaynak aktivasyon egzersizi yaparak başlayabilir, sonra 10 veya 20 dakika boyunca travmasını konuşabilir ve seansı tekrar bir kaynak aktivasyon egzersiziyle kapatabilir. Danışanın seansı duygusal olarak stabil ve kaynaklarla dolu bir durumda terk etmesi son derece önemlidir.

    Psikoeğitim

    Sunulan problem hakkında bilgi, onun kökeni ve tedavi seçenekleri ROTATE’nin önemli bir unsurudur. Danışanların, semptomlarının ait olduğu bozukluk hakkında temel bir anlayış geliştirebilmeleri gerekir; bu TSSB, depresyon, dissosiyatif bozukluk, somatoform bozukluk veya başka bir travma ile ilişkili bozukluk olabilir. Ancak, verilen açıklamaların miktarı, danışanın kültürel ve eğitimsel geçmişine uyumlu olmalıdır. Müşterinin sindirebileceği küçük ve basit bilgi parçaları vermek, onu entegre edemeyeceği büyük miktarda bilgiyle bunaltmaktan daha iyidir.

    Flashback Yönetimi: Konteyner Tekniği

    Konteyner tekniği, flashbackleri (yani, müdahaleci veya rahatsız edici anıları) yönetmek için değerli bir araçtır. Bu yönlendirmeli imgeleme egzersizi, olumsuz duygusal durumlardan ve yoğun travmatik anılardan uzaklaşmak için uygundur. Danışana, travmatik materyal üzerinde kontrol sağlar ve danışanın, en azından bir süreliğine, bilinçli olarak dissosiyasyon yaşamasına yardımcı olur (bu teknikle ilgili ayrıntılı bir örnek için Kutu 22.1’e bakınız).

    Konteyner tekniği, travmatize olmuş bir danışan, ayrıştırılmamış olumsuz travma ile ilgili duygusal durumlarla boğuşuyorsa da kullanılabilir. Genellikle, bu duygusal durumlar, travmatik geçmişten ve mevcut durumdan gelen öğeleri içerir. Güçsüzlük, terk edilme ve diğer güçlü olumsuz duygularla karakterizedir. Terapist, danışanın bu duygusal durumları, geçmişe veya mevcut duruma dayanan bileşenler olarak ayırt etmesine yardımcı olur ve travmatik bileşenden kaynaklanan olumsuz duyguyu düzenler. Bu amaçla, danışanlara, duyguların geçmişe ait olan kısımlarını, mevcut duruma ait olanlardan ayırmak için hayal gücü tekniklerini kullanmaları öğretilir.

    Kutu 22.1 Konteyner Tekniği Lütfen kilitlenebilen bir konteyner hayal edin.Ona yakından bakın: Hangi boyutta?, … Hangi malzemeden?, … Hangi renkte?, … Kapıyı nasıl kapatacaksınız?, … Sesler?, … Nasıl kilitlersiniz?, … Hangi tür kilit(ler)?Konteynerinize bakın: Kesinlikle güvenli mi? Değilse, güvenli olana kadar değiştirin (malzeme, sağlam duvarlar, güçlü kilitler vb. kontrol edin).Kilitlemek istediğiniz her şeyi bir kutuya koyun, konteynerinize götürün, kapıyı açın ve içine koyun.Ardından kapıyı kapatın ve anahtarı nereye bırakacağınızı karar verin.Sonra, konteynerinizi istediğiniz zaman ulaşabileceğiniz bir yere getirin, ancak çok yakın olmasın.   Eğer deneyimleri konteynere koymak zor geliyorsa, onları somutlaştırmak yardımcı olabilir. Örneğin:   Duygular (örneğin, aşırı korku veya ağrı gibi bedensel hisler): Ona bir şekil veya form verin ve onu çok küçük bir boyuta küçültün, ta ki kutuya sığana kadar.Düşünceler: Onları okunamaz özel bir mürekkeple bir kağıda yazın, zarfın içine koyun ve zarfı konteynerin içine yerleştirin.Resimler: Onları bir fotoğraf gibi ele alın, belki küçültün, rengin solmasına izin verin, önüne başka bir kağıt koyun ve sonra zarfın içine koyun.İçsel filmler: Onları bir video gibi ele alın, gerekirse renk, ses vb. üzerinde kontrol sağlamak için uzaktan kumanda kullanın. Televizyonu kapatın ve video kasetini konteynere götürün.Sesler: Onları bir CD veya kaset gibi ele alın, sesi kapatın, hızlıca geri sarın ve konteynere götürün.Kokular: Onları bir şişeye dökün ve kapatın.Tat: Ona bir form ve renk verin, küçültün ve bir bardağa koyun. Her şeyin gidip gitmediğini kontrol edin. Eğer bir şey kaldıysa, öncekiler gibi onu konteynere koyun. Danışan, travmatik materyali kilitler ve hangi “parçaları” dışarı almak istediğine ve ne zaman bakmak istediğine karar verir.

    Konteyner tekniği kullanılarak (Box 22.1’e bakınız), danışanlar, geçmişe ait olan parçaları “paketlemeye” davet edilir (Wöller et al.,2012).

    Terapist: Bu öfke duygusunu, görebileceğiniz ve tutabileceğiniz bir nesne olarak hayal etmeye çalışın.

    Danışan: Deneyeceğim… Tamam, buldum.

    Terapist: Şimdi, duygunun hangi kısmının gerçek duruma, hangi kısmının geçmişe ait olduğunu belirleyin. Duygunun ne kadarı gerçek duruma uyuyor?

    Danışan: Yaklaşık %20.

    Terapist: O %20’yi tutun ve geri kalan %80’ini “konteynere” koyun.

    Duygu Düzenleme Becerisini Geliştirme

    Travma yaşamış danışanlar genellikle yoğun olumsuz duygularla boğulurlar. Çoğunlukla korku, öfke, umutsuzluk, utanç, terk edilme ve suçluluk duyguları gibi ayrıştırılmamış duygusal durumlardan muzdariptirler. Normalde bu duygular, günlük yaşam uyaranlarıyla tetiklenir ve bunlar daha önceki bir travmatik deneyimle ilişkilidir. Bu nedenle ROTATE’nin temel amacı, danışanın olumsuz duygusal durumları ve aşırı uyarılmayı yönetme ve düzenleme becerisini artırmaktır. Duygu düzenlemesini iyileştirmek için terapist birkaç teknik seçebilir:

    • Danışanın, olumsuz duygusal durumlardan çıkmasına veya onları dönüştürmesine yardımcı olan etkinlikler bulmak (örneğin, müzik dinlemek, koşuya çıkmak ya da yürüyüşe çıkmak, yüzmek, dua etmek, şarkı söylemek, arkadaşlarla buluşmak). Her etkinlik tüm danışanlar için işe yaramayabilir; her danışan, kendi favori etkinliklerini bulmalıdır.
    • Danışanın küçük başarılar ya da olumlu deneyimler ya da karşılaşmalarla ilgili anıları tanımlamasını, hatırlamasını ve canlı bir şekilde hayal etmesini teşvik etmek. Terapist, aşağıdaki adımları takip edebilir ve gerektiğinde bunları tekrar edebilir:
      • Danışanı, son birkaç ay veya yıl içinde olumlu bir anı tanımlamaya çağırın.
      • Danışanı, bu olumlu deneyimi temsil eden bir sahneyi hayal etmeye davet edin. Danışan, olumlu anıyla bağlantılı olarak hem hoş duyguyu hem de hoş bedensel duyumları hissetmelidir.
    • Hayal gücü egzersizlerini kullanmak. Hayal gücü çalışmaları yaparken dikkat edilmesi gereken birkaç önemli nokta vardır:
      • Tüm hayal gücü tekniklerinin pratiğe ihtiyacı vardır. İlk başta, ROTATE terapisti teknikleri danışana açıklayacaktır. Ardından terapist ve danışan birlikte bu teknikleri uygulayacaktır. Son olarak, danışan bu egzersizi yalnız başına uygulayacaktır.
      • Danışanlar, hayal gücü egzersizlerini ilk kez uygularken zorluklarla karşılaşmanın normal olduğunu anlamalıdır. Bu nedenle terapist, danışanları ortaya çıkan tüm zorlukları rapor etmeye teşvik edecek ve danışanın, rahat hissetmesi için hayal gücü egzersizlerini değiştirmelerine yardımcı olacaktır.
      • Terapist, bir danışanın belirli hayal gücü egzersizlerini tercih etmesini göz önünde bulundurabilir. Her danışanın terapistin tanıttığı tüm egzersizleri uygulaması gerekmez. Aksine, danışan bir veya iki hayal gücü egzersizini sevdiğini belirlemelidir.
      • Bazen, danışanların kültürel geçmişleri, hayal gücü egzersizlerine modifikasyonlar yapmayı gerektirir. Örneğin, Kamboçya’da bazı danışanlar, tamamen güvende hissetmeleri için kendi güvenli yerlerini veya iç bahçelerini çizmeleri gerektiğini belirttiler. Bu çizimleri yanlarında tutarlar ve rahatsız olduklarında ya da stresli hissettiklerinde onlara bakarlardı. Konteyner tekniği için terapistler bazen, danışanlarına egzersize başlamadan önce gerçek bir konteyner (küçük kutu) getirmeleri gerekti. Ya da bazı danışanlar büyük bir ahşap kutu gibi başka nesneler seçtiler. Ağaç egzersizi (Box 22.2’ye bakınız) için bazı terapi seansları gerçek bir ağacın altında veya yakınında yapıldı. Ruanda’da terapistler, kırsal bölgelerde yaşayan danışanların, olumsuz materyali bir konteynere koymak yerine nehre koymayı tercih ettiklerini bildirdiler; onlar için materyalin sürüklendiğini görmek daha güvenliydi.
      • Son olarak, kaynakları harekete geçiren teknikler faydalı olabilirken, ROTATE terapisti her zaman, olumlu duyguları uyandırmayı amaçlayan tekniklerin, danışanın acısını küçümsememesi veya değersizleştirmemesi gerektiğini unutmamalıdır.

    Çoklu travma geçmişine sahip çoğu danışan, öz bakım ve öz koruma konusunda zorluklar yaşar. Psikodinamik temelli bir araştırma, genellikle bu tür sorunların, çocukluk dönemindeki travmatik ilişkilerden kaynaklanan öz bakım ve öz koruma için içselleştirilmiş bir yasaklamayı ortaya koyduğunu gösterir. ROTATE terapisti, danışana öz bakım ve öz korumanın önemini, bunların öz düzenlemeyi iyileştirmek için gerekli olduğunu belirterek açıklar. Terapist bunu basit bir şekilde açıklayabilir, örneğin, travmatize edici bir önemli figürün içsel sesinin, danışanın kendisine bakım yapmasına engel olduğunu söyleyerek. Aynı zamanda, terapötik ilişki, danışana bu içselleştirilmiş yasaklamalara karşı bir model sunabilir.

    Box 22.2 Ağaç Egzersizi
    Bu, kaynaklı bir durum yaratmak için yapılan bir egzersizdir. İlk olarak, kendinizi rahat hissettiğiniz ve bulunmaktan hoşlandığınız bir manzarayı hayal edin. Bu, bildiğiniz ve var olan bir manzara olabilir, ancak aynı zamanda sadece zihninizde var olan bir hayal de olabilir.Bu manzarada sizi çeken bir ağaç var ve ona yaklaşır, onunla temas kurarsınız. Onu sadece gözlerinizle inceleyebilirsiniz, aynı zamanda fiziksel olarak da dokunabilirsiniz. Belki ona yaslandığınızı ya da kucakladığınızı hayal etmeyi seversiniz. Sonra ağacı, gövdesini, kabuğunun yapısını ve doğasını, kokusunu, gövdenin nasıl dallandığını, yaprakları vb. algılayın. Bu ağacı tam olarak algılamak için zaman ayırın.Şimdi, ağacın yerin içinde dallanan kökleri olması ve bu şekilde beslenmesi ne anlama geliyor, bunu anlamaya çalışın. Ve ağacın, güneş ışığını alabilen yaprakları olması ve bunu dönüştürebilmesi ne anlama geliyor, bunu da anlamaya çalışın.Sonra, şu soruyu düşünün: Şu anda kendiniz nasıl beslenmek istiyorsunuz? Bedensel olarak, duygusal olarak, zihinsel olarak ya da ruhsal varlığınız için ne tür bir beslenme istersiniz? Bunu mümkün olduğunca tam olarak belirleyin.Şimdi, bu beslenmeyi topraktan ve güneşten aldığınızı hayal edebilirsiniz. Ve güneşten ve topraktan aldığınız şeyin birbirleriyle birleştiğini hayal edin. Ve bununla birlikte, fiziksel, duygusal, zihinsel ya da ruhsal olarak büyüdüğünüzü hayal edin.Şimdi, ağaçtan geri adım atın ve ona veda edin. İsterseniz, ağacınıza sık sık geri gelmek için plan yapabilirsiniz. Belki geri geleceğinize dair bir söz verebilirsiniz. Ayrıca, isterseniz, ağacınıza sizi desteklediği ve yardım ettiği için teşekkür edebilirsiniz.Şimdi, lütfen bu odaya tam farkındalıkla geri dönmek için ihtiyacınız olan zamanı ayırın ve bedeninizin yere temasını fark edin.

    Dissosiyatif durumlardan çıkmak için yönlendirme teknikleri

    Bir danışan dissosiyatif bir durumda sıkışıp kaldığında, terapist, danışanı bu durumdan çıkarmak için yönlendirme teknikleri kullanır. Yönlendirme teknikleri, danışanın terapi odasının şimdiki zamanına geri dönmesine yardımcı olan basit stratejilerdir. Bu amaçla, terapist danışandan içsel dünyaya, yani travmatik duygularla dolu olan iç dünyasına odaklanmak yerine dış dünyaya odaklanmasını ister. Bir danışan, akut bir dissosiyatif durum nedeniyle dış gerçeklikle temasını kaybettiğinde, terapist, danışanın dikkatini dışsal görsel, akustik veya bedensel uyaranlara ya da mantıklı düşünmeye yönlendirerek aktif bir şekilde danışanın bu durumdan çıkmasına yardımcı olur. Bir danışan dissosiyatif bir durumda (yani, danışan geçmişteki travmatik bir durumdaymış gibi hissediyor veya davranıyorsa) terapist şu adımları izleyebilir:

    1. Sakin kalın, yavaş konuşun ve basit ve çok net bir dil kullanın.
    2. Kişiye hitap edin ve kendinizi tanıtın: “Ben Bay/Bayan… Size yardımcı olmak için buradayım.”
    3. Çok net bir şekilde söyleyin: “Burada güvendesiniz. Buradaki konum… Yıl…. Şu anda tehlike yok.”
    4. Danışanın dikkatini içsel deneyimlerden dış gerçekliğe yönlendirmesini isteyin. Çok net bir şekilde söyleyin: “Gözlerini aç. Bana bak. Ben…. Şuna bak… (örneğin, o bina). Bunu biliyor musun? Şu ağaca bak. Bunu biliyor musun? Şu kişiye bak. Bunu tanıyor musun?”
    5. Kişiye nazikçe dokunmaya çalışın (ve bunun yardımcı olup olmadığını gözlemleyin, çünkü bazen dokunmak korkuya yol açabilir). Danışana dokunmadan önce her zaman izin isteyin. Terapiye başlarken bunu kısaca konuşmak en iyisidir.
    6. Danışana bir nesne verin, örneğin bir kurşun kalem, ve onun bu nesneye dokunmasını ve kavramasını sağlayın.
    7. Danışandan bir şey koklamasını, odada yürüyüş yapmasını, bir şeyi gözlemlemesini, kendi bedenini hissetmesini, zihinsel bir matematiksel işlem yapmasını vb. istemek (örneğin, “Ayaklarının altındaki zemini hissederken, odada etrafa bakabilirsin. Bu odada kaç tane kırmızı nesne var?”).

    Absorpsiyon Tekniği

    Absorpsiyon tekniği, belirli başa çıkma becerilerini güçlendirmeyi amaçlayan, EMDR tabanlı bir kaynak aktive etme tekniğidir (Hofmann, 2009). Bu, Korn ve Leeds (2002) tarafından geliştirilen kaynak geliştirme ve kaynak aktivasyonu için EMDR protokolünün bir modifikasyonudur. Zorlayıcı ve stresli durumlarla başa çıkma becerilerini güçlendirmek ve genelleştirmek için terapist, danışana bu durumla başa çıkmasına en çok yardımcı olacak anı veya beceriyi sorar. Ardından terapist, danışanın içsel farkındalığını ve etkinleştirilen olumlu duyguların ve başa çıkma kaynaklarının yoğunluğunu artırmak için dört ila sekiz kısa çift yönlü göz hareketi (dokunuşlar veya tonlar) kullanır. Terapist şu adımları izler:

    1. Terapist, danışandan mevcut veya yakın gelecekteki bir stresörünü (örneğin, bir sınav veya iş görüşmesi) tanımlamasını ister. Bu teknik, danışanın zorlayıcı anılarla yüzleşmesine ve sonrasında bu anıları konuşabilmesine yardımcı olmak için de kullanılabilir.
    2. Terapist, danışandan bu stresörün stres seviyesini, 0 (hiçbir stres yok) ile 10 (maksimum stres) arasında bir ölçekle değerlendirmesini ister.
    3. Terapist, danışandan bu stresörle başa çıkmak için hangi kaynakların (kapasiteler, yetkinlikler) gerektiğini tanımlamasını ister. Danışanın, çok benzer olmayan üç kaynak belirlemesi beklenir (örneğin, cesaret, sakinlik, enerji, özsaygı).
    4. Bunun için terapist, danışanı, danışanın yaşam geçmişindeki bu kaynaklara sahip olduğu durumları aramaya teşvik eder. Danışana, üç kaynaklı sahneyi hatırlaması istenir.
    5. Terapist, danışandan, üç kaynaklı sahneden birini canlı bir şekilde hayal etmesini ister. Danışanın, sahnelerle bağlantılı olumlu duygusal durumu ve olumlu beden hissini hissetmesi beklenir.
    6. Kaynağı yerleştirmek için terapist, dört ila sekiz set yavaş çift yönlü uyarım ile bunu pekiştirir. Terapist, olumlu duygu artmaya devam ettikçe çift yönlü uyarımları sürdürür. Sonunda, üç kaynak aynı anda hayal edilir ve yeniden çift yönlü uyarımla pekiştirilir.
    7. Son olarak, terapist, danışandan, orijinal stresörle tekrar yüzleşmenin stres seviyesini değerlendirmesini ister (0 hiç stres yok, 10 maksimum stres).

    Bu prosedür, genellikle zorlayıcı yaşam durumlarıyla bağlantılı stresi azaltır.

    Terapide Potansiyel Zorluklar

    Psikodinamik teknikler, zorlayıcı aktarım ve karşı-aktarım fenomenlerini ele almak için iyi bir şekilde geliştirilmiştir (Dalenberg, 2000; Gabbard, 1995). Aktarım ve karşı-aktarım incelenmesi, özellikle ROTATE gibi kısa süreli yaklaşımlar bile olsa, kompleks travma yaşayan danışanlarla etkili bir çalışma ittifakı kurmak için gereklidir.

    Aktarım Tepkileri

    Bazı zorluklar, danışanın terapiste yönelik aktarımlarından kaynaklanabilir. Aktarım, bir kişinin tedavi sürecinde, geçmişteki önemli figürlere yönelik hislerini terapiste yönlendirmesiyle ortaya çıkan yaygın bir fenomendir (Freud, 1917). Aktarımlar, travmatik danışanların tedavisinde bir sorun haline gelebilir. En kötü durumda, terapötik ilişkiyi kesintiye uğratabilir ve terapötik ilerlemeyi engelleyebilir. Psikodinamik teori, birkaç tür aktarımı ayırt eder. Travmatik danışanların tedavisinde, bunlardan ikisi özel dikkat gerektirir: olumsuz (faili/suçlu) aktarımlar ve aşırı olumlu veya idealize edilmiş (kurtarıcı) aktarımlar.

    Olumsuz (suçlu) aktarım, danışanın terapiste karşı bilinçli veya bilinçsiz olarak, daha önceki travmatik önemli figürlerden olumsuz duygularını projekte etmesidir. Örneğin, danışan terapistinden incinme, küçümsenme veya reddedilme korkusu taşıyabilir. Bu tür olumsuz transferanslar, genellikle danışanın terapiste karşı belli bir davranış veya terapi sürecindeki belirli koşullar tarafından tetiklendiğinde ortaya çıkar. Bu tür bir olumsuz aktarım, terapinin olumsuz algılanmasına ve işbirliğinin imkansız hale gelmesine yol açabilir. Olumsuz aktarımın bir sonucu olarak, danışan utanç verici meseleleri veya başarısızlıkları konuşmaz çünkü bilinçli veya bilinçsiz olarak terapistinden eleştiri veya küçük düşürülme bekler.

    Aşırı olumlu (idealize edilmiş, kurtarıcı) aktarım, danışanın terapiste idealize edilmiş bir bakış açısı benimsemesi ve onu, terapistin kendisini iyileştirmesi ve kurtarması için bir araç olarak görmesidir. Danışan, terapisti her şeyi çözebilecek bir kurtarıcı olarak algılar ve terapistten tamamen iyileştirilme veya kurtarılma beklentisi taşır. Bu pasif tutum, yalnızca işbirliğini engellemekle kalmaz, aynı zamanda terapistin beklentileri karşılayamamasına yönelik büyük bir hayal kırıklığına yol açar.

    Bu tür sorunlarla başa çıkmak için terapist aktarım tepkilerini dikkatlice ve nazikçe kontrol etmelidir. Bu tepkiler, danışanın güven duygusunu ve terapide işbirliğini engelliyorsa terapist bu durumları ele almalıdır. Aynı şekilde, terapist aktarım fenomenlerinden kaynaklanan terapötik ittifakın küçük aksaklıklarını dikkatle izlemelidir. İttifak eksikliklerinin onarılması, ittifakı güçlendirme fırsatları sunabilir (Muran ve ark., 2009). Aktarım tepkilerini açıklığa kavuşturmak danışanı terapötik durumun gerçekliği hakkında bilgilendirmeyi içerir.

    Karşı-Aktarım ve Terapistin Öz Bakımı

    Karşı-aktarım, terapistin danışana yönelik tüm tepkilerini ifade eder (Heimann, 1950). Bu, terapistin danışanın aktarımına karşı gösterdiği tepkileri de içerir, ancak karşı-aktarımın başka birçok kaynağı vardır. Karşı-aktarım tepkilerinin önemli bir kaynağı terapistin kendi travma geçmişidir. Danışanın travmatik deneyimlerini açıklaması, terapiste empati ve üzüntü gibi duygular uyandırabilir. Terapist, danışanın travma hikayesinde kendi deneyimiyle ilişkili olabilecek tanıdık unsurlar fark ettiğinde danışanla aşırı özdeşim kurulması bir sorun olabilir. En kötü durumda bu, mesleki tükenmişlik veya terapistin ikincil travmatizasyonuna yol açabilir. Bir başka zorlayıcı karşı-aktarım tepkisi danışanın failine karşı duyulan öfke olabilir. Yoğun öfke, terapistin tedavi sürecinden dikkatini dağıtabilir ve danışanla aşırı özdeşim kurmasına yol açabilir. Terapist, profesyonel duruşunu korumakta zorlanabilir ve bu da mantıklı düşünme kapasitesini engelleyebilir.

    Bazı karşı-aktarım tepkileri, terapistin danışanın travma hikayelerini dinlerken negatif duyguları dengelemek için kullandığı savunma mekanizmaları olarak anlaşılabilir. Bazı terapistler, danışanın travmatik olay anlatımının duygusal yönlerinden kaçınarak mesafelenme stratejileri kullanır. Diğer terapistler, danışanın travmatik deneyiminin boyutunu küçümseyerek, danışanın söylediklerinin abartıldığını kendilerine inandırabilirler. Bu savunma mekanizmaları anlaşılabilir olsa da terapötik ilişkiyi bozabilir veya zarar verebilir. ROTATE terapisti, danışana güvenli bir duygusal varlık sağlamak ve güvenilir terapötik sınırlar sunabilmek için kendi karşı-aktarım tepkilerinin farkında olmalıdır.

    Sonuç

    Bu bölüm, psikodinamik ilkelere dayanan kaynak odaklı bir psikoterapi formuna pratik bir giriş sağlamıştır. Yaklaşık beş seans süren ROTATE, travma ile ilişkili bozukluklardan muzdarip çok çeşitli danışanlar için uygun olan kısa bir terapi formudur. Önemli bir şekilde, ROTATE travmayı doğrudan ele almaktan ziyade, güvenli bir terapötik ilişki kurmayı ve kişisel kaynakları aktive ederek direnç ve başa çıkma kapasitesini güçlendirmeyi hedefler.

  • Eski Çocuk Askerlerle Psikodinamik Psikoterapi: Katil Benlikle Tanışma (21. Bölüm)

    Nel Draijer ve Pauline Van Zon, Bağımsız araştırmacı (Private practice)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 21. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    UNICEF (2007) çocuk askeri, silahlı bir güç ya da silahlı bir grup tarafından herhangi bir sıfatla silah altına alınan ya da kullanılan, 18 yaşın altından küçük sadece çocuklar değil, asker, aşçı, hamal, haberci, ajan ya da cinsel amaçlarla kullanılan oğlanlar, kızlar olarak tanımlamıştır (p.7). Çocuk askerler hem isyancı ordular hem de hükümet birlikleri tarafından kullanılmaktadır. Afrika en fazla çocuk askerin bulunduğu bölgedir. Bu çocukların çoğu silahlı gruplar tarafından zorla silah altına alınmakta ve kaçırılmaktadır. Diğerleri ise hayatta kalmak ya da öldürülen aile üyelerinin intikamını almak için gruplara katılmaktadır (Betancourt vd., 2010; Schauer & Elbert, 2009).

    Çocuk asker olmanın sonuçları oldukça büyüktür. Bu gençler, sadece en güçlülerin hayatta kalabildiği aşırı ve vahşi koşullarda büyümektedir. En alt tabakayı oluştururlar ve bu nedenle sürekli istismar, sarkıntılık ve tacizin hedefi olurlar. Bu çocuklar aile ve toplum tarafından gerekli bakım ve korumadan mahrum bırakılmakta ve sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerden yoksun kalmaktadır.

    Çocuk askerlerin büyük çoğunluğu çatışma durumları, bombalamalar, idam ve uzuv kesme, insanları diri diri yakma ve tecavüz gibi ağır şiddet ve zulümlerin mağduru, tanığı ve/veya faili olmuştur (Betancourt vd., 2010). Savaştan sonra, sadece travmatik olaylara maruz kaldıkları için değil, aynı zamanda çatışmayla olan bağları nedeniyle suçlandıkları ve damgalandıkları için de yeniden entegrasyon başarısızlığına karşı savunmasızdırlar (Schauer & Elbert, 2009). Eğer daha istikrarlı ülkelere sığınma hakkı verilirse, genellikle uzun ve yorucu sığınma prosedürlerine tabi tutulurlar. Bir kez daha, sığınma prosedürü sırasında kendilerine tanınan asgari haklar nedeniyle topluma tam olarak katılamama durumuyla karşı karşıya kalırlar. Sosyal rollerini, gelecek fırsatlarını ve ana dilleri, geleneksel yemekleri ve sosyal ağları gibi kendi kültürel çevrelerini kaybetmenin sıkıntılarını çekerler.

    Eski Çocuk Askerlerdeki Travma ve Dissosiyason

    Özellikle çocukluk döneminde toksik şiddet türlerine uzun süre maruz kalmanın uzun vadede yıkıcı sonuçları vardır. Tehdide yanıt olarak, saldırgan hal hızlı ve dramatik bir şekilde korku dolu kaçma veya kaçınma halleriyle yer değiştirir. Çocuklar genellikle fiziksel olarak kendilerini esir alan kişiyle savaşamayacak veya vaziyetten kaçamayacak durumda olduklarından, travmatik olaylara en yaygın tepki, uyuşma, kendine yabancılaşma ve çevreye yabancılaşma yaşadıkları dissosiyasyon yoluyla kendilerini dış ve iç dünyadan koparmaktır (Schauer & Elbert, 2009). Bu derecede şiddet ve tehdide maruz kalan gençler genellikle güvenli bağlanma ilişkileri kurma, istikrarlı ve bütünleşik bir benlik ve diğerleri kavramı ve duygu ve davranışları kendi kendine düzenleme yetkinliği gibi gelişimsel görevleri tamamlayamazlar (Van der Kolk, 2005).

    Birçok eski çocuk askerin tekrarlanan ve uzun süreli kişilerarası travmaya verdiği tepki, en iyi şekilde karmaşık travma veya gelişimsel travma bozukluğu gibi kavramlarla tanımlanabilir (Cloitre, 2009; Klasen, Daniels, Oettingen, Post, & Hoyer, 2010; Van der Kolk, 2005). Semptom profili, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile birlikte duygulanım düzenleme, kişilerarası ilişki ve öz kimlik alanlarında ek bozuklukların varlığına işaret etmektedir. Karmaşık TSSB’ye ek olarak, bu hastalar genellikle depresyon ve disosiyatif kişilik bozukluğu (DKB)’den muzdariptir. Bu durumda hem vahşet ve katılıma dair “fail parçaları” farkındalıktan tamamen ayrılır. Bunlar “koruyucu ‘savaş’ alt sistemine sabitlenmiş, öfke ve kızgınlık gibi zor duyguları yönetmeye ve incinme, korku veya utanç duygularından kaçınmaya çalışan” kişiliğin duygusal parçalarıdır. (Van der Hart, Nijenhuis, & Steele, 2006, s. 82).

    Nispeten küçük stres faktörleri eski çocuk askerlerde şiddetli saldırganlık ve/veya gerilemiş dissosiyatif durumlarla kendini gösteren klasik savaş, kaç veya don tepkilerini tetikleyebilir. Bu kişiler saldırgan dürtülerini kontrol etmekte zorlanmakta ve şiddeti amaçlarına ulaşmak için meşru bir araç olarak algılamaktadır. Sonuç olarak, saldırganlık olmadan günlük yaşamla başa çıkma konusunda yetersiz becerilere sahip olma eğilimindedirler. Bu tür hastaları tedavi ederken, klinisyenler eski travma senaryolarının yeniden canlandırılmasının içine çekilir ve genellikle ciddi aktarım ve karşı aktarım zorluklarıyla karşılaşarak savaş gibi hissedilebilen vahşi bir yaklaşma ve kaçınma terapötik dansının parçası haline gelirler.

    Aktarım Odaklı Psikoterapi ve Uygulanması

    Aktarım Odaklı Psikoterapi (AOP), nesne ilişkileri teorisine dayanan, kanıta dayalı, manuelleştirilmiş, psikodinamik bir tedavidir (Clarkin, Levy, Lenzenweger ve Kernberg, 2007; Clarkin, Yeomans ve Kernberg, 2006; Doering ve diğerleri, 2010; Yeomans, Clarkin ve Kernberg, 2002), eski çocuk askerler gibi karmaşık travma yaşamış bireyler arasında yaygın olan saldırganlık ve baskının temel merkezi ile çalışmak için çok uygundur. Ağır kişilik bozukluklarından muzdarip, yani sınırda kişilik örgütlenmesine sahip hastaları tedavi etmek için geliştirilmiştir (Kernberg, 1984). Sınırda kişilik organizasyonu terimi, kimlik yayılması (benlik ve öteki temsillerinin ve bunlar arasında bağlantılı duyguların salınımını içeren parçalanmış ve dalgalı bir benlik duygusu) ve gerçeklik muhakemesinin genellikle sağlam olduğu ancak stres altında çarpıtmaya eğilimli “ilkel” savunmalar (bölme, inkar ve yansıtmalı özdeşleşme) ile karakterize edilen psikolojik bir yapıyı ifade eder. Hasta[AS1] , yalnızca sözlü ve sözsüz olarak değil, aynı zamanda projektif özdeşim (“karın konuşması[AS2] “) yoluyla da iletişim kurar. Bu süreçte, tolere edilemeyen duygusal durumlar dışsallaştırılır, terapiste yansıtılır ve terapist tarafından hissedilir.

    AOP’nin amacı, bu çelişkili içsel ben ve öteki durumlarını daha tutarlı bir kişilik yapısına entegre etmektir. AOP’nin temel varsayımı, insanların bağ kurmak ve aynı zamanda özerk olmak isteyen sosyal hayvanlar olduğudur. Buna göre iç dünyaları temelde ilişkisel unsurlar, benlik ve öteki(nesne) imgelerinden oluşan ikililer ve bağlayıcı duygulardan oluşur.[AS3]  Sınırda kişilik örgütlenmesinde bu iç dünya, birbiriyle çatışma halinde olarak algılanan ve bölünme süreciyle ayrı tutulan tümüyle iyi ve tümüyle kötü ikili unsurlara bölünmüştür. Ağır travma geçirmiş hastalarda bu temel bölünme dissosiyasyon ile daha da vurgulanır. Bölünme ve dissosiyasyonun birbiriyle nasıl ilişkili olduğu ve bölünmenin kendisinin dissosiyatif, travmayla ilişkili bir fenomen olup olmadığı hakkındaki teorik sorular bu bölümün kapsamı dışındadır. Aslında, ağır travmatize hastalarda bölünme ve disosiyasyon tamamen iç içe geçmiştir. Bununla birlikte, ana fikir bölünmenin çatışmadan kaynaklandığıdır: yaklaşma, yakınlık arama ve bağ kurma eğilimi ile temas ve bağımlılıktan kaçınma ve incinmeye veya kontrol edilmeye karşı savunma eğilimi arasındaki çatışma (yani, sevgi ve saldırganlık dinamikleri).

    Tamamen iyi ikililer[AS4] , mükemmel anneler veya babalar gibi ideal bir nesne ile özlem ve mükemmel sevgi dolu ilişkilerden meydana gelir. Gerçekte olan eksiklikler ve hayal kırıklıklarıyla bütünleştirilmedikleri için bu tamamen iyi ikililer gerçekçi değildir ve bu nedenle patolojik hayal kırıklığına ve tersine kötü ikililere hızlı bir geçişe katkıda bulunabilir. Tümüyle kötü ikililer, geçmiş öznel gerçeklik, kişinin kendi saldırgan duygulanımları, saldırganlarla özdeşleşme ve güçlü korkuların bir karışımına dayanan zulmedici veya hükmedici ilişki imgelerinden oluşur. İlişkilerde ve psikoterapide içsel ikililer salınım gösterir: içerideki endişeli kurban, aşırı güçlü ötekinin misillemesinden korkarak, aniden artık zayıf olan ötekine saldıran baskın bir güce dönüşebilir. Eğer terapist kötü bir nesne olarak deneyimlenirse, hasta kendini ezilmekten korumak için saldırabilir, böylece saldırgan olduğunun tam olarak farkında olmadan saldırganlaşabilir. Bu nesne ilişkileri düşünme modeli, terapistin bu projeksiyonları hastayla empatik olarak keşfetmesini ve sanki hastanın gözünden bakmasını sağlar. Bu bakış açısı, kişilik bozukluğu ve ciddi dissosiyatif bozukluğu olan hastaların tedavisinde anlık yaşanan sürekli itme ve çekme etkileşimlerini anlamada çok faydalıdır (Draijer, 2009, 2010a,b).

    AOP müdahaleleri, hastanın iç dünyasını ve bu dünyadan terapistin bakışını keşfetmekten oluşur. Bunu yapabilmek için, aktarımı tam olarak şu anda deneyimlemek (“Hasta bana ne yaptırıyor?”), hastanın terapist yaratımını içinde ifade edildiği ikili ile empatik olarak takip etmek ve bunu hastaya sunmak özellikle önemlidir. Böylece bir müdahale şu şekilde kurgulanabilir: “Sizi doğru bir şekilde dinlediğimde, sanki beni zalim ve hükmeden bir kişi olarak görüyorsunuz. Bu sizin için çok korkutucu bir durum olmalı.” Hastalar, ilişkinin algıladıkları şekilde ifade edilmesinin sağladığı kontrolle doğru anlaşıldıklarını deneyimlediklerinde, öfkeli bir ruh hali içinde olsalar bile aniden sakinleşir ve neler olup bittiği üzerine düşünmeye başlayabilirler.

    Hastanın yansıtıcı işlevselliği iyileşmeye başladığında- ki bu biraz zaman alabilir- terapistin görevi, hastanın kendi iç dünyası hakkındaki empatik merakını artırarak, hastayı ikili ilişkiler arasındaki tutarsızlıklar ve salınımlarla dikkatlice yüzleştirmektir. Örnek bir müdahale şu şekilde olabilir: “Bu çok ilginç. Birkaç dakika önce konuşmamız oldukça samimi görünüyordu ve üzüntünüzü benimle paylaştınız, görünüşe göre beni güvenli ve güvenilir bir dinleyici olarak algıladınız, ancak aniden tüm gücü geri alarak beni kendinizi korumak zorunda olduğunuz bir tehdit olarak algıladınız. Bu iki ruh halini nasıl birleştirirsiniz?” Son olarak, hasta terapötik ilişkiyi en azından zamanın bir kısmında destekleyici olarak yansıtabildiğinde ve deneyimlediğinde, terapistin görevi karşıt ikililerin savunmacı katmanlarını yorumlamaktır. AOP’de yorumlama, olumlu ve olumsuz ikililerin eş zamanlı olarak hastaya sunulmasına ve ilişkilendirilmesini sağlayan bir süreçtir. Örneğin, “Öfkenizin bu kadar aşırı olması, sizi benden uzaklaştırması, güvenilir bir ebeveyn figürüyle güvenli bir ilişkiyi derinden özlediğinizi fark ettiğinizde kendinizi çok savunmasız hissetmeniz olabilir mi?” veya “Beni tamamen güvenilmez olarak görmeyi tercih ediyor gibi görünmenizin nedeni, beni güvenilir olarak algılamanın kayıplarınız konusunda sizi çok üzüyor olması olabilir mi? Bunu yaparak kalbinizi sevdiğiniz birini ikinci kez kaybetmeye karşı koruyor olabilir misiniz?” Dolayısıyla yorumlama, şimdiki zaman ile geçmiş arasındaki bağlantıları açıklamaktan ziyade, öncelikle şimdi ve buradaki “sen ve ben” ile ilgilidir.

    Tüm bu adım adım etkileşimsel ve yorumsal süreç (Caligor, Diamond, Yeomans ve Kernberg, 2009) öfke ve hiddetin kademeli olarak azaltılması ve nihayetinde kişiliğin bütünleşmesiyle sonuçlanır. AOP’de hasta kendi iyileşmesinden sorumlu tutulur; bu da tedavinin başlangıcında (kendini)yıkıcı davranışlar hakkında bir sözleşme yapıldığı anlamına gelir ve terapist hastaya bu davranışların sağlığa doğru olan gelişime karşı olduğunu açıklar. Hasta, çatışma için tek bir çözüm bildiğini -şiddet kullanmak- belirttiğinde, terapist hastayı bunu önlemekten sorumlu tutar: “Tüm duygular hoş karşılanır ve saygı görür, hatta öldürücü öfke bile, yeter ki bu konuda konuşabilelim ve harekete geçmeyelim.” Hasta bir davranışta bulunma eğilimi fark ettiğinde ya da bunu gerçekten yaptığında, hastadan bir sonraki seansta ilk iş olarak bundan bahsetmesi istenir. İstismar döngüsünün tekrarlanmasını önlemek için “askerin nasıl konuşacağını öğrenmesi gerekir.”

    Destekleyici Kanıtlar

    AOP’nin etkililiğine yönelik ampirik destek, farklı araştırma grupları tarafından gerçekleştirilen bir dizi randomize kontrollü çalışma ile ortaya konmuştur (bu çalışmaların bir özeti için bkz. Bölüm 10: Borderline ve Narsisistik Kişilik Bozuklukları İçin Aktarım Odaklı Psikoterapi). Örneğin, Clarkin ve arkadaşları (2007) ve Doering ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan çalışmalar, AOP’nin borderline kişilik bozukluğu olan hastalar için çeşitli karşılaştırma tedavileri (diyalektik davranış terapisi, destekleyici dinamik terapi ve deneyimli kamu [AS5] psikoterapistleri tarafından tedavi dahil) kadar veya daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu çalışmalar ayrıca AOP’nin yansıtıcı işlevsellik ve bağlanmadaki iyileşmelerin yanı sıra kişilik organizasyonu ve işlevselliğindeki olumlu değişimle benzersiz bir şekilde ilişkili olduğunu göstermiştir. AOP’nin eski çocuk askerler için etkinliği henüz araştırılmamış olsa da, mevcut kanıtlar yine de önemlidir, çünkü önceki çalışmalara dahil edilen hastalar da karmaşık travma geçmişlerini taşıma eğilimindedir (ancak elbette eski çocuk askerlerin tanık olduğu ve yaşadığı şiddetle ilgili değildir).

    Vaka örnekleriyle aktarım odaklı psikoterapi

    Ishmael 2003 yılından beri Hollanda’da bulunan 24 yaşında Sierra Leone’li bir erkektir. Terapist onunla ilk kez tanıştığında, Ishmael 3 yıldır başarısız bir psikoterapi görüyordu ve bu süreçte stabilizasyon ve destek temel odak noktasıydı. Kısa süre içinde Ishmael’in tedavi konusunda oldukça kararsız olduğu anlaşıldı; motive olmuştu ancak psikoterapinin doğasında olan samimiyetten korkuyordu. Ishmael’in en büyük korkusu, tetiklendiğinde saldırganlığının kontrolünü kaybetmek ve masum bir insana zarar vermekti. Kız arkadaşı da dahil olmak üzere başkalarıyla kavgaya karışmıştı. DKB, TSSB ve depresyon kriterlerinin yanı sıra başka türlü belirtilmemiş kişilik bozukluğu kriterlerini de karşılıyordu. İşitsel yorumlar ve görsel halüsinasyonlar da dahil olmak üzere hafıza kaybı ve kısa psikotik ataklardan muzdaripti. Ara sıra intihara meyilli olmuş ve bir kez hastaneye kaldırılmıştı. Şiddetli güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları, aşırı yalnızlık, ait olmama hissi ve insan dışılaşma hissi yaşadığını bildirmişti. “Bazen kendimi bir insandan çok bir hayvan gibi hissediyorum” dedi.

    Ishmael Sierra Leone’deki ilk yıllarını orta derecede mutlu olarak tanımladı. Sekiz yaşındayken isyancılar annesini gözleri önünde öldürmüş ve kendisi de esir alınmıştı. O zamandan beri babasını ve kız kardeşini hiç görmedi. İsmail isyancılar tarafından çocuk köle olarak ormanda onlarla kalmaya zorlandı. Orada sayısız zulme tanık oldu ve bunlara katılmaya zorlandı. Beş yıl sonra kaçmayı başardı ve Freetown’da hayatta kalmayı başardı. Şu anda bir iltica prosedürünün ortasında.

    Psikoterapinin ilk aşamasındaki ana sorun, İsmail’in başkalarıyla ilişki kurarken psikolojik olarak anda kalamamasıydı. Bu durum dissosiyasyon (örneğin, başka zihin durumlarına geçme, yok olma) veya terapiste karşı aşırı baskınlık, saldırganlık ve baskı şeklinde ortaya çıkıyordu. Paranoid duygular; istismar edilme, sömürülme veya aşağılanma gibi aşırı korkuları olduğunu ve önemsenmediği hissine kapıldığını bildirmişti. Kendisine öğretilen duygulanım düzenleme tekniklerini kullanamıyordu. Onun saldırganlığına maruz kaldığında, terapist genellikle korkudan bunalmış hissediyor ve neler olup bittiğini yansıtmakta zorlanıyordu. AOP, bu kafa karıştırıcı güçleri, itme ve çekmeleri, yeniden canlandırmaları anlamada mantıklı bir çerçeve sundu.

    AOP’ye geçiş, hastayı ve semptomlarını anlamaya yönelik tek kişilik bir modelden, hastayı ve deneyimlediği dinamik kişilerarası güçleri anlamaya yönelik iki kişilik bir modele geçiş anlamına geliyordu. Bu geçişten sonra yaklaşımdaki farklılıklar sorulduğunda, terapistin aklına gelen ilk şey şu oldu: “Empatik olarak keşfettiğim ve onun gözünden beni yarattığı kişiyi gördüğüm için neler yaşadığına dair çok daha fazla temas ve anlayış. Dissosiyasyon ve saldırganlık, ilişkimizdeki mesafeyi ve yakınlığı düzenlemenin bir yolu olarak anlaşılabilir hale geldi.” Clarkin ve diğerlerinin (2006) aktarım ve karşı aktarımdaki baskın ikililer genel bakışını kullanarak, bu vaka örneğinde bunlardan bazılarını gösteriyoruz (bkz. Tablo 21.1). Aşağıdaki aktarım-karşı aktarım etkileşimi, ikili ilişkilerin dinamik doğasını göstermektedir. Ishmael, en travmatik deneyimlerinden birini terapistiyle paylaşma ve üzgün olma konusundaki savunmasızlığına tepki olarak aniden farklı bir duruma geçti. Terapist aşağıdakileri deneyimlemiştir:

    Aniden saldırganlığa geçmesi beni şaşkına çevirdi. Gözleri keskinleşiyor ve aşağılayıcı bir tavırla, “Görmüyor musun? Etrafında her yerde kavga var.” diyor. Bakışları sertleşiyor ve kayıtsızlaşıyor. Dudakları sadist bir gülümsemeyle hafifçe kıvrılıyor. Bir savaş durumunda karşı karşıya geldiğimiz şiddetli ve acımasız bir travmatik deneyimin yeniden yaşanmasının bir parçasıymışım gibi görünüyor. Artık tanıdığım İsmail’i görmüyorum; her şeyi yapabilecek, son derece tehlikeli ve tehditkâr bir asi görüyorum. Acaba o da bende aynı tehdidi görüyor mu? Kafam karış hissediyorum. Vücudum tehlike olduğu konusunda beni uyarıyor ve aşırı uyarılmış durumdayım. Kendimi ellerine bakarken yakalıyorum, saldırabilir mi diye merak ediyorum. Şu anda zeki kalmak istiyorum ama kaos beni ele geçiriyor. Artık neler olup bittiğini düşünemiyorum ve bir korku selinin içinde boğuluyorum. Bu arada umutsuzca terapötik çerçevemi ve araçlarımı arıyorum, ama onlar da silinip gitmiş gibi görünüyor. Kendimi felç olmuş ve çaresiz hissediyorum. Bu savaşı kazanamam, o daha güçlü ve ben ona teslim oluyorum. Saldırganlığıyla elde etmek istediği şey bu mu? Saldırganlığına dikkat çekiyorum ve içinde neler olduğunu soruyorum. Şaşırmış görünüyor, saldırganlığı aniden kayboluyor, kızgın ya da korkmuş olduğunu inkar ediyor. Şimdi kafası karışık ve savunmasız olan o. Birdenbire ben fail, o ise kurban oluyor. Fail olmak istemiyorum. Yine kafa karışıklığı var.

    Tablo 21.1 Aktarım ve Karşı aktarımdaki baskın ikililer

    HastaTerapist
    Kontrol eden, tümgüçlü [AS6] benlikZayıf, kölevari öteki
    İstismara uğrayan kurbanSadist saldırgan/zalim
    Kontrolü kaybetmiş, öfkeli çocukYetersiz, işlevsiz ebeveyn
    Bağımlı, memnum çocukMükemmel bakım [AS7] sağlayan
    Arkadaş canlısı, itaatkar benlikDüşkün, hayran ebeveyn

    Burada üzüntü ve kırılganlığa karşı agresif bir savunmanın yanı sıra travmanın yeniden canlandırıldığını, ancak tersine dönmüş şekilde, baskın bir pozisyonda, terapisti farkında olmadan korkutarak dehşet verici bir teslimiyet ve kafa karışıklığına sürüklediğini görüyoruz. Hasta, terapist üzerinden kendisinin söze dökemediği aşırı korkuyu uyandırıyor gibi görünmektedir. Sadist saldırgan/zalim ile istismara uğrayan kurban arasında bir salınım vardır. Terapistin ilk görevi bu neredeyse dayanılmaz korkuya tahammül etmek ve ona göre hareket etmemektir.

    Eğer terapist bu korkuya dayanabilir ve hasta ile arasındaki süreci düşünmeye devam edebilir, bunu yaparken saygılı ve tarafsız bir duruş sergileyebilirse, hastanın kendisine yansıttığı kötü nesneyi giderek daha fazla kapsayabilir [AS8] ve hastayı, daha önce ham ve sembolleştirilmemiş bir duygu durumu olarak var olan şeyi düşünmeye veya sembolik olarak taşımaya teşvik edebilir. Terapistin empatik merakı, hastanın kendisini bunaltan yoğun durumun diğer içsel durumların daha geniş bir bağlamında var olabileceğini ve dolayısıyla gerçekliğin ya da ilişkinin tamamını oluşturmadığını görmesini sağlar. Bu paylaşılan merak da nesneyi, özellikle de yoğunluğunu ve tek boyutlu niteliğini değiştirme etkisine sahiptir. Tüm duygulanımlar terapist tarafından kabul edildikçe, tolere edildikçe ve kapsandıkça, bir ya da iki saniyelik de olsa düşünme alanı ve duygulanım toleransı yavaş ama kademeli olarak artar. Hastanın içinde, korktuğu saldırganın ve deneyimlediği ve gizlice özlem duyduğu empatik ve yansıtıcı ötekinin temsillerini yavaşça bir araya getirdiği bir süreç gerçekleşir- her ikisi de kendi içindeki iç durumların yansımalarıdır. Bunun, hastadaki zulüm nesnelerinin ve benlik durumlarının kademeli olarak detoksifiye edildiği bütünleştirici bir süreç olduğu düşünülmektedir (Scharff & Tsigounis, 2003).

    Bir süre sonra terapist, hastayla empati kurarak yoğun güçsüzlük ve üzüntü duygularıyla mücadele eder. Artık hasta hem savunmasız halini tolere edebilmekte hem de terapistle bağlantı kurabilmektedir. Terapist bunu şöyle not eder:

    “Ishmael, bir kurban olarak yaşadığı vahşetle ilgili yoğun değersizlik duyguları ifade ediyor. Zihinsel huzura ve ölüme özlem duyuyor. Onun kendinden nefretini ve acısını hissediyorum. Buna dayanamayarak, kendisine dair suçluluk ve utanç dolu bakış açısını değiştirmeye çalışıyorum, ancak bunun onun ihtiyaçlarına uymadığını fark ediyorum. Bana, bunun için içinde yer olmadığını söylüyor. Ona, bakış açısını değiştirme çabamın, aslında onun hüznünün bende yarattığı güçsüzlük hissiyle başa çıkma girişimi olduğunu anladığımı söylüyorum. Ve ekliyorum: “Burada birlikte otururken, hüznün var olmasına izin verebiliriz, hakkında konuşmak zorunda kalmadan.” Bunu duymaktan memnun olduğunu, özellikle de hüznünü serbestçe yaşayabileceği başka bir yer olmadığını söylüyor. Göz göze geliyoruz ve hüznü beni derinden etkiliyor. Gözlerimin nemlendiğini fark ediyor ve ona, hüznünün beni etkilediğini söylüyorum. Bir an için başını yana çeviriyor, ama sonra tekrar bakışlarımı yakalıyor ve hüznünün benim yanımda var olmasına izin verdiğini görebiliyorum. Yoğun bir karşılaşma anı yaşanıyor. Seansın sonunda, İshmael bana, hüznünü deneyimleyip paylaşarak kendini “daha bağlantılı” ve daha az yalnız hissettiğini söylüyor.”

    İkili bir bakış açısına göre, terapistin güçsüzlük ve üzüntü hisleri, hastanın ona dair algılarından ve onunla etkileşimlerinden (yani yansıtma ve yansıtmalı özdeşim) kaynaklanır. Bu durumda terapist, önce hastayı bir an önce rahatlatmak ve üzüntüden kaçınmak istemiş, böylece hastanın genellikle yaptığı şekilde davranmıştır. Daha sonra hasta, terapistin üzüntüsünün farkına varmıştır, çünkü terapist onunla birlikte bu üzüntüye katlanmaya istekli olmuş ve bunu birlikte tolere etmişlerdir. Üzüntü içinde birlikte var olmak, hastanın bağ kurmaya, ilişki içinde olmaya ve kaybettiği annesiyle olan bağına dair toleransını yeniden kazanmasını sağlamıştır.

    18 aylık AOP’nin ardından, terapist, terapötik ilişkide yakınlık ve savunmasızlığa [AS9] yönelik dikkate değer bir artış ve bunlara karşı daha fazla tolerans gözlemlemektedir. Bu gelişme, hastanın iç dünyasında daha önce bölünmüş olan libidinal segmente erişimin sağlanmasını temsil eder. Hasta, acı verici deneyimleri ve güçlü duyguları daha iyi söze dökebilmekte ve tolere edebilmektedir. Duygusal durumlar arasındaki dalgalanmalar ve siyah-beyaz düşünce yapısı azalmıştır. Saldırganlık daha az vahşi, yıkıcı ve korkutucu hale gelmiş ve giderek yok olmakta gibi görünmektedir. Saldırgan duygular, düşünceler ve fanteziler terapide açıkça paylaşılmaktadır. Ishmael, duygularını daha iyi düzenleyebilmekte ve kendini şiddete başvurmadan ifade edebilmektedir.

    Belirti düzeyinde, kabuslar, geçmişe dönüşler/flashbackler ve dehşet verici anıları yeniden yaşama durumları, dissosiyasyon, travmatik materyalden kaçınma, güvensizlik, suçluluk ve utanç duyguları azalmıştır. İşitsel sanrı [AS10] ve görsel halüsinasyonlar geri çekilmiştir. DKB açısından bakıldığında, hastalar anın içinde kalmaya daha yatkın hale gelmiş, duygusal durumlar daha az parçalanmış ve amnezi ile daha az ayrılmıştır. Ağır travmatik deneyimler artık sadece saldırgan benlik [AS11] üzerinden anlatılmamakta, aynı zamanda daha üzgün ve düşünceli ruh halleriyle de ifade edilmektedir. Ishmael daha az izole bir yaşam sürmekte, gönüllü çalışmaları, hobileri ve hatta filizlenen bir arkadaşlık sayesinde dış dünya ile daha fazla temas kurmaktadır.

    Tartışma

    Afrikalı DID ve TSSB olan eski çocuk askerlerin tedavisinde, AOP, bu hastaların saldırganlıklarını ve terapist üzerinde tam kontrol kurma veya baskı kurma eğilimlerini ele almaya yardımcı olur. AOP, bölünmüş saldırganlıkla ilgili ciddi sorunları ve hastaların zihinsel durumlarındaki ani ve kafa karıştırıcı değişimleri anlamak için faydalı bir model sunar. Tedavi, hastanın yalnızca semptomlarına odaklanmak yerine, aktarım-karşı aktarım dinamiklerini, terapötik ilişkideki itme-çekme etkileşimlerini ve hasta ile terapist arasındaki yeniden canlandırmaları ele alır. Bu yaklaşım, aşırı travmayı anlamada ve tedavi etmede tek kişilik (birey merkezli) psikoloji ile iki kişilik (ilişki merkezli) psikoloji arasındaki tartışmaya da temas etmektedir. Bu vakada, başlangıçta tek kişilik bakış açısı (sadece hastada gözlemlenen semptomlara ve psikopatolojiye odaklanan) sınırlı başarı göstermiştir. Daha sonra, bölme, yansıtmalı özdeşim ve benlik-öteki durumları arasındaki dalgalanmalar şeklinde hasta ve terapist arasındaki dinamiklere odaklanan iki kişilik psikolojik modele geçilmiştir. Bu değişim, hastanın duygusal düzenleme becerisini geliştirmesine, zihinselleştirmeye başlamasına, sosyalleşmesine ve hem içsel hem de dışsal olarak daha fazla bütünleşmesine yardımcı olmuştur. Geleneksel aşama odaklı travma terapisi yerine, terapötik ilişkide güvenli bağlanmayı güçlendirmeye odaklanarak duygu düzenleme becerileri geliştirilmiştir.

    Bu, TSSB’nun öncelikle bir anksiyete bozukluğu olarak görülmesinden, (kompleks TSSB ve DKB) öncelikle ilişkisel bozukluklar olarak algılanmasına doğru bir geçişi temsil etmektedir. Bu tür bozukluklar izolasyon, yalnızlık (bağlantısızlık), başkalarına güvensizlik, rahatlatıcı içsel ilişkilerin eksikliği, insanlığa karşı öfke, utanç ve suçluluk gibi özelliklerle tanımlanır. Başka bir deyişle, DKB gibi karmaşık stresle ilişkili bozukluklar, kişilik, kimlik ve duygu düzenleme bozuklukları—bir bütün olarak ilişkisel bozukluklar—olarak görülmekte ve terapötik ilişkinin “şu an” içinde çalıştığı psikodinamik tedavilere oldukça uygun olmaktadır.

    18 aylık AOP sonrasında, bu hastada duygu düzenleme, zihinselleştirme ve ilişkilenmede gelişmeler gözlemlendi. Gelişmiş duygu düzenleme, terapistin baskın ikililere ve onlarla bağlantılı duygusal durumlara, etkileşimin “şu an”ında hassas bir şekilde uyum sağlaması ve bunları kapsamasıyla açıklanabilir. Bu hipotezi destekleyen bir çalışma, Levy, Clarkin ve arkadaşları (2006) ile Levy, Meehan ve arkadaşları (2006) tarafından yapılmış ve bir yıllık AOP sonrasında borderline hastalarda yansıtıcı işlevin (reflective functioning) ve güvenli bağlanmanın geliştiğini göstermiştir; daha güvenli bağlanma, daha iyi duygu düzenlemeye yol açmaktadır (Schore, 2005). AOP’nin zihinselleştirme temelli terapiye benzer olduğu ileri sürülebilir; ancak temel fark, AOP’de farklı ikililer arasındaki çatışma ve dalgalanmanın merkezde olmasıdır. Ayrıca, aktarım doğrudan ele alındığı için terapist bir koçtan ziyade, hastayla birlikte “dansın” içinde yer alan bir katılımcı olur; dolayısıyla AOP, bilişsel olmaktan çok deneyimsel bir yaklaşımdır. Son olarak, AOP, terapi ilişkisinde ele alınması gereken merkezi bir dinamik güç olarak saldırganlığa özel bir önem atfetmektedir.

    Saldırganlık ve onun nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda görüşler önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Bazı tedavi modelleri saldırganlığı hiç ele almaz (bunun “yabancı bir benlikten” geldiğini varsayar), bazıları ise yalnızca onu kontrol etmeye çalışır (daha çok bilişsel-davranışçı öfke yönetimi yaklaşımları) veya bastırır (örneğin, ilaç yoluyla). Ancak AOP’de, saldırganlık içsel dinamiklerde temel, hayati ve bir bakıma sağlıklı bir unsur olarak kabul edilir.

    Ağır travma yaşamış hastalarda, saldırganlık doğrudan tedavi sürecinde ortaya çıkmadığında, bunun kâbuslar ve kendine zarar verme yoluyla dışa vurulabileceğine dair klinik bir izlenimimiz var. Bu yol ile, saldırganlık, içsel dünyadaki saldırgan figürlere yansıtılarak güvenli bir biçimde deneyimlenir (içsel olarak ifade edilir). Bu hastaların ayrıca, çocukluk dönemindeki saldırganlarla özdeşleşmelerinden kaynaklanan, tamamen kontrol sağlamaya çalışan (saldırgan) baskıcı içsel temsilleri vardır. AOP perspektifinden bakıldığında, bir tür entegrasyon, denge ve sağlığa ulaşmak için hastanın saldırganlığının ele alınması ve kendisine ait bir parça olarak kabul edilmesi gereklidir. Ancak, tüm hastaların bunu kabul etmeye istekli veya hazır olmadığını gözlemliyoruz; bazıları, kendilerini bir kurban kimliğine sıkı sıkıya bağlayarak ve saldırganlığı dışarıya yansıtmaya devam ederek baskı altında kalmaktan başka bir çıkış yolu olmadığını hissetmektedir.

    AOP terapisti, dansa katılır fakat aralarındaki dinamikleri sürekli olarak yansıtmaya çalışır. Terapist bunu saygılı bir şekilde yapar, hastanın içindeki çatışmalara karşı nötr kalır, hastanın algıları ve etkileşimleriyle tetiklenebilecek zorlu duygusal durumları kabul eder. Bir liman metaforunu kullanacak olursak, tüm gemilere izin verilir. Hiçbir geminin denizde kalması gerekmez (yani, ne kadar olumsuz olurlarsa olsunlar tüm duygular ve zihinsel durumlar terapist ile ilişkide kabul edilir). Sonra terapist hastanın kendisini yansıttığından daha entegre bir şekilde görebileceği yansıtan bir ayna gibi davranır. Saldırganlık ve nefreti kapsamak, iyi ve kötü olanın entegrasyonuna giden yolun ön koşuludur. “Saldırgan benlik” görülmeli, saygı gösterilmeli, kabul edilmeli ve tüm kişi için ne anlama geldiği takdir edilmelidir: O, korkunç anıların muhafızıdır ve yeniden zarar görmekten kaçınmak için hastayı gözetler. Bu benlik yönü son derece yalnızdır (insanlık dışı) ve kimsenin onu sevmediğine veya yakın olamayacağına ikna olmuştur. Eğer bu tehlikeli ve nefret dolu parça anlaşıldığını, saygı gösterildiğini ve takdir edildiğini hissederse, hastanın nefreti yavaşça erimeye başlar (bkz. Draijer, 1999). Ancak o zaman yas tutma ve derin üzüntü için yer açılır. Öldüren hastaların yas tutması gerekir, yas tutma ve pişmanlık ritüelleri başlatılabilir.

    Son[AS12]  olarak, terapistin, hastanın içsel dünyasına duygusal olarak erişmeyi öğrenmesi, bu dansa katılması, bunu tanıması ve bir müdahalede bulunmak için üzerine düşünmesi, bir koşul sine qua non’dur. Bu duygusal erişilebilirliği, zihinsel beceri ve duyusal duyguları fark etme ve bunları bir müdahaleye dönüştürme yeteneğini geliştirebilmek için terapistin, bir süpervizörle güvenli ve kabul edici bir ilişkiye ihtiyacı vardır.

    Sonuç

    Aşırı saldırganlık ve bir saldırgan benlik durumu, dissosiyatif bozuklukları olan hastalar için ciddi sorunlar oluşturur, onları diğer insanlardan yabancılaştırır, yakınlığı engeller ve terapistlerinde korku yaratır. Bu sorun, TSSB üzerine yapılan pek çok teori veya araştırmada nadiren ele alınmaktadır, çünkü tedavi genellikle anksiyeteye odaklanır.

    Öfke ve saldırganlık, şiddetli travmalarda merkezi bir rol oynar, hastaların kendilerini suçlu, kötü ve yalnız hissetmelerine neden olur, kontrol için mücadele etmelerine yol açar ve onları diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu, özellikle hastaların öldürmeye zorlandığı durumlarda geçerlidir. DKB’den muzdarip eski çocuk askerlerinin saldırganlıklarıyla ilgili tedavilerde, AOP, bu saldırgan yönleri ve başkaları üzerinde tam kontrol kurma ya da başkalarını baskılama eğilimlerini ele alır, buna terapist de dahildir. Ayrıca, hastaların içsel baskılarından kurtulmalarına yardımcı olur.

  • Dissosiyatif Süreçler Kendilik Deneyiminin Öznel Doğasını ve Zihnin Örgütlenmesine Dair Psikodinamik Temelleri Çarpıtır (20. Bölüm)

    Richard A. Chefetz

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 20. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Yakın bir arkadaşım kalp kapakçığı değişiminden sonra iyileşme döneminde kız arkadaşının evinde kalıyordu. Kız arkadaşı seyahatteydi. İlişkileri giderek derinleşmişti ve birkaç yıldır çıkıyorlardı. Ona sordum, “Aranız nasıl?”

    “Ah, o gerçekten harika” diye yanıtladı. “Ameliyatımdan sonra çok ilgili ve duyarlıydı. Keşke şimdi burada olsaydı. Onun burada olmadığı bir zamanda evinde olmak tuhaf geliyor.”

    “Onu çok özlüyor olmalısın,” dedim.  “Evet, özlüyorum,” dedi. “Biliyor musun, sen onu sorduğunda bir şey düşündüm ama şimdiye kadar hiç fark etmemiştim. Yatağa gitmeden önce birkaç kraker yemesi gibi garip bir alışkanlığı var. Ona her zaman krakerleri kendi tarafında tutmasını söylerim. Yatakta kraker kırıntılarında uyumak istemem. Bizim evimdeyken, krakerlerle yatak odasına girmesine bile izin vermem. Şimdi sen onu özlediğimi söylediğinde fark ettim ki, burada o olmadan kalmaya başladığımdan beri yatağa birkaç kraker götürüp uyumadan önce yiyorum!”

    Arkadaşım, bir şeyi yaptığı sırada o şeyi yaptığını nasıl bilmez ve ancak kız arkadaşına duyduğu sevgi dolu hislerden konuştuğumuzda bunun farkına varır?

    Bebeğin doğrudan gözlemi (Bick, 1968; Bowlby, 1958), zamanla, gelişen zihnin üzerinde çevresel bozulmaların etkisini anlamaya, bunun metapsikolojik dürtülerin yanlış işlemesinden kaynaklanmadığını ortaya koymaya yol açtı (Bacciagaluppi, 1994; Rayner, 1991). Benzer şekilde, zihin için çoklu özdurum modeli (Bromberg, 1998; Federn, 1940; Ferenczi, 1955; Mitchell, 1991; Stern, 1997), zihnin oluşumunda gelişimsel (ebeveynin meşguliyeti, ilgisizliği veya korkutucu ve korkutucu olmayan davranışların dönüşümlü olması) ya da doğrudan travma (tecavüz, zorbalık, dayak) yoluyla yönlenen kişilerarası travmayı benimseyerek paradigma değiştiren bir yaklaşımı temsil etmiştir. Dissosiyatif süreçler, uyumlu bir zihne ulaşmada asosiatif süreçlerle eşit öneme sahiptir (Chefetz, 2015a; Howell, 2005).

    Dissosiyatif süreçleri göz ardı etmek, hem kişisel hem de klinik açıdan tehlikelidir. Bu süreçler çözülmesi imkânsız gibi görünen bazı klinik problemlere sade açıklamalar sunar: sadomazoşizm, bağımlılıklar, tedaviye dirençli depresyon, somatizasyon bozuklukları, süreklilik gösteren travma sonrası stres bozukluğu, bulimia, anoreksiya, kronik depersonalizasyon, füg ve günümüzde dissosiyatif kimlik bozukluğu (DKB) olarak bilinen çoklu kişilik bozukluğu. DKB’de, tek, uyumlu ve bütün bir kendilik hissini sürdürememe söz konusudur; kendilik hissi düzensizdir ve DKB’li bir kişi, öznel deneyimini açıklamakta genellikle çaresiz kalır:  “Bir gün işte çok yetkin olabiliyorum, ancak en ufak bir duygusal gerilimle, dün patrona anlattığım projemin ek avantajlarını anlatmak yerine masanın altına saklanmak isteyen bir çocuk gibi hissediyorum.” Bulimik bir hasta için bu serzeniş şöyle ifade edilir: “Çok iyi gidiyordum, ama anlamadığım bir şekilde, saat 22.00’ye geldiğinde huzursuz hissetmeye başladım ve bir anda kendimi pizza siparişi verirken buldum. Karnım ağrıyacak kadar midemi doldurduğumda tekrar klozete sarılmıştım; bu, dün gece banyoda yerde uyanmadan önce hatırladığım son şey.”

    Yukarıda belirtilen tüm durumların her zaman altta yatan aktif disosiyatif süreçlere sahip olması gerekmez. Bununla birlikte, kontrolden çıkan disosiyatif süreçlerin yeterince yaygın olduğu ve terapistin bazı bireyler için hayat değiştiren bir olasılığı fark etme ihtimaline açık kalması gerektiği de doğrudur. Örneğin, borderline kişilik bozukluğu olan kişilerin yaklaşık %40’ından fazlasında bir dissosiyatif bozukluk bulunur ve DKB’li kişilerin %40’ından fazlasında borderline kişilik bozukluğu vardır (Brand ve Lanius, 2014). Borderline kişilik bozukluğundaki dissosiyatif semptomlar, dirençlilik açısından son derece önemlidir (Korzekwa, Dell ve Pain, 2009; Kleindienst ve diğerleri, 2011; Zanarini, Frankenburg, Jager-Hyman, Reich ve Fitzmaurice, 2008; Zanarini, Ruser, Frankenburg ve Hennen, 2000). Dissosiyatif ve borderline yaşam adaptasyonları arasındaki farkları ayırt etmek, psikoterapiye etkili bir yaklaşım için kritik öneme sahiptir.

    Birleştirici ve Ayrıştırıcı Süreçler Arasındaki Hassas Denge 

    Hedef odaklı bir yaklaşımla, algı geliştikçe zihinsel içerik, bilinçdışı bir şekilde önem sırasına göre ayrıştırılır. Bu süreç, hissedilen deneyimi o anın devam eden anlatısıyla ilişkilendirir ve ideal olarak entelektüel olarak dürüst ve tutarlı bir değerlendirme oluşturur. Birleştirici bir süreç, daha yüksek bir önem düzeyi belirlerken, ayrıştırıcı bir süreç bunun tersini yapar; zihnin bilinçdışı ve otomatik olarak uyumsuz gördüğünü farkındalıktan uzaklaştırır.  Ayrıştırıcı süreç, zihni aşırı yüklenmeden koruyarak dikkatin odaklanmasını kolaylaştırır; algıdan gereksiz olanı çıkarır (örneğin, gözlüğün burun üzerinde yarattığı hissi fark etmemek) ve bilinçli bir niyetle de devreye sokulabilir (örneğin, “Şimdi bunu düşünmeyeceğim, buna zamanım yok”) (Loewenstein, 1991).

    Dünya görüşümüz acı verici yeni deneyimi özümseyemediğinde ya da algılanan tehlikeyi barındıracak şekilde kendini genişletemediğinde (Horowitz, 1986), birleştirme (asosiyasyon) durabilir (“Düşünemiyorum, bu beni çok üzüyor!”) ve bu durumda disosiyasyon hakimiyet kazanabilir. Dissosiyasyon, denge bozucu algıları keser (örneğin, “Saldırı başladığında, üzerimi saran garip bir sakinlik vardı ve zihnim net bir şekilde kaldı, oysa bedenim tamamen dışarıdaydı. Kanamam olduğunu ancak her şey bittiğinde fark ettim.”). Sürekli, yoğunlaşmış dissosiyatif süreçler bir sorun yaratır (örneğin, “Hayatımda hiçbir zaman farklı hissetmedim, oysa başkalarının yaşadığı tepkiler vardı ama ben onları yaşamıyordum ve normal olduğumu düşünmüyorum.”). Dissosiyasyon, tıpkı birleştirme gibi normaldir. Ancak, aşırı dissosiyasyon, gerçekliği tutarlı bir şekilde algılama becerimizi bozar ve çalar, tıpkı aşırı birleştirmenin obsesif düşünme stillerinin özelliği olduğu gibi (Chefetz, 2015a) ve izolasyona uğramış duygular, inkar ve telafi gibi obsesif bir salgına dönüşebilir (S. Freud, 1909).

    Dissosiyatif Süreçlerin Bilinçdışı Etkinlik Üzerindeki Bazı Özel Yanlılıkları 

    Dissosiyatif süreçler çok boyutludur: psikolojik, psikofizyolojik, nörobiyolojik ve somatik. Ne kadar yoğun, sürdürülebilir ve sürekli olursa, dissosiyatif süreçler algıyı altüst eder ve acı verici deneyimi kolayca renksiz, anlamsız bir hale dönüştürür. Örneğin, bir sadist kurbanına fiziksel veya cinsel şiddet uyguladıktan sonra yaklaşımını yumuşatması büyük bir psikolojik acı yaratır: “Gerçekten acı çektiğini görebiliyorum. Gerçekten kızgın olduğunu görebiliyorum. Anlıyorum. Beni dövmek istediğini biliyorum. Sorun değil. Bunu yapabilirsin. Her şey yoluna girecek. Hadi, yap. Bunu yaparsan kendini çok daha iyi hissedeceksin. Bunu yapmak istediğini biliyorum, değil mi?” Kurbanın, vurmak istediğine dair en ufak bir farkındalık, failin istediği etkiyi yaratır. Eğer hiçbir farkındalık yoksa, istek doğru şekilde varsayılır: “Bak, ne kadar korkaksın. Kendini korumak için bile cesaretin yok. Gerçek şu ki, sana yaptığımı sevdiğini biliyorum. Sadece düşündüğümden daha zavallısın. Bunu bile söyleyemiyorsun, sadece bataklık sıvısı gibisin ve başka hiçbir şey değilsin. Eğer bir insanın gölgesi olsaydın, çoktan bana vururdun, ama sen hiçsin. Yaşama hakkın bile yok. Kendini öldürsen dünyaya bir iyilik yapmış olursun. Ben bunu yapardım ama buna değmezsin.” Bir çocuk veya yetişkin zihni, bu saldırı altında parçalanır. Var olmanın utancı baskın gelir ve kendine nefret, korku, iğrenme, aşağılama ve öfke gibi karmaşık bir karışım yerleşir; bunların hiçbiri dışa vurulamaz, çünkü fail sonra aşağılama konuşmasını “Tek yapabildiğin şey acı çekmek, tıpkı hoşlandığın gibi.” diyerek devam eder. Sonra fail, hedef kişiye bir kez daha zarar verir.

    Klinik uzmanlar genellikle anksiyeteden veya korkudan bahsederler, ancak nadiren dehşetten söz ederler. Dehşet düzeyinde bir yoğunluk veya derin bir utanç, dissosiyatif bir yanıtı tetikleyebilir. Anksiyete, düşünmenin devam etmesine izin verirken, korku veya dehşet bu olasılığı keser (Davis, Walker, Miles ve Grillon, 2010; LeDoux ve Pine, 2016). Bir zihin dehşeti kaydederken, bu hiç de az bir şey değildir. Yarım dehşet gibi bir şey yoktur. Dehşetin pençesinde olmak, etkinlik ve irade kaybı üzerine derin bir utanç, bir haksızlık çekmektir. Öfke, böyle bir saldırı altında hayat bulabilir ama sonra utançla küçümsenir ve ona bağlanır (Lewis, 1987). Öfkeyi ifade etme korkusu genellikle ortaya çıkar. Dissosiyatif sürecin devre kesici mekanizması, duygusal uyuşukluğu, bedenden dışa doğru bir deneyimi (depersonalizasyon), görülebilenin üzerinde bir örtü olduğunu hissetmeyi (derealizasyon), kısmi veya tam amneziyi, kimlik karmaşasını (adını unutmak) ve kimlik değişimini (örneğin, “O yerde tecavüze uğrayan zavallı çocuk kim? Ben buradayım tavanda, güvendeyim. Ben Richard’ım, aşağıdaki çocuk ben değilim.”) güvence altına alır. Disosiyatif süreçler ayrıca inkâr, etkileşimin izolasyonu ve reddetme gibi şeyleri de içerir. Evet, savunma mekanizmalarının standartları (Freud, 1936), altında bir dissosiyatif motoru taşır. İnkar durumunda, bir durumun gerçekleri, olayın sahte hikayesiyle bağlantısız tutulur, oysa reddetme bir davranışın gerçeğinden ayrılmasını sağlar.

    Derin bir kişisel travma ve dissosiyasyon sonrasında, kendini ortaya koyma ve ilişki kurma korkuludur. Öfke ne mümkün ne de katlanılabilir bir hale gelir. Aşağılanma tahammül edilemez. Yüzleşme ve tartışmaya girmek ihtimal dışıdır. George ve Martha’yı “Kim Korkar Hain Kurttan?” (Who’s Afraid of Virginia Woolf) (Albee, 1990) oyununda, ya da ”Kılpayı” (A Delicate Balance)” (Albee, 1966) oyunundaki aile sahnesini, ya da belki de “Kızgın Damdaki Kedi” (Cat on a Hot Tin Roof) (Williams, 2014) oyununu örnek alabilirsiniz. Bu aile sahnelerinin toksikliği, yetişkinlerin cehennemi olarak iyi bilinmektedir. Ama ya 3 yaşındaysanız ve her şeyin ortasındaysanız? Yoğun bir şekilde aktive olmuş dissosiyatif bir süreç başlangıçta merhametli olabilir, ancak kalıcı hale geldiğinde şeytanın pazarlığına dönüşür.

    Zihnin Çoklu Benlik Durumu Modelinin Ekonomikliği

    Etkinleşmiş bir dissosiyatif süreç, bebeklik, çocukluk, geç çocukluk, ergenlik ve erken yetişkinlik yıllarının bütünleşmemiş kalıntılarına yol açar ve bu kalıntılar, anlam veya ilişki olmaksızın, doğallıkla izole kendilik durumları olarak yoğunlaşarak dağınık ve yönsüz bir düzen oluşturur (Main ve Morgan, 1996). Bir klinisyenin zihnindeki, hastanın zihniyle örtüşen bir zihin modeli, hasta için moral verici olup anlaşılma hissine katkıda bulunur. Bir kişi, Cambridge Depersonalizasyon Ölçeği’ni uyguladığım bir danışmanlık sonrası bana şöyle yazmıştı: “Yaptırdığınız test, bana verilen ilk testti ki gerçekten bana hitap etti, hissettiğimi en yakın şekilde dile getirdi; son zamanlarda kendimi daha parçalanmış ve dağılmış hissediyorum ve bu gerçekten hiç eğlenceli değil.” Bu “klinisyenin beni anlaması” hissi, altın değerinde. Zorluk, hem insanların nasıl olduğunu uyumlu şekilde yansıtan hem de bilimsel olarak sağlam bir şekilde temellendirilmiş modele sahip olmaktır. Şanslıyız ki klinik bilim, nihayet insanlığımızla uyum sağlamaya başlamıştır.

    Anne-bebek etkileşiminin sofistike analizleri, anlaşılma hissinin temelinde muhtemelen sözsüz deneyime olan mikro uyumları göstermektedir (Beebe et al., 2016). Bebeklik dönemi zihinsel durumları, yetişkinliğe kadar örüntülü davranışlar olarak devam eder (Hesse, 1999; George, Kaplan ve Main, 1996; Lyons-Ruth, 2003; Main ve Goldwyn, 1985; Ogawa, Sroufe, Weinfield, Carlson ve Egelend, 1997; Van IJzendoorn, 1995). Bowlby’nin deaktivasyon, ayrılmış alt sistemler ve savunmacı dışlama (tüm dissosiyatif süreçler)  orijinal tanımlamaları kendilik ve dünya hakkındaki kalıcı içsel çalışma modellerinin bir parçasıdır (kendilik durumu oluşumu) ve ilişki kurma, tekrarlayan ve kalıcı davranışsal durumlarla ilgili bağlanma örüntüleri olarak açığa çıkar (Bowlby, 1980; Bretherton, 1992).

    Bowlby, Anna Freud ve Dorothy Burlingham’ın Hampstead kliniğindeki gözlemlerini not etmiştir: “Çocuklar, sürekli olarak huysuz ve zaman zaman onlara acımasız davranan annelere bile tutunur. Küçük çocuğun annesine olan bağlanması, büyük ölçüde annenin kişisel özelliklerinden bağımsız gibi görünmektedir” (Burlingham ve Freud, 1942, s. 47, Bowlby, 1958, s. 353). Bowlby ayrıca, “Bağlanmanın, alınanla ne kadar bağımsız olduğu çok açık bir şekilde bu kayıtlarda görülmektedir” demiştir. Çocuğun annesiyle sosyal bir bağı vardır, bir şekilde annesiyle “bir arada olma” hali vardır. Bu olma halleri, farklı ilişki konstelasyonları için “farklı olma” biçimleri olan ve bunların “ben olmak” şeklinde pekiştiği yetişkin dissosiyatif hastalarımda gözlemlediğim şeylerdir. Zihnin dokusu ilişkiseldir. Zihnin çoklu kendilik durumu modeli bu bakış açılarını içermektedir.

    Putnam’ın zihnin ayrık davranışsal durumlar modeli (Putnam, 1997), büyük ölçüde Peter Wolff’un (1987) gözlemsel çalışmalarına dayanmaktadır ve daha sonra bu modeli, “bebek gözlemcileri”nin bebekler ve uyku düzenleri üzerindeki çalışmalarından elde edilen “durum alanları” (state space) kavramını kullanarak geliştirmiştir (Putnam, 2016). Kendilik örgütlenmesi, birimsel kendilik yanılsaması yaratmak için birden fazla varlık durumunun bir araya gelmesini sağlayan doğal bir biçimde gerçekleşir (Stechler ve Kaplan, 1980). Bunlar, bir zihnin varlığını hissetmenin temellerini atan zihin durumlarıdır (Siegel, 1999).

    Wolff’un bebeklerin şu ya da bu durumda işgal ettiği davranış adalarına ilişkin dikkatli tanımlamaları, uyum sağlayan annenin bebeğinin bir şeye ihtiyaç duymak üzere olduğunu bilmesi gibi adalar arasında köprüler kuran sağlıklı ebeveyn kavramıyla kolayca bağdaşabilir. Sağlıklı ebeveynler, çocuklarının ihtiyaçlarını bunu nasıl bildiklerini söyleyemeden önce bile hissedebilirler. Bowlby, başkalarının ihtiyaçlarına duyarlı olmayı öğrenmeyen ebeveynlerin (köprü kurma becerilerinden yoksun olan veya kendi denge durumlarını tehdit edebilecek köprüler kurmaya karşı çıkan ebeveynlerin) çocuğun zihni üzerinde güçlü bir biçimlendirici etkisi olduğunu fark etmiştir. Bu durum, psikodinamiklerin doğrudan bir darbe almasıyla ve kendilik ve öteki algısının süreksizlik yönünde kalıcı bir şekilde ayrık kendilik durumlarına yönelmesiyle sonuçlanır.

    Putnam’ın, kalp atış hızı, solunum hızı ve fiziksel hareket gibi şeyleri üç boyutta haritalayarak türettiği durum alanı kavramı, davranışsal örüntülerin bilgisayar tarafından çizilmesine olanak tanıdı. Bu örüntüler, aktif uyanıklık durumundan açlık, doygunluk, uykululuk, inaktif uyanıklık gibi durumlara geçişleri içeren ve bir dereceye kadar tahmin edilebilir bir dizi durum değişikliği olarak tekrar ediyordu. Dikkate değer olan, bazı durum alanı geçişlerinin tek yönlü olmasıydı; örneğin, doygunluktan uykulu hale geçiş olurken, uykululuktan doygunluğa geçiş olmuyordu. Yetişkinlerde durum alanı geçişlerini takip etmek daha zordur, ancak yüksek derecede dissosiyatif bireylerde bu geçişler daha belirgindir, çünkü bir duruş değişikliği, kişinin bilgi birikiminde bir değişiklik, kısaltılmış bir yaşam öyküsü, daralmış bir duygu yelpazesi, zamanın bozulması (durumla ilişkili flashback niteliğinde yanlış yıl, yer ve durum atamaları) veya kötüye kullanım beklentisine bağlı olarak yükselmiş adrenalin gibi belirtiler olabilir. Bilgili klinisyenler, bir hastanın solunum hızı ve derinliği, fiziksel gerilim dereceleri, hızlı kalp atışının izleri (örneğin, boyun damarlarındaki pulsasyonlar), parmak ve ayakla ritim tutmak veya bacak hareketleri gibi affektif bozuklukların belirtilerini öğrenirler; bu bozukluklar, hasta tarafından bilinçli olmayabilir ve gelecekteki davranışı öngören bir durum alanı değişikliğiyle ilişkili olabilir. Bu geçişler, öngörülemez veya güvenilmez davranışlar olarak gözlemlenir ve değişken bir dünya görüşü oluşturur; deneyimin süreksizliği, böyle bir kişinin yaşamını ve klinik sunumunu anlamanın şifresi gibidir (Chefetz, 2015b). Sanki iki farklı kişi, farklı hassasiyetlere sahip, aynı anda konuşuyormuş gibi görünürken bir kişiymiş gibi davranıyordur. Bu durum kafa karıştırıcı olabilir.

    Örneğin, büyük bir şirkette son derece sofistike bir üst düzey yönetici, erken çocukluğunda, tekrarlanan şiddetli tecavüzden kaçmak için bir dolaba saklanmıştı. Şirketinin ergonomik planlamasında yapılan bir değişiklik ve yeni bir genel merkez binasına taşınması, iş yerindeki alışılmış sakinliğini tamamen alt üst etti. Tanıdık ofisinden mahrum ve yeni açık ofis cam duvarlarıyla kendisini bilinçdışı olarak saklayıp duygusal olarak toparlayamayınca, işine gitmekten beklenmedik şekilde korkmaya başladı. Bu değişikliği bana bildirmeden önce, bir süre işe gitmemişti. Onun deneyiminin detaylarını anlatmasını istemem, (sadece 10 saniye kadar bir çaba harcayarak) bu 50 yaşındaki, iş kıyafetiyle ancak yüzünde korku olan kadının, ofisimdeki sandalyeye otururken dizlerini çenesinin altına almasına yol açtı. Görünüşte kendisini mobilyanın köşesine sıkıştırmaya çalışarak, sanki boğuk ama aynı zamanda aramızdaki havayı delip geçen bir ağlama sesi çıkarmaya başladı, bu ses kulağa dayanılmaz geliyordu. Flashback kalitesinde deneyimin eşlik ettiği daha organize bir kendilik durumu olarak ortaya çıkan geçmişin çocuksu durum alanıyla karşı karşıya kalmıştım. Ne yazık ki, bu durum, karmaşık travma sonrası stres bozukluğu ve dissosiyatif bozuklukların psikoterapisinde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bu bir regresyon değil; faaliyette olan dissosiyatif süreçtir.

    Zihinsel durumların ve “bizim nasıl olduğumuzun” psikolojisine yönelik bir diğer teorik yaklaşım, zihinselleştirme teorisidir (Bateman ve Fonagy, 2006; Fonagy, Gergely, Jurist ve Target, 2003; Fonagy ve Target, 2007; Gergely, Nádasdy, Csibra, & Biro, 1995; Gergely ve Watson, 1996), bu yaklaşım, zihinsel durumların önemine odaklanırken, istemeden çoklu kendilik durumu modeline de destek olur. Bilişsel-duygusal-kişilerarası şemalar (Luyten, Blatt ve Fonagy, 2013), zihinselleşme teorisinin erken dönemine bir uzantıdır ve çoklu kendilik psikolojisinin bazı temel meselelerini vurgular (Chefetz ve Bromberg, 2004). Reflektif fonksiyon ve zihin teorisi kazanımı, psikolojik denkliğin, taklit etme ve teleolojik düşünme modlarını ustaca öğrenme yoluyla gelişen bir gelişimsel süreçten ortaya çıkar. Bu, önceki işlerdeki amaçsallık ve nedensellik (Dennett, 1971) düşünme modlarıyla ilgili çalışmalara dayanmaktadır. Yabancı kendilik kavramı (Fonagy ve diğ., 2003), çoklu kendilik durumu modeliyle aynı doğrultuda olmasına rağmen böyle belirtilmemiştir. Reflektif fonksiyon kapasitesinin kazanılması, başkalarının zihinsel durumlarını hayal etme becerisi, psikoterapide olumlu sonuçları öngörür (Cologon, Schweitzer, King ve Nolte, 2017). Kişinin kendi zihnindeki izole zihinsel durumları önce hayal etme, sonra da onlara uyumlanabilme becerisi, deneyimime göre DKB psikoterapisinde de olumlu sonuçları öngörür.

    Bütünsel Bilincin Yaratılmasını Sağlayan Bazı Düzenleyici Görevler 

    Kendilik durumlarının psikodinamiği genellikle iki bilinçdışı görevin etrafında organize olur: anlatı düzenlemesi ve duygu düzenlemesi. Dissosiyatif süreçler, günlük tutarlı düşünmeyi sürdürmek için basit bir budama işleminden öteye geçtiğinde, bir dünya görüşünün sahte bir şekilde asimilasyonunu veya uyumunu başarmak amacıyla hafızaları (amnezi) ortadan kaldırarak ya da olayların gerçeklerini (genellikle inkar ve reddetme) çarpıtarak anlatıyı bilince kabul edilebilir bir hale getirir (örneğin, “Normal bir çocukluk ve tipik bir aile hayatım vardı”) ve/veya birinin duygu bilme kapasitesini azaltır (örneğin, “Bu benim için hiçbir şey ifade etmiyor, ne olduğu ya da kimlerin dahil olduğu konusunda hiçbir şey hissetmiyorum, sadece var”). Bu, kompleks travma sonrası stres bozukluğu (Herman, 1992) veya borderline kişilik bozukluğu (Zanarini ve diğ., 2008) için tipiktir. Saptırma, yanlış yapma ve ciddi şekilde yanıltıcı ifadeler ya da eylemler, eğitimsiz terapisti sersemletir ve kafa karıştırır. Çocukluktaki aktif veya pasif ihmal, açık veya gelişimsel travma, tekrarlayan çocukluk tıbbi ya da cerrahi hastalıklar, zorbalık (Teicher, Samson, Sheu, Polcari ve McGreenery, 2010), ebeveyn alkolik öfkeleri, duygusal şiddet içeren evlilik çatışmaları, travmatik narsisizm (Shaw, 2013) ve dissosiyatif olarak tutulan ebeveyn travması (Yehuda ve diğ., 2014) bu dissosiyatif adaptasyon kümelerini çocuklukta oluşturur. Psikodinamikler, deneyimlerin, davranışların ve motivasyonların ardındaki anlamları bilinçten saklayan dissosiyatif süreçler tarafından derinden etkilenir. Duygu düzenlemesi sıklıkla depersonalize olmuş uyuşma, obsesyonel izolasyon, sekonder aleksitimi ve dayanılmaz olanın ifadesini talep ederken şiddetli başarısızlıklarla zayıflar.

    Dissosiyatif Süreçlerin Psikodinamik Üzerindeki Derin Etkisi

    35 yaşında DKB’li bir erkek, 10 yıl boyunca haftada iki kez psikoterapi almakta olan bir hastaydı. Eşiyle arasında giderek artan bir gerilim vardı ve eşine derin bir aşk duyarken, aynı zamanda ona dokunulmasını istemediği ve erkek bedenlerine karşı sık sık ama tamamen aralıklı bir şekilde hayranlık duyduğu bir farkındalık yaşamaktaydı. Psikoterapisi ilerledikçe, yaklaşık 4 yaşına yönelik bir kendilik durumu fark etti ve içsel geçişsel bir alanda (Chefetz, 2015a) yer aldı. Bu durumda, bir şişme botun üzerinde olmakla ilgili öznel deneyim yaşadığı bir alanda bulunuyordu. Dokunulmak, botta  olmanın duygusal izolasyonu ve düşlem halini kesiyor ve onu duygusal aşırı yüklenme riskiyle karşı karşıya bırakıyordu. Erkek bedenlerine duyduğu hayranlık, ergenlik yıllarında yaşadığı bir deneyimle başlamıştı ve bu durum, onun ve başkalarının onu homoseksüel olup olmadığı konusunda merak etmelerine neden olmuştu. Daha önce farkında olmadığı derin depersonalizasyonu ve bedeniyle hayatta olduğunu hissetmeme durumu, bir erkek olmanın ve bedeni olan bir erkek olmanın ne hissettirdiğini bilme isteğiyle sonuçlanmıştı. Bu dinamiklerin farkındalığı ve hastanın izole olmuş kendilik durumlarıyla yapılan derin bir tartışma (Kluft, 2006) sonucunda, eşinden fiziksel mesafeyi koruma ihtiyacı ortadan kalkmış ve cinsel ilişkileri yeniden canlanmıştı. Erkek bedenleriyle ilgili takıntılar, depersonalizasyonunun büyük ölçüde azalmasıyla birlikte çözülmüştü. Dissosiyatif süreçleri anlamadan bilgisiz bir klinisyen bu sorunları çözülmez bulabilir ya da hastanın erkeklerle olmaya kadınlarla olmaktan daha fazla ilgi duyduğunu varsayabilirdi. Dissosiyatif süreçler psikodinamiği bozar ve gelişimsel ya da açık travmatik deneyimlerin ardından insanlığımızı anlamamız için hayati öneme sahiptir.

    Sonuç 

    İnsan olmayı incelemede, genellikle aşırı uçların ortadakiler hakkında çok şey öğrettiği doğrudur. Dissosiyatif süreçler normaldir. Ancak, bu süreçler daha yüksek bir aktivasyon seviyesine zorlandığında ve yararlılıkları çoktan sona erdikten sonra devam ettiklerinde, öznel deneyimi ve psikodinamiği bozarlar. Çok çaba harcandığı halde iyileşmeyen vakalarla ilgilenen bir klinisyen, dissosiyatif deneyimi ve bu süreçlerin psikodinamikleri nasıl yönlendirdiğini iyi bir şekilde gözden geçirmelidir. Eğer bu yeni bilgi ve merak şu anda belirli bir kişiye yardımcı olmuyorsa, başka bir insanda gelişimle ödüllendirilmesi muhtemelen çok uzun sürmeyecektir.

  • Göçmenler ve Mültecilerle Psikodinamik Psikoterapide Çalışmak (19. Bölüm)

    Pratyusha Tummala-Narra

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin 19. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    2015 yılında, Filistinli mülteciler hariç yaklaşık 244 milyon uluslararası göçmen ve 16 milyon mülteci olduğu tahmin edilmekteydi (Migration Policy Institute, 2017; Pew Research Center, 2017). Ruh sağlığı profesyonelleri giderek artan bir şekilde göçmenler ve mültecilerin özgün ihtiyaçlarını ele almaya çağrılıyordu. Psikanalizde, intrapsişik ve kişilerarası deneyimlerin sosyokültürel boyutları uzun bir süre ihmal edilmiş olmasına rağmen, çağdaş araştırmacılar, göçmenler ve mültecilerin çeşitli deneyimlerini ve kültür, dil, ırk, cinsiyet, etnik köken, sosyal sınıf ve kesişimselliğin psikoterapi sürecindeki rolünü incelemenin önemini fark etmektedirler (Ainslie, Tummala-Narra, Harlem, Barbanel ve Ruth, 2013). Göç ve sürgün bağlamında psikanaliz konusu geniş bir kapsam taşısa da bu bölüm, kültürel açıdan bilinçli psikanalitik pratiğe yönelik kritik olan bazı ortak örüntüleri ve deneyimleri sunmayı amaçlamaktadır. Bu bölüm, göç öncesi ve sonrası bağlamlar, kültürel olarak uyum/entegrasyon sağlama ve bu süreçle ilgili stresler ile travmayı ele almaktadır. Bu faktörlerin, ayrılık ve kaybın ele alınması ile terapötik ilişkinin dinamikleri üzerindeki etkileri tartışılmaktadır.

    Göç Bağlamı

    Göçün bireyler ve topluluklar üzerindeki etkisinin psikanalitik anlayışları, göçmenler ve mültecilerin belirgin göç öncesi ve sonrası bağlamlarını dikkate alır. Özellikle, mülteciler savaş; siyasi, dini ya da etnik zulüm; ve/veya çevresel afetler nedeniyle evlerinden zorla ayrıldıkları için göç ederler. Pek çok mülteci, nihai yerleşim yerlerine ulaşmadan önce birden fazla kez yerinden edilmiş ve yeniden yerleştirilmiştir (APA, 2012). Bu kişiler, ciddi fiziksel, cinsel ve duygusal travma ve zaman zaman işkence riski altındadırlar ve varacakları ülkelerine gelmeden önce çeşitli mülteci kamplarında yaşamış olabilirler (APA, 2010; Robjant, Hassan ve Katona, 2009). Mültecilerin aksine, özellikle yetişkin olan göçmenler, genellikle doğdukları ülkelerden ayrılma konusunda bir tercihe sahiptirler. Yeni bir ülkeye göç etme nedenleri yoksulluktan ve siyasi ya da sosyal huzursuzluktan kaçma, eğitim ve istihdam olanakları arama ve aile üyeleriyle yeniden bir araya gelme gibi çeşitlilik gösterebilir (APA, 2012). Göçmenlerin göç öncesi bağlamı da, mültecilerde olduğu gibi, kişilerarası, sosyal ve politik travma deneyimlerini içerebilir ve bu deneyimler göç etme kararını tetikleyen bir faktör haline gelebilir (Ainslie ve diğerleri, 2013).

    Göç sürecine dair psikanalitik bakış açıları, karmaşık duygusal durumları içeren tüm intrapsişik, kişilerarası ve sosyal deneyim yelpazesini vurgular. Birçok göçmen ve mülteci, ayrılık kaygısı, belirsizlik kaygısıve depresif kaygı gibi çeşitli kaygı türleri deneyimlemektedir (Akhtar, 2011; Grinberg ve Grinberg, 1989). Akhtar (2011), çevresel değişikliklerin ve tanıdık nesnelerin kaybının bireyin egosu üzerindeki olumsuz etkilerini ayrıntılı bir şekilde tanımlamış; bireyin, yeni ve tanıdık olmayan bir fiziksel ve kültürel ortamla karşılaştığında, başlangıçtaki heyecan duygusunun yerini yön kaybı ve pişmanlık duygularının alabileceğini ve kaygı, üzüntü, kafa karışıklığı ve yas duygularının umut ve iyimserlik hisleriyle bir arada bulunabileceğini belirtmiştir. Dahası, bu bireyler ve topluluklar arasında psikolojik sıkıntı deneyimleri, bireysel ve kolektif dayanıklılıkla birlikte var olur ve zaman ve bağlama bağlı olarak değişim gösterebilir (APA, 2012).

    Göç sonrası bağlam, yalnızca göçmenin veya mültecinin yeni ve tanıdık olmayan bir çevreye dair deneyimleriyle değil, aynı zamanda barınma, gıda, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi temel ihtiyaçları karşılama durumu ve diğer insanların göçmenler ve mültecilere yönelik algılarıyla da şekillenen ikilemler sunar. Göçmenlerin ve mültecilerin yeni ülkelerindeki kabulleri de bu bağlamın bir parçasıdır. Egemen toplumlarda göçmenlere yönelik olumsuz tutumlar, özellikle ırksal ve dini azınlıklara mensup göçmenler için artan bir kaygıya neden olur ve onların yeni kültürel bağlama uyum sağlama çabalarını zedeler.

    Uyum Süreci (Acculturation)

    Uyum sağlamanın “doğru” ya da “en iyi” bir yolu olmamakla birlikte, bu sürecin belirli yönlerinin göçmenler ve mülteciler için riskler oluşturabileceği belirtilmelidir. Araştırmalar, özellikle ABD’deki baskın kültüre uyum sağlamanın yüksek riskli davranışlarla ilişkilendirilebileceğini göstermektedir (APA, 2012). ABD’deki ırki kökeni farklı olan azınlık göçmenleri üzerine yapılan çalışmaların çoğu, göçmenlerin ABD doğumlu çocuklarının, sağlık, zihinsel sağlık ve eğitim sonuçları açısından, yurt dışında doğmuş akranlarına göre daha kötü durumda olduğunu göstermektedir. Bu durum, göçmen paradoksu olarak adlandırılmıştır (Alegria et al., 2008; García-Coll ve Marks, 2012). Bu bulgular, birinci nesil (ABD’ye yetişkin olarak gelenler) ve ikinci nesil (ABD’de doğup büyüyenler) göçmenlerin uyum süreçlerini ve beraberinde gelen stresi nasıl deneyimledikleri konusunda sorular ortaya koymaktadır. Psikanalitik alandaki araştırmacılar, göç ve kültürel uyum stresi ile ilgili olarak kaygı, depresyon ve kafa karışıklığından oluşan etkileri geniş bir şekilde ele almışlardır. (Akhtar, 2011). Aşağıdaki bölümlerde, uyum sürecinin iki özel yönüne, aile yaşamına ve toplumsal konuma odaklanılacaktır.

    Aile Yaşamı

    Göçmen aileler, aile yapısı ve farklı aile üyelerinin rollerinin bazen dramatik bir şekilde değişebileceği için yeni zorluklarla sıkça karşılaşırlar. Bazı ailelerde cinsiyet rolleri, ebeveynlerin, çocukların ve büyükanne ve büyükbaba gibi geniş aile üyelerinin günlük yaşamlarını etkileyen biçimlerde dönüşebilir. Genellikle, göçmen ebeveynler, çocuklarının ABD kültürel bağlamında yön bulmalarına yardımcı olmak ve  gözlemlemek ile kendi kültürel, dini ve dil miraslarını koruma arasında mücadele ederler. Göçmen ebeveynler, yeni ülkede ebeveynlik yaparken genellikle benzer etnik kökene sahip diğer göçmenlere güvenme eğilimindedirler, çünkü dil, kültür, yemek ve din gibi ortaklıklar güven duygusu ve “duygusal yenilenme/destek” sağlar. (Akhtar, 2011). Birçok göçmen ve mülteci, kültürü sürdürmek ve eski ülkelerinden ayrı kaldıkları insanlarla bağlantıyı korumak için kültürel mirası aktarma isteği taşır. Bu, bir hastanın oğlunun ABD’ye uyum sağlaması konusundaki endişesini anlatmasında açıkça görülmektedir: “Ona nereden geldiğimizi hatırlatmaya devam etmezsem tamamen unutabilir, fazla Amerikanlaşabilir. O zaman biz nasıl yaşayacağız? Neden buraya geldik?”

    Ebeveynlerin göçle ilgili bilinçli ve bilinçdışı duygusal deneyimleri, baskıya maruz kalmaları, kültürel bağları ve göç ile ayrılığa eşlik eden arzuları ve korkuları, kuşaklararası olarak aktarılır ve çocuklar tarafından içselleştirilir (Eisold, 2012; Saketopoulou, 2015; White, 2015). Önemle belirtmek gerekir ki, kültürel perspektifler hem ebeveynler hem de çocuklar için yaşam boyunca dönüşüm geçirir ve eski içsel (intrapsişik) ve kişilerarası çatışmaları yeniden gündeme getirirken yenilerini ortaya çıkarır. Göçmen ve mülteci çocukları, ebeveynlerinin yeni ülkeye ulaşmak için karşılaştıkları engelleri aşmadaki direncini ve/veya tanıdık olmayan bir bağlamla başa çıkma yetilerini fark ederken, ebeveynlerinin hayalleri ve beklentileriyle mücadele ederler. Bir yandan, ikinci kuşak, ebeveynlerinin erişemediği şeyleri elde etmeye yönelir; diğer yandan, ebeveynlerinin kısıtlamalarının ötesinde, baskın kültürde yer almak isterler. Ebeveynlerin ve çocukların farklı uyum süreçleri kuşaklar arası çatışmalara yol açabilir ve bu durum aile yaşamı ve bireylerin ruh sağlığını etkileyen bir stres kaynağı olabilir (Sherry ve Ornstein, 2014). Ne yazık ki, bu tür çatışmalar ve uyum sürecinin dışsal talepleri (örneğin, iş yerine veya okula uyum sağlama, ırkçılığa maruz kalma deneyimi) genellikle ev içinde konuşulmaz ve ev dışında kalan kişiler tarafından fark edilmez.

    Toplumsal Konum (Social Location)

    Göçmenler ve mülteciler, toplumsal konumlarında önemli değişiklikler yaşarlar. Cinsiyet, ırk, etnik köken, din, dil, sosyal sınıf, fiziksel engellilik ve göçmenlik statüsü gibi kimlik unsurları, kabul edildikleri ülkede farklı psikolojik anlamlar ve toplumsal sonuçlar taşır. Bireyin miras kültürüne dayalı toplumsal kimliği, yeni kültürel bağlama taşınır; ancak bu süreçte toplumsal konuma dair yeni normlar oluşur (Ainslie, 2011). Örneğin, şiddetten kaçıp ülkesinden göç eden bir genç, ten renginden dolayı ABD’de Afrikalı Amerikalı olarak tanımlanabilir. Ancak bu etiket onun için yabancı olup, kültürel kimliğini yansıtmaz. Bu tür durumlarda toplumsal konumun çeşitli yönleri birey üzerinde intrapsişik, kişilerarası ve toplumsal sonuçlar doğurur.

    Toplumsal konumun etkileri,toplumsal aynalama (social mirroring) (Suarez-Orozco, 2000) kavramıyla değerlendirilebilir. Bu kavram, Winnicott’un (1971) aynalama konseptini genişleterek, göçmenlerin evleri dışındaki ortamda, özellikle baskın kültürde aldıkları mesajları tanımlamak için kullanılır. Göçmenler ve mülteciler, göç sonrası bağlamda etnik, dilsel ve dini miraslarının kabul gördüğünü deneyimlediklerinde, uyum ve kimlik gelişimi açısından daha geniş bir seçenek yelpazesine erişebilirler. Ancak, toplumsal konumlarına (örneğin, ırk, kültür, cinsiyet, din, sosyal sınıf, engellilik, ulusal köken, göçmenlik statüsü) dair olumsuz mesajlar bu seçenekleri kısıtlar ve baskın kültüre karşı izolasyon, görünmezlik ve kızgınlık gibi savunma mekanizmalarını tetikler. Bazı durumlarda, bireyin köken ülkesindeki toplumsal/sosyal konum algıları ve anlamları, göç edilen ülkedekilerle çelişebilir. Örneğin, 43 yaşındaki Bangladeşli bir göçmen olan hastam Shruti, Bangladeş’te kast sistemi nedeniyle marjinalleşmiş hissettiğini ve ABD’de de düşük gelir ve ırkı yüzünden dışlandığını ifade etti. Şöyle dedi: “Bangladeş’te kast yüzünden çok sorun var; insanlar sana tepeden bakıyor, tıpkı eşimin ailesinin yaptığı gibi. Onlar daha yüksek bir kasttan geliyorlar ve evliliğe tamamen karşılardı. Burada da çok çalışıyoruz ama eğer zengin değilsen ve bizim gibi esmer tenliysen insanlar yine sana tepeden bakıyor. Nerede olursan ol kazanamıyorsun.” Shruti’nin deneyimleri, göç öncesi ve sonrası bağlamlarda olumsuz aynalamayı gösteriyor. Ayrıca bu deneyimlerin kendilik algısını nasıl şekillendirdiğini şu şekilde paylaştı: “Bunu kafama takmamaya çalışıyorum ama bazen kötü hissettiriyor, sanki nereye gidersem gideyim yeterince iyi değilim.”

    Çift Kültürlü ve Çift Dilli Kimlik

    Göçmenler ve mülteciler arasında kimlik gelişimi, köken ülkesi ile yerleşilen, göç edilen ülke arasındaki fiziksel ve psikolojik mesafenin müzakeresini içerir (Akhtar, 2011). Bu müzakere, çeşitli savunma mekanizmalarının kullanımını içerir: bölme (köken ülkesini ve/veya kabul edilen ülkeyi idealize etme veya değersizleştirme), geri çekilme (sadece kendi kültürel grubu ile ilişki kurma) ve karşı fobik asimilasyon (“-mış gibi” bir kimlik geliştirerek hızlıca ev sahibi kültürle özdeşleşme) (Akhtar, 2011; Lijtmaer, 2001). Bu savunmalar, göçmen ve mültecilerin psikolojik ev algısının merkezindedir ve bu algı yaşam boyunca değişebilir (Tummala-Narra, 2009).

    Bazı psikolojik teoriler, kültürel kimlik ve uyum süreçlerini doğrusal bir gelişim süreci olarak ele alırken, psikanalitik teorisyenler, kültürel kimliği dinamik ve akışkan bir süreç olarak görürler (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Göçmenler ve mülteciler için kültürel kimlik; aile, kültürel gruplar, dil ve fiziksel çevre (ör. köken ülkesi, baskın toplum) ile psikolojik bağların; içsel ve kişilerarası çatışmaların; bilinçdışı arzular ve korkuların; ve çelişkili kültürel, dilsel ve fiziksel alanlar ile inanç sistemlerini yönetmek için benimsenen savunma mekanizmalarının bir birleşimidir. Kültürel kimlik, yaşam boyu bireyin ruhunu ve kişilerarası ilişkilerini dönüştürücü yollarla şekillendiren dinamik bir süreç olarak da kabul edilir. Kültürel inançlar ve uygulamalar bağlama ve zamana göre değişerek bireyin kendilik ve öteki algısını yeniden şekillendirir.

    Ayrıca, yeni bir kültürel ortama uyum sağlama ve bu ortamda yaşama sürecinde dilin anlamları ve kullanımı da zamanla değişebilir. Hastam Monica, ergenlik döneminde önce İspanya’dan İskoçya’ya, ardından ise Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş  ve İngilizce konuşulan ülkelerdeki yaşamına uyum sağlamanın bir yolu olarak giderek ana dilinden “vazgeçmişti”. Monica, İngilizceye daha akıcı bir şekilde hakim oldukça, ebeveynleriyle İspanyolca konuşmayı daha az tercih etmiş ve bu durum ebeveynlerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Yetişkin olduğunda, hem İngilizce hem İspanyolca konuşan bir partner ilişkisi olana kadar ailesi ve arkadaşlarıyla yalnızca İngilizce iletişim kurmaya karar vermiştir. Monica, bu ilişkide yalnızca İspanyolca konuşmakla değil, aynı zamanda İspanyolca işlenmiş ve daha sonra İngilizce konuşma becerilerini geliştirme çabası sırasında bilincinden bastırılmış olan çocukluk anıları ve duygusal deneyimlerle de bağlantı kurabildiğini fark etti.

    Göçmenler ve mülteciler arasında iki dillilik ve çok dilliliğin intrapsişik ve kişilerarası yönleri, bireylerin, ailelerin ve toplulukların anadilin kimlik oluşumu ve ilişkisel yaşamdaki rolünü nasıl tanımladıklarına dair önemli etkiler taşır. (Ainslie ve ark., 2013; Akhtar, 2011). Bireyin ana dili ve/veya kabul edilen dille olan bağlantısı, hem etnik topluluk içinde hem de baskın toplumda bir aidiyet ya da özgünlük duygusunu gösterebilir. Kültür dile yerleştiği için, kültürel inançların, tutumların ve deneyimlerin ifadesi, herhangi bir belirli dilin kullanımıyla bağlantılıdır. Çift dilli ve çok dilli bireyler, anıları ve duyguları her ayrı dilde benzersiz şekillerde deneyimleyebilir ve bu durum, yaşam deneyimlerinin terapi içinde ve dışında nasıl ifade edildiği üzerinde etkiler yaratabilir (Ainslie ve ark., 2013; APA, 2012; Foster, 1996).

    Kesişimsellik Deneyimi

    Psikanalitik araştırmacılar, kiişilik gelişiminde kesişimselliğin rolü hakkında giderek daha fazla yazmaktadır. (Crenshaw, 1989; Ruth, 2012; Suchet, 2004). Kesişimsellik terimi, bir bireyin kendilik duygusunun birden fazla kültürel ve grup kimliğiyle nasıl şekillendiğini ifade eder (Mahalingam, Balan ve Haritatos, 2008). Kesişimsellik temelli kültürel bir alanın yaratılması, kişinin köken ülkesinde mümkün olmayabilecek şekillerde yaratıcılığı ve özgürlüğü harekete geçirebilir. Aynı zamanda, kesişimsel kimliğin gelişimi, kimliğin her bir boyutunda bilinçli ve bilinçdışı çatışmaları içerir (Ruth, 2012). Bu süreçte birey, başkalarının kendi kültürel grubuna dair algıları da dahil olmak üzere, önemli ilişkilerin bazı yönlerini içselleştirir. Bu çatışmalar, farklı zamanlarda hem uyum sağlayıcı hem de zarar verici olabilecek şekillerde ele alınır (Tummala-Narra, 2016).

    Lobban (2016), göçmenlere, kabul edilen kültürel bağlamda farklılıklarına yönelik verilen tepkilerin, göçmenlerin “çifte bilinç” (Du Bois, 1994) duygusunu ve aradaki boşluklarda durma (Bromberg, 2006) vekendi çoklu kimliklerini özgürce deneyimleme ve ifade etmebecerilerini şekillendirdiğini belirtmiştir. Kimliğin bazı yönleri daha geniş baskın kültürde görünmez olduğunda veya değersizleştirildiğinde bu yönler ayrışabilir ve zamanla bağlamsal süreklilik kaybına yol açabilir (Boulanger, 2015; Ipp, 2010). Ayrıca, birçok göçmen ve mülteci, miras kültürlerinin ve benimsenen kültürün, başkaları tarafından tanınmayan yönleriyle özdeşleştiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu durum, ABD’de yerel doğmuş bir Beyaz Amerikalı olarak algılanan Kanadalı bir göçmen, baskın olmayan bir aksanla İngilizce konuştuğu için İngilizceyi akıcı konuşamadığı varsayılan bir mülteci veya üçüncü nesil bir Meksika kökenli Amerikalı’nın yabancı olarak algılandığı örneklerde açıkça görülür. Bu örneklerde, kimliğin görünmezliği deneyimi, bir kişinin kendi sosyal konumu ve miras ve benimsenmiş kültürel bağlamlarda aidiyet duygusu hakkında aldığı mesajları nasıl içselleştirdiğini etkiler.

    Travmatik Stres

    Psikanalitik perspektifler, kişilerarası şiddet ile politik zulüm ve şiddet deneyimleri arasındaki örtüşmeleri ve farklılıkları ele alır. Tüm bu deneyimler, bireysel ve grup yok olma korkusunu, saldırganla özdeşleşmeyi ve travmatik olayların bireysel ve kolektif hafızalarda yer edinişini içerebilir (Ainslie ve ark., 2013; Luci, 2017). Günümüz psikodinamik teorisinde, göçmenler ve mültecilerin yaşamlarındaki sosyal ve politik bağlamların rolüne yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Bu bağlam, savaş, işkence, terörizm, soykırım, iç savaş, sömürgecilik, sınır dışı edilme ve cinsiyet temelli veya ırk temelli şiddet gibi konuları içermektedir. Kompleks travma kavramsallaştırması (Herman, 1992), daha geniş sistemik adaletsizlik ve şiddet bağlamında travmatik stresin psikodinamik anlayışlarında merkezi bir yer tutmuştur. Bu tür vahşetlerden sağ kalanların intrapsişik yaşamlarını terör deneyiminin etkilediği düşünülmüştür. Bu durum, dissosiyasyon, düzensizleşmiş duygu durumu ve kendilik algısı ile bedensel anılarda kendini gösterir (Boulanger, 2008; Herman, 1992; Luci, 2017; Rothe, 2008).

    Harlem (2010), dissosiyasyonu sürgün edilme psikolojisinin temel bir durumu olarak ele almıştır. Şöyle yazmıştır: “Sürgün, sadece (fiziksel olarak) geri dönemeyen birini ifade etmez; o, kendisinin diğer versiyonlarını ‘hatırlayamayan’, farklı zamanlara, fiziksel mekanlara ve ilişkilere kök salmış kendilik versiyonları arasındaki boşlukları köprüleyemeyen, kendilik durumları arasındaki ‘boşluklarda duramayan’ birisidir.” (Harlem, 2010, s. 460). Burada odak noktası, köken ülkesinden kaçış ile yeni bir ülkeye varış arasındaki fiziksel ve psikolojik boşluktur; bu süreçte özellikle sürgün, köken ülkesini terk etme seçimini içermediğinden kendiliğin bazı parçaları kaybolur. Mültecilerde şiddetli travmatizasyonun, kişinin düşünme ve düşünceler ile kavramlar arasında bağlantı kurma özgürlüğünü ifade eden “içsel hareket özgürlüğünün kaybına” yol açtığı da düşünülmektedir; buna “geçmiş ve gelecek hakkında düşünme ve fantezi kurma” da dahildir (Harnischfeger, 2013, s. 24). Bu tür kısıtlamalar, bireyin kendiliğin çeşitli yönlerini keşfetme ve travmatik deneyimlerini başkalarına özgürce ifade etme becerisini zorlaştırır.

    Birçok göçmen ve mülteci, baskın kültürel bağlamdaki baskılara ek olarak, etnik ve dini topluluklarında kişilerarası şiddet ve/veya ayrımcılık deneyimleyerek birden fazla dışlanma biçimiyle başa çıkmaktadır. (Tummala-Narra, 2016; Yi, 2014). Örneğin, hastam Patrick, 50’lerinin sonlarında, Güney Afrika’dan gelen eşcinsel bir Siyah göçmen, apartheid döneminde büyüme deneyimini ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmesini anlattı; burada ırkçı ayrımcılık yeni bir biçim almıştı: “Gençken, Güney Afrika’da Beyaz insanlardan korkarak yaşardım. Hâlâ burada (ABD’de) bir Siyah adam olarak kendimi kontrol etmem gerekiyor. Beni vurabilirler, durdurabilirler.” Bir eşcinsel Güney Afrikalı Amerikan olmanın nasıl bir his olduğunu açıklarken, şunları söyledi: “Ailemde ya da kilisemizde gerçek bir kabul yok. Uzak durmam ve birçok kişiye fazla bir şey söylememem gerekiyor. Aksi takdirde, ailem incinir ya da utanır.” Patrick, çocukken bir akrabası tarafından cinsel istismara uğramış ve Güney Afrikalı kültürel mirası ile topluluğuyla bağını sürdürmekte zorlanmıştır: “Ailemdeki ve kilisedeki insanların çocuklara yönelik şiddet hakkında konuşmak istemediklerini görmek zor. Hiçbir sorun açığa çıkmasın diye sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Onlarla birlikte olmak zor.” Patrick’in hem etnik ve dini toplulukları içinde hem de dışında yaşadığı marjinalleşme deneyimleri, farklı bağlamlarda birden fazla türde travmanın karmaşık doğasını ve kimlik üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır.

    Psikodinamik Psikoterapi için Değerlendirmeler

    Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi, göç öncesi, göç sırası ve göç sonrası bağlamda ve yaşam süreci boyunca ortaya çıkan karmaşıklığın tüm yönlerini ele almalıdır. Kültürel açıdan bilgilendirilmiş bir psikanalitik yaklaşım için bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Daha önceki çalışmalarımda, psikodinamik psikoterapide sosyokültürel bağlamı ele alan beş temel alanı şu şekilde sıraladım: (1) danışanların ve terapistlerin yerel kültürel anlatılarını ve bunlarla ilgili bilinçli ve bilinçdışı anlam ve motivasyonları tanımak, (2) psikoterapide dil kullanımını ve duyguların ifade edilmesini bağlam içinde ele almak, (3) sosyal baskı ve stereotiplerin, terapisti, danışanı, terapötik süreci ve sonucu nasıl etkilediğine dikkat etmek, (4) kültürün dinamik olduğunu ve bireylerin karmaşık, kesişen kültürel kimlikleri yaratıcı, uyum sağlayıcı ya da kendine zarar verici yollarla müzakere ettiğini tanımak; ve (5) psikanalizde tarihsel travmalar ve sosyokültürel meselelerin ihmalini inceleyerek öz eleştiriyi genişletmek (Tummala-Narra, 2016). Bu çerçeveye göre kültürel yeterlilik, “sosyokültürel bağlamı anlama ve bunun intrapsişik ve kişilerarası süreçler üzerindeki etkisini, terapötik ilişki de dahil olmak üzere, tanıma, anlama ve bunlarla etkileşim kurma sürecidir” (Tummala-Narra, 2016, s. 77). Yakın zamanda yapılan bir niteliksel çalışmada, deneyimli psikanalitik psikologlarla yapılan görüşmelerde, psikanalitik psikoterapide kültürel yeterlilik kavramları, kimlik gelişimi, ilişkisel yaşam ve terapötik süreçte bilinçdışı süreçlerin (örneğin, duygu, çatışma, savunmalar) rolünü vurgulayarak, pratikte bu alanlardaki önemleri desteklemektedir (Tummala-Narra et al., 2018). Bu çerçeveyi göz önünde bulundurarak, aşağıda göçmenler ve mültecilerle psikanalitik veya psikodinamik psikoterapi çalışırken odaklanılması gereken belirli alanları detaylandırıyorum; özellikle yas tutma ve yasa tanıklık etme, ayrıca aktarım ve karşı-aktarım ile ilgilenme.

    Yas Tutma ve Tanıklık Etme

    Göçmenler ve mültecilerle psikoterapi, ayrılık, kayıp ve travmanın yaşam boyu nasıl deneyimlendiğini dikkate almalıdır. Psikoterapide bu konuları konuşmak uzun süre dissosiye olmuş duygusal ve bedensel deneyimleri tetikleyebilir. Kayıp ve travma deneyimleri dissosiye oldukça, hastalar genellikle bu deneyimler hakkında aktif bir şekilde konuşma başlatmazlar. Kültürel ve dilsel bağlamların, erken söz öncesi deneyimlerle bakım verenlerle içselleştirildiğini ve travmatik deneyimlerin, sözel dilde sembolize edilmek yerine fiziksel bedende kodlanabileceğini göz önünde bulundurmak önemlidir (Ainslie ve diğ., 2013; Harnischfeger, 2016; Luci, 2017; Winnicott, 1971). Ainslie (1998), bir kişinin miras kültüründen kaybı ve/veya ayrılmasının onarılmasında yer alan süreçleri ve stratejileri (savunmalar da dahil olmak üzere) tanımlamak için kültürel yas tutma (cultural mourning) terimini kullanmıştır. Psikoterapide yas tutma, özellikle göçmenlerle yapılan psikodinamik psikoterapinin temel bir yönü olarak düşünülmüştür. Bu, bireyin “üçüncü bireyselleşmesi”ni (Akhtar, 1999) etkilediği için önemlidir; bu süreç, kimlik oluşumu için kritik olan kültürel kayıp ve değişimi birleştirip güçlendirme çabalarıyla karakterizedir. Birçok göçmen ve mülteci için yas tutmanın bir başka önemli yönü, göçün itici gücü olmuş olabilecek, “Amerikan rüyası” gibi daha iyi bir yaşam arayışı için umut kaybıdır (Eng ve Han, 2000).Göçmenler ve mülteciler, travmatik ve travmatik olmayan durumlarda psikoterapide geniş aile ağlarının kaybı, aile yapısındaki değişiklikler, ana dilin kaybı ve ibadet yerlerine erişim kaybı gibi farklı kayıpları yansıtabilirler.

    Psikoterapi, bireylerin miras kültürüne ve egemen topluma karşı duyduğu karmaşık duyguları özgürce keşfetmelerine olanak tanıyan önemli bir fiziksel ve psikolojik alan sunar; bu şekilde kendilik, kimlik ve ilişkilerdeki sınırlamalardan sıyrılmalarına imkan verir. Terapistler, kültürel alanları birleştirirken ayrılık ve kaybı tanıyarak, hastaların miras kültürü, aile, etnik ve dini topluluklar ile egemen kültürdeki göç, uyum, kayıp ve umut deneyimleri hakkında diyalog başlatabilirler. Örneğin, bir mülteci hasta, doğduğu ülkeyi bir daha asla ziyaret edemeyeceğini fark edebilir, ve bir göçmen hasta, çocuklarının kendi doğduğu ülkedeki fiziksel ve psikolojik deneyimini asla anlayamayacaklarını fark edebilir. Her iki durumda da, hastanın kendilik algısı, egemen kültürle ve miras kültürüyle olan ilişkisi doğrultusunda değişmeye devam eder. Diğer durumlarda, yeni kültürel bağlama uyum sağlamak için gereken içsel değişiklikler, miras kültürüne veya sevdiklere bağın kaybedilme korkusu ile zorlanabilir. Burada, psikoterapi, bölünmüş ve kesintili kültürel deneyimleri ve kimlikleri keşfetme fırsatı sunar ve hasta ile terapistin daha önce düşünülmemiş kendilik olasılıklarını keşfedeceği geçişsel bir alan yaratır (Oguz, 2012; White, 2015; Winnicott, 1971). Psikoterapi, her iki dilin de iki dilli bir psikoterapi bağlamında mevcut olabileceği durumlarda, miras dili ve yeni dili de birleştirebilir. Hasta, iki veya daha fazla dil arasında geçiş yaparak deneyimlere erişebilir ve bu deneyimleri ifade edebilir.

    Hastanın travmatik deneyimler yaşadığı durumlarda, psikoterapi, terapistin, hastanın korku ve yabancılaşma deneyimlerine dair bir tanık ve bu deneyimlerin bir konteyneri olarak aktif bir şekilde katılımını içerir (Boulanger, 2008, s. 650). Tanıklık etme, sosyal, kültürel ve politik bağlamların ve toplumsal baskıların gerçekliklerine, ayrıca hastanın travmatik olaylar ve koşullar içinde hayatta kalma becerisine kulak verme ve yanıt verme sürecidir. Bu süreç, terapistin geleneksel olmayan roller üstlenmesini de gerektirebilir, örneğin hastanın temel haklarını bir mahkemede, işyerinde, sağlık kurumunda veya okulda savunmak gibi (Rothe, 2008; Tummala-Narra, 2016). Psikoterapide tanıklık ederek hastanın anlatısını dinlemek, çeşitli ayrışmış kendilik durumları “arasındaki boşluklarda durabilme” kapasitesinin gelişmesini sağlar (Bromberg, 2006; Yi, 2014). Yi (2014, s. 43), “kültürel düzeltici deneyim”i, terapistin, hastanın travmalarına, aile geçmişine ve yaşam deneyimlerine dikkatlice uyum sağladığı, bu uyumun hastanın kültür, etnik köken ve kimliğin diğer yönlerine ilişkin algılarını dönüştürme olasılığını açtığı psikoterapi için kritik bir süreç olarak tanımlamıştır. Terapistin, hastanın kayıp ve travmayı nasıl deneyimlediğine, ayrıca hastanın zamanla terapiste duygusal deneyimlerini nasıl ifade ettiğine açık kalma becerisi, hastanın yas tutma olasılığını daraltan savunmaları inceleme ve bunlarla başa çıkma kapasitesinde önemli bir rol oynar (Tummala-Narra, 2016).

    Aktarım ve Karşı Aktarım

    Göçmen ve mülteci hastalarla psikoterapide çalışmak, kültürel kimliklerin müzakere edilmesi gibi karmaşıklıkları içerir. Göç süreci dinamik olduğu için, terapistin sosyokültürel kimliğin bir yönüne odaklanırken diğer yönleri göz ardı etme eğiliminde olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Terapistler ve hastalar, etkileşimlerine kendi yaşam deneyimlerini, sosyokültürel geçmişlerini ve kimliklerini taşırlar. Roland (2005), kültürel deneyimlerimizin “karşılaştırmalı deneyimler” aracılığıyla kolayca erişilebilir olduğunu belirtmiştir. Başka bir deyişle, kültürel olarak farklı olduğunu algıladığımız bir hastayla karşılaştığımızda, kendi kültürel bakış açılarımızı bilinçli olarak tanıma eğilimindeyiz. Kültürel farklar karşısında kaygı, rahatsızlık, merak ve heyecan gibi çeşitli duygular ortaya çıkar. Bu duygusal deneyimler, terapötik ilişki içinde farklı davranışsal tepkilere katkıda bulunur. Örneğin, Asyalı Amerikalıların otorite figürleriyle daha yönlendirici bir etkileşim biçimini tercih ettiğini okuyan bir terapist, Asyalı Amerikalı bir danışanla, kültürel olarak duyarlı olacağına inandığı bir şekilde iletişim kurmaya çalışabilir. Ancak bu danışan, bu tür bir etkileşimi tercih etmeyebilir ve daha az yönlendirici bir terapist arıyor olabilir. Bu durumda, terapistin yaklaşımı iyi niyetli olmasına rağmen, Asyalı Amerikalılar arasındaki sosyokültürel deneyimlerin ve kimliklerin çeşitliliğini hesaba katmamaktadır. Psikodinamik psikoterapi, sosyokültürel deneyimlerin benzersiz doğasını ele almak için özellikle uygundur. Terapistler, hastaların kültürel deneyimlerini dinlerken, bu deneyimlerin kendilerine çelişkili ya da beklenmedik görünebileceğini kabul ederek açık fikirli kalmalıdır. Terapist ve danışanın kültürel kimliklerinin birbirine daha az görünür olduğu durumlarda (örneğin, dini azınlık, cinsel azınlık, politik zulüm ve savaş mağduru gibi) bu konu daha da önemli hale gelir (Tummala-Narra, 2016).

    Ayrıca, kültürel deneyimlere ve kültürel önyargılara dayalı aktarım ve karşı-aktarım dinamiklerini incelemek de kritiktir. Çağdaş psikanalitik akademisyenler, terapötik ilişkide karşılıklı etkileşimin önemini, terapist ve danışanın aktarım süreçlerinde birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkilediğini ve sosyo-kültürel bağlamın psikoterapideki yansımalarını vurgulamaktadır (Altman, 2010; Harlem, 2010; Yi, 2014) Hastaların ve terapistlerin birbirlerine karşı olan bilinçdışı deneyimleri ve tepkileri, yaşam deneyimleriyle şekillenir; bu deneyimlerin temel bir bileşeni de sosyo-kültürel geçmişleridir. Daha geniş sosyal, politik, ekonomik ve ırksal dinamikler, terapötik ilişkide sıklıkla yansıtılır ve yeniden üretilir (Tummala-Narra, 2016). Örneğin, bir hasta, genellikle baskın kültüre ait olmayan bir isme sahip olan bir terapistin göçmen ya da mülteci olduğunu ve aksanlı konuştuğunu varsayabilir. Benzer şekilde, bir terapist, ekonomik kaynakları sınırlı bir göçmen hastanın yasal olarak ülkede bulunma hakkı olmadığını varsayabilir. Olumlu aktarım da daha geniş sosyal dinamiklerin ve kişisel ilişkilerin bir yansıması olarak gelişebilir. Örneğin, kültürler arası bir terapötik ilişkide, terapist, hastanın etnik kökenine benzeyen bir arkadaş ya da aile üyesiyle olan deneyimlerine dayanarak yeni bir hastaya karşı olumlu duygular geliştirebilir.

    Aktarım- karşı-aktarım dinamiklerine dikkat etmek, terapistin, hastanın kültürel veya yerli anlatısını dikkatle dinleme becerisini içerir; terapistin kendi sosyo-kültürel deneyimlerinin, hastanın sözlerinde duyduğu şeyler üzerindeki olası etkisinin farkında olarak bunu yapması gerekir (Seeley, 2005; Tummala-Narra, 2016). Terapistin, hastanın dünya görüşlerine ve terapistin kendi görüşleriyle çelişen varsayımlarına tepkileri, terapistin hasta ile hayal kırıklığı yaşamasına ve psikoterapide çatışmalı sosyokültürel ve travmatik konulara girmekten kaçınmasına sebep olabilir. Hasta da terapistin bu alanlarda rahatsızlık duyduğunu algılayarak belirli konuları tartışmaktan kaçınabilir. Benzer şekilde, ortak bir sosyokültürel geçmişe sahip bir terapist ve danışan, birbirlerine karşı olumsuz duygular yaşamaktan kaçınmak amacıyla belirli kimlik yönlerini incelememeyi tercih edebilir.

    Akhtar (2011), göçmen analistlerin ve terapistlerin karşılaştığı birkaç ikilemi vurgulamıştır. Bunlar arasında kültürel tarafsızlığı sürdürme, hastanın etno kültürel olarak farklı veya benzer bir terapist seçme motivasyonunu dikkate alma, kültürel aktarım ile ilgili çağrışımlarını inceleme, terapinin veya analizin miras kültürüne ait olmayan bir dilde yapılması ve paylaşılan yansıtmalar, kültürel uyum farkları ve nostaljiyle karakterize edilen işbirliği durumlarından kaçınma yer almaktadır. Göçmen terapistler, ayrılık, kayıp, travma ve süreksizlik deneyimlerinin hastalarıyla çalışmalarına etkilerini de yazmışlardır (Akhtar, 2006; Ipp, 2010; Khouri, 2012; Lobban, 2013). Bu yazarlar, hastalarla olan etkileşimlerinin, hem hastalarının onlara yönelik algılarından (fiziksel özellikleri, aksanları ve iki dilli olmalarından kaynaklanan) hem de kendi göç, kültürel uyum, sosyal konum ve klinik eğitim deneyimlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir.

    Psikanalitik araştırmacılar, benzer etnik ve çapraz etnik ikililerde kültürel deneyimle ilgili benzerlik ve farklar konusunda varsayımlarda bulunmaktan kaçınılması gerektiğini belirtmişlerdir (Akhtar, 2011; Lobban, 2013). Bu, kültürel deneyimin karmaşıklığını ve kesişimselliği dikkate almanın önemini vurgular. Örneğin, benimle aynı yaşta olan bir ikinci kuşak Hint Amerikalı hastam, “Hintli ebeveynlerle nasıl olduğunu bilirsiniz. Eminim onların ne kadar katı olduklarıyla uğraşmak zorunda kaldınız. Burada doğdunuz, yani bilirsiniz,” dedi. Bu hastanın, benim ABD’de doğmuş olduğumu ve katı ve geleneksel ebeveynler tarafından büyütüldüğümü hayal etmesi, sadece kısmen ilişki kurabileceğim bir durumdu. Onun benzersiz deneyimini öğrenmek ve Hint Amerikalı olarak deneyimlerimizi farklılaştırmak amacıyla, “Hintli ebeveynlerim var ama büyürken senin Hintli ebeveynlerinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Bana onlardan ve onlarla olan deneyimlerinden bahset,” diye yanıt verdim. Hasta, daha sonra ebeveynleriyle ilgili benim yaşam deneyimlerimden önemli ölçüde farklı bir deneyimi anlattı.

    Sonuç

    Göçmenler ve mültecilerle psikodinamik psikoterapi çalışmak, kimlik, ilişki yaşamı ve psikolojik iyilik hali üzerinde şekillenen içsel, kişilerarası ve sosyo-kültürel deneyimlerin çok katmanlı bir şekilde ele alınmasını içerir. Göçmenler ve mülteciler arasındaki deneyimlerin çeşitliliği, ayrılık, kayıp ve travma gibi ortak deneyimlerle bir arada var olur. Kültürel değişim, kimlik ve ilişkiler, büyük ölçüde bilinçdışında, yaşam boyu uyumlu ve uyumsuz şekillerde düzenlenir. Psikodinamik psikoterapi, göçmenler ve mülteciler için ayrılık, kayıp, travma ve süreksizliği yas tutma, kültürel deneyimleri birleştirme ve kimlik dönüşümü sağlama açısından kritik bir alan sunar. Terapist, çoklu kültürel anlatıları ve kimliğin çeşitli yönlerini uyumlu bir şekilde dinleme, acı veren anılara tanıklık etme ve hastaların kültürel uyum ve değişim içinde kendilerini tanımlamak için yeni olasılıkları keşfetmelerine yardımcı olmak için benzersiz bir pozisyondadır.

  • Psikodinamik Psikoterapinin Tarihsel Bir Genel Değerlendirmesi (1. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 1. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Psikiyatrinin evrimine ilişkin açıklamalarda, tarihçiler psikoterapinin oynadığı rol konusunda karşıt görüşler sunmuşlardır. Gregory Zilboorg, Tıbbi Psikolojinin Tarihi (A History of Medical Psychology) adlı kitabında psikiyatriyi, fiziksel ve zorlayıcı tedavinin karanlık ve acımasız geçmişinden, Freudyen esinli terapilerin başlattığı yeni ve aydınlanmış bir döneme doğru yükselen bir akım olarak tasvir eder.1 Buna karşılık, Akıl Hastanesi Döneminden Prozac’a (From the Era of Asylum to Prozac) adlı kitabında Edward Shorter, Freudcu psikanalizin biyolojik psikiyatrinin açtığı yoldan felaket bir şekilde sapma olduğunu savunur.2 Psikanalizin gerçek bir yardım sağlamadığını, hatta hastaları daha da kötüleştirdiğini, ancak biyolojik bilimlerdeki ilerlemelerin psikiyatrik hastalığın daha iyi anlaşılmasına ve etkili tedaviye yol açtığını iddia eder. Üçüncü bir anlatı, psikiyatrinin tarihini ruhsal hastalıkların biyolojik ve psikolojik açıklamaları arasında tekrar tekrar savrulma olarak gören Fulford ve diğerleri tarafından sağlanmıştır.3 Birçok klinisyen için görev, bu görünüşte kutuplaşmış yaklaşımları uzlaştırmak olmuştur. Örneğin, Jeremy Holmes biyolojik araştırmaların psikoterapinin teorisi ve pratiğine önemli bir katkı sağladığını vurgulamıştır.4 Gerçekten de, Freud Bilimsel Psikoloji Projesi‘nde (Project for a Scientific Psychology) bilimin nihayetinde psikanalizin biyolojik temellerini ortaya çıkaracağı umudunu dile getirmiştir.

    Psikiyatride psikolojik terapilerin tarihine ve özellikle psikodinamik psikoterapiye yoğunlaşılırsa, ne zaman ve nereden başlanır? Her şey fin de siècle Viyana’sında psikanaliz ve Freud ile mi başlar? Yoksa 19. yüzyıl Fransa’sında hipnoz ve Jean-Martin Charcot ile mi? Yoksa, 18. yüzyılın sonlarında Paris’te ‘ahlaki tedavi’ ve Pinel ile ve York’ta William Tuke ile mi? Yoksa, 1775’te Münih’te Franz Anton Mesmer tarafından hayvan manyetizmasının gösterilmesi ile mi? Veya Henri Ellenberger’in Bilinçdışının Keşfi (The Discovery of the Unconscious) adlı kitabında öne sürdüğü gibi, psikoterapinin köklerini dini ve büyülü ritüelleriyle antik ve klasik medeniyetlere kadar takip edebilir miyiz?5 Tarihçiler, bu tür antik köken iddialarının, günümüz psikoterapisine otorite kazandırmanın bir yolu olduğunu gözlemlemişlerdir: Bu, böylesi bir tarihsel okumanın ima ettiği gibi, asırlık bilgeliğin damıtılmasıdır.6 Psikolog Frank Tallis, modern çağa ilişkin bir araştırmasında, Freud ve sonraki psikoterapistlerin, yalnızca insan acısını hafifletmekle kalmayıp aynı zamanda hayatlarımızı nasıl sürdüreceğimize dair bir rehber görevi görebilecek, zihnin işleyişi hakkında önemli ancak çoğu zaman ihmal edilen bir bilgi birikimi oluşturduklarını ileri sürmektedir.7 Bazı akademisyenler, psikoterapistler tarafından insan durumuna ilişkin sunulan içgörülerin çoğunun Shakespeare, Pascal, Schopenhauer, Nietzsche ve Dostoyevski gibi büyük yazar ve düşünürlerin çalışmalarında bulunabileceğini iddia etmiştir.8 Bu tür argümanları derinlemesine okumuş ve farkında olan Freud, psikanalistlerin sanatçıların sezgilerine “bilimsel” bir açıklama sağladığını iddia ederdi; hiçbir şekilde evrensel olarak kabul görmemiş bir iddia.

    Bu bölüm önce psikodinamik psikoterapinin kökenlerini ve Freud’un çalışmalarını ele alacak ve ardından sonraki gelişmelere bakacaktır. Bunlar arasında Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş sonrası nevrozun (shell-shock) ardından İngiltere’de Freudyen düşüncenin giderek daha fazla kabul görmesi, Tavistock Kliniğinin kurulması, nesne ilişkileri kuramının formüle edilmesi ve John Bowlby ve Donald Winnicott’un İkinci Dünya Savaşı sırasında tahliye edilen çocukların deneyimlerine yanıt olarak çocuk merkezli bir bakış açısına yönelmeleri yer almaktadır. Psikodinamik psikoterapinin tarihi kapsamlıdır ve her şeyi kısa bir bölümde ele almak mümkün değildir. ABD, Güney Amerika, Almanya veya Paris okulundaki önemli gelişmeleri ele alacak yerimiz olmayacak. ABD merkezli psikanalistler Heinz Kohut ve Heinz Hartmann’ın rolü 4. Bölüm’de belirtiliyor; çağdaş ABD klinisyenlerinin ve eğitimcilerinin, özellikle Glen Gabbard ve Nancy McWilliams’ın çalışmalarının etkisi bu kitapta açıkça görülüyor.

    Modern Psikoterapinin Başları

    Modern psikoterapinin doğuşu on sekizinci yüzyıla ve iki ayrı gelişmeye kadar uzanabilir: akıl hastanesine “ahlaki tedavi”nin (moral treatment) getirilmesi ve hipnozun geliştirilmesi.9 Muhtemelen psikolojik tedavi olarak daha iyi anlaşılan “ahlaki tedavi”, zincirler ve fiziksel ceza içeren zorlayıcı akıl hastanesi tedavisine karşı bir tepkiydi. Bunun yerine, hastaya saygı ve nezaketle davranılmalı ve zapt edilemez dürtülerini kontrol altına alması için teşvik edilmeliydi. Sözde ahlaki tedavi, Fransa’ya Philippe Pinel tarafından Paris’teki Bicetre ve Salpetriere Hastanelerinde ve Britanya’ya William Tuke tarafından York Retreat’te tanıtıldı. Bu gelişmeler, Michel Foucault tarafından ünlü bir şekilde Delilik ve Uygarlık (Madness and Civilization) adlı kitabında analiz edildi; Foucault, ahlaki tedaviyi yalnızca dış zincirleri içsel, “zihinsel zincirlerle” değiştirmek olarak tasvir etti: Mahkum, rahatsız edici düşünceler veya niyetler için kendisini izleyerek kendi hapishane gardiyanı oldu.10 Foucault’nun yorumunu kabul edip etmememize bakılmaksızın, bu dönem, akıl hastalarının nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda fizikselden psikolojik anlayışlara doğru büyük bir değişimi temsil ediyordu. 18. yüzyılın sonlarına doğru, Alman doktor Franz Anton Mesmer, güçlü telkine ve doktorun kişiliğinin gücüne dayanan, hipnozun erken bir versiyonu olan hayvan manyetizmasını veya “mesmerizm”i geliştirdi. Mesmerizm olgusu, zihnin bilinçli kontrolün dışında olan unsurlar içerdiğini öne sürüyordu. Mesmerizm ve yaratıcısı itibarını yitirdi, ancak hipnozun kullanımı, 19. yüzyılın ikinci yarısında histeriden muzdarip hastaları tedavi etmek için kullanan seçkin nörolog Jean-Martin Charcot tarafından Salpetriere Hastanesi’nde yeniden canlandırıldı. Charcot, fikirlerin zihinde yerleşebileceğini ve bedensel semptomlara dönüştürülebileceğini savundu. Genç Sigmund Freud, Charcot’nun sunumlarına katıldı ve “nevrozların Napolyon’u” lakaplı Fransız hekimin fikirlerine maruz kalmasından büyük ölçüde etkilendi.

    “Psikoterapi” (psycho-therapeutics) terimi, William Tuke’nin torununun torunu olan İngiliz doktor Daniel Hack Tuke tarafından, Hayal Gücünün Faaliyetini Açıklamak için Tasarlanmış, Sağlık ve Hastalıkta Zihnin Beden Üzerindeki Etkisinin İllüstrasyonları (Illustrations of the Influence of the Mind upon the Body in Health and Disease, designed to elucidate the Action of the Imagination) adlı çalışmasında 1872’de ortaya atılmıştır.11 Terim, 1886’da Fransız klinisyen Hippolyte Bernheim tarafından hipnoz tartışmalarında ele alındı. 19. yüzyılın sonuna doğru terim her yerde mevcuttu ve yazarlar ve sanatçılar tarafından yaygın olarak benimsendi.

    Ellenberger’e göre, kronolojik olarak konuşursak, mesleki hayatı 1885’ten 1935’e kadar süren Fransız doktor Pierre Janet, 19. yüzyıldaki sistemleri değiştirmeyi amaçlayan yeni bir dinamik psikiyatri sistemi kuran ilk kişiydi ve bu nedenle çalışmaları, Charcot tarafından örneklendirilen önceki dinamik psikoterapi ile Freud ve diğerlerinin daha yeni sistemleri arasında bir bağlantıdır.12 Paul Brown, modern dinamik psikiyatrinin 1892’de Janet’in “histeride organı veya işlevini temsil eden fikrin bilinçten kaybolduğu” şeklindeki devrimci öneriyi yaptığı Salpetriere’de başladığını savunur.13 Çalışmaları ayrıca Freud, Adler ve Jung için de ana kaynaklardan biriydi. Freud, başlangıçta histeri hakkındaki teorilerini formüle ederken Janet’e olan borcunu kabul etse de, 30 yıl sonra psikanalizin bu araştırmaya dayandığını reddetti.

    Sigmund Freud

    Freud, George Makari’nin de titizlikle vurguladığı gibi, fikirleri bölmeye devam ediyor:

    Sigmund Freud bir dahiydi. Sigmund Freud bir sahtekârdı. Sigmund Freud aslında bir edebiyatçıydı, belki bir filozof ya da bir kripto-biyologdu. Sigmund Freud kendi rüyalarının derinliklerine dalarak ve hastalarının gizemlerine nüfuz ederek psikanalizi keşfetti. Sigmund Freud iyi fikirlerinin çoğunu başkalarından çaldı ve geri kalanını kendi tuhaf hayal gücünden uydurdu. Freud, yirminci yüzyılın büyük bölümünde Batı’ya hakim olan yeni bir zihin biliminin yaratıcısıydı. Freud, kitlesel bir sanrı yaratan bilim dışı bir sihirbazdı.14

    Sigmund Freud 1856’da Avusturya-Macaristan’ın Freiburg kentinde doğdu ve Viyana’da tıp okudu.15,16 Charcot’un Paris’teki sunumlarına katıldıktan sonra Freud, meslektaşı Josef Breuer ile birlikte 1895’te Histeri Üzerine Çalışmalar‘ı (Studies on Hysteria) yayınladı. Yazarlar, “histeriklerin” bilinçsiz olarak bastırılmış acı verici, nahoş travmatik anılardan muzdarip olduğunu ileri sürdüler. Bu bastırılmış anılar, histerinin fiziksel semptomlarına dönüştürülüyordu.

    Freud, “histerik” hastalarla yaşadığı bu erken klinik deneyimler üzerine inşa ederek, 1896’da “psikanaliz” adını vereceği bir terapi yöntemi geliştirdi. Charcot’un önerdiği hipnoz terk edildi ve bunun yerine hastadan aklına gelen her şeyi söylemesi veya “serbest çağrışım yapması” (free associate) istendi. Bunu yaparak, bilinçdışında gizli ve “bastırılmış” olduğu düşünülen nevrozları hakkında ipuçlarını ortaya çıkaracaklardı. 1899’da Freud, rüyaların genellikle rahatsız edici ve cinsel nitelikte olan isteklerin bilinçdışında gerçekleşmesini temsil ettiğini iddia ettiği Rüyaların Yorumu‘nu (The Interpretation of Dreams) yayımladı. Sonuç olarak, gizlenmeleri gerekiyordu. Freud bu tür gizlenmelere rüyanın “açık içeriği” (manifest content) adını verdi. Bu materyal daha sonra psikanalist tarafından “gizli içerik” (latent content) olarak “yorumlandı” veya tercüme edildi: rüyanın “gerçek” anlamı. Rüyaların Yorumu‘nda Freud, bilinçdışı (unconscious), bilinç öncesi (subconscious) ve bilinçli (conscious) sistemleri içeren bir zihin modeli de çizdi. Bilinç öncesi materyal ve süreçler yüzeye daha yakındı ve bilinçdışı süreçlerden daha kolay bilinçli hale getirilebiliyordu. Freud buna “topografik model” adını verdi, benzetme zihnin şematik bir haritasına (yani topografyasına) dayanıyordu. Günlük Yaşamın Psikopatolojisi‘nde (The Psychopathology of Everyday Life) Freud, yorumlama yöntemini genel olarak insan davranışına genişletti. Dil sürçmesi ve kelimeleri unutma gibi sözde kazara gerçekleşen fenomenlerin aslında anlamlı olduğunu ve konuşmacının bilinçdışı istek ve arzularını ortaya çıkardığını iddia etti.

    Rüyaların Yorumu‘nda Freud, hikayesi Sofokles’in Yunan trajedisi Oedipus Rex’te anlatılan Oedipus’u inceledi. Freud, Oedipus’un çocuklukta evrensel olan bir dileği gerçekleştirdiğini ileri sürdü: oğul annesine aşık olur ve babasından kurtulmak ister. Freud daha sonra bu fenomene “Oedipus kompleksi” adını verecekti. Freud, 1905 tarihli Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme (Three Essays on the Theory of Sexuality) adlı çalışmasında psikoseksüel gelişimin aşamalarını özetlemiştir: Bebek başlangıçtaki “oral” aşamadan “anal” aşamaya ve “fallik” aşamaya doğru ilerler. Bu süreç yaklaşık beş yaşına kadar tamamlanır. Çocuk daha sonra “Oedipus kompleksi” geliştirir; bu, eğer erkekse annesini arzulamasına ve kendisini hadım edeceğinden korktuğu babasından nefret etmesine yol açar; eğer çocuk kızsa babasını arzular ve zaten hadım edildiği sonucuna varır. Yaklaşık altı yaşında, Oedipus kompleksi nihayet bastırılır ve çocuğun cinsel dürtüsü kaybolur, ancak ergenlikte tekrar ortaya çıkar. Bebek bu aşamaları aşmayı başaramazsa ve belirli bir aşamada kesintiye uğrarsa veya “fikse olursa”, daha sonraki yaşamında nevrotik semptomlar ortaya çıkar. (“Ödipal” dinamikler ve ikili ilişkiden üç kişilik ilişkileri yönetmeye geçiş hakkında çağdaş bir klinik bakış açısı için Bölüm 2, Kutu 6’ya bakın.) Yetişkinlikte nevroz, bu erken fikse olunan seviyeye bir dönüşü veya “gerilemeyi” temsil ediyordu. Freud 1923’te ego, id ve süperegoyu kapsayan yeni bir üçlü zihin modeli önerdi. İd, ruhun ilkel, bilinçsiz temelini temsil ediyordu ve temel dürtüler tarafından yönetiliyordu. Ego, gerçekliğe giden yol göstericiydi ve engelleyici bir etki gücü olarak hareket ediyordu. Süperego, içselleştirilmiş ebeveyn otoritesini temsil ediyordu.

    Freud, son yıllarında giderek daha geniş toplum ve insan durumu hakkında yorumlarda bulundu. 1920’de, insanların “haz ilkesine” doğru çekilme eğiliminde olduğunu, ancak “gerçeklik ilkesinin” riskler varsa hazzı geciktirmeye yaradığını savunduğu Haz İlkesinin Ötesinde‘yi (Beyond the Pleasure Principle) yayımladı. 1928’deki Bir İllüzyonun Geleceği‘nde (The Future of an Illusion), dine “evrensel bir takıntılı nevroz” olarak saldırdı. 1930 tarihli Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları (Civilization and Its Discontents) kitabında Freud, içgüdüsel özgürlüğü arayan birey ile uyumu ve arzunun bastırılmasını arayan toplum arasında uzlaşmaz bir gerilim olduğunu gözlemledi. Sonucunda, bireyler hoşnutsuzluk hissetmeye mahkûm edilmişti. Freud, 1938’de karısı ve kızı Anna ile Nazi Avrupa’sından kaçmak zorunda kaldı.17 Londra’ya sığındılar ve Freud 1939’da burada öldü.

    Klinik Uygulama

    Freud, analiz için en uygun örneğin iyi zekaya sahip, makul derecede eğitimli, iyi motive olmuş ve güvenilir karakterli genç bir yetişkin olduğunu ileri sürmüştür. Psikoz veya organik beyin rahatsızlığı olan hastalar uygun değildi. Freud hastaları haftada altı kez görüyordu. Divanda yatan hastanın arkasına oturuyordu. Analistin sadece ara sıra yorum yapması ve hekimin hastaya karşı “opak” olması gerektiğini tavsiye etti. Analist, acı çeken hastalarına duyduğu acımanın kendisini bunaltmasına izin vermemelidir. Nevrozu yerinde tutacağına dair güvence vermemelidir.18 Gay, Freud’un oldukça katı bir terapötik teknik taslağı çizmesine rağmen pratikte her zaman kendi reçetelerini takip etmediğini gözlemlemiştir.19 Sohbet edebilir, tavsiye verebilir ve hatta hastalarından bazılarıyla arkadaş olabilirdi. Yazılarının başka bir yerinde, analistin hastaya karşı duygusal alıcılığını vurgulamıştır. Analistin “kendi bilinçdışını, hastanın gönderici bilinçdışını alıcı bir organ gibi çevirmesi gerektiğini, bir telefon alıcısının gönderici mikrofona ayarlandığı gibi kendini hastaya ayarlaması gerektiğini” yazmıştır.20

    Freud, analizde “aktarım” adını verdiği bir fenomenle karşılaştı. Bu, hastanın hayatındaki önceki önemli figürlerden türeyen hisleri ve fikirleri analistine aktardığı ve ardından analistle sanki analist o önemli figürmüş gibi ilişki kurduğu süreçti.21 Başlangıçta aktarım iyileşmeyi engelleyen bir sorun olarak görülüyordu. Ancak 1912’de Freud bunu terapötik sürecin temel bir parçası olarak görmeye başladı.

    Anthony Clare, Freud’un yayınlanmış vaka geçmişlerini inceledi ve bunların ne kadar az olduğunu görünce şaşırdı.22 Freud’un psikanalizden geçen hastalara dair yalnızca altı tane genişletilmiş açıklaması olduğunu buldu: Schreber vakası, Küçük Hans vakası, Dora, Sıçan Adam, Kurt Adam ve isimsiz bir kadın hasta. Bunlardan ikisi Freud tarafından ilk elden tedavi edilmedi. Schreber vakasında Freud analizini hastanın anılarına dayandırdı ve Küçük Hans vakasında babayla konuştu ama küçük çocukla konuşmadı. Clare, Kurt Adam’ın daha iyi olmadığına ve Sıçan Adam’ın Freud’un tek terapötik başarısı olduğuna karar verdi, ancak tedavi sonrası takibin ayrıntıları yetersizdi ve bu da kesin bir yargıya varmayı zorlaştırıyordu. Clare’in oldukça kasvetli yargısına karşın, diğer yorumcular Freud’un klinik becerilerini övdüler. Örneğin, Gay biyografisinde Freud’un klinik tarzı hakkında çok kapsamlı bir açıklama yapar ve bunun insancıl, düşünceli ve zaman zaman cüretkar olduğuna hükmeder.23 Ve sadece altı tam vaka geçmişi yayımlamasına rağmen, Freud mesleki hayatı boyunca çok sayıda hasta gördü, bunların çoğunu yayımlamak üzere yazmadı, ancak makaleleri birçok kısa klinik alıntı içeriyor.

    Freud’un Mirası

    Freud’un mirası hala tartışmalıdır. Ellenberger, Freud’un özgünlüğünün dört yenilikte yattığına inanıyor: birincisi, rüyanın açık ve gizli içeriğini birbirinden ayırdığı modeli; ikincisi, açık içeriğin gizli içeriğin bir çarpıtılması olduğu gözlemi; üçüncüsü, rüyayı analiz etme yöntemi olarak serbest çağrışım tekniği; ve son olarak, psikoterapi aracı olarak sistematik rüya yorumlama uygulaması.24

    Ancak psikanalizin kurucusu hakkında çoğunluğu eleştirel olan geniş bir literatür bulunmaktadır.25,26,27,28 Eleştirmenler, Freudcu teorinin ruhsal determinizmi olarak gördükleri şeye itiraz etmişlerdir. Bu determinizm kendini birkaç şekilde göstermektedir: birincisi, 19. yüzyıl fiziğinin kapalı, deterministik dünya görüşüne dayanan, modası geçmiş mekanik bir zihin modeline dayanmaktadır; ikincisi, etik bir boyuttan yoksundur – eğer insanların davranışları tamamen zihinsel mekanizmaların sonucuysa, o zaman etik seçimler yapma özgürlüğüne sahip değillerdir; üçüncüsü, kişilerarası ve toplumsal bağlamı ihmal etmektedir. Bu tür sınırlamalar daha sonraki psikoterapistler tarafından ele alınacaktır. Örneğin, Rycroft ve diğerleri, psikanalizin doğa bilimlerinin bir parçası olmaktan ziyade hermeneutik bir etkinlik olarak anlaşılmasının daha iyi olduğunu savunmuşlardır.

    Rycroft şöyle yazar:

    Psikanaliz genellikle psikolojik fenomenleri önceki olayların sonuçları olarak açıklayan nedensel bir teori olarak sunulsa da, bazı analistler… bunun aslında bir anlam teorisi olduğunu ve Freud’un histerik semptomların psikojenik olduğuna dair önemli gözleminin aslında bunların bir anlamı olduğunu, yani jestler ve iletişimler olarak yorumlanabileceğini keşfetmesi olduğunu savundular. Bu görüşün savunucuları, nedensellik teorilerinin yalnızca cansız nesneler dünyasına uygulanabileceğini ve Freud’un fen bilimlerinden türetilen deterministik ilkeleri insan davranışına uygulama girişiminin, insanın karar verme, seçim yapma ve yaratıcı olma yetisine sahip yaşayan bir etken olduğu gerçeğini hesaba katmadığını savunuyorlar.29 (Ayrıca 7. Bölüm’deki Klinik Örnek 1: Her şey bir şey ifade edebilir’e bakınız.)

    Önemli bir eski eleştiri Ellenberger tarafından ileri sürüldü. Freud’a hayran olmasına rağmen, ‘Freud Efsanesi’ adını verdiği şeyi tanımladı ve iki esas özelliğini özetledi:

    Birincisi, bir sürü düşmana karşı mücadele eden, ‘aşırı talihin sapan ve oklarına’ maruz kalan ama sonunda zafer kazanan yalnız kahramanın temasıdır. Efsane, antisemitizmin kapsamını ve rolünü, akademik dünyanın düşmanlığını ve iddia edilen Viktorya dönemi önyargılarını önemli ölçüde abartır. İkinci özellik… psikanalizin geliştiği bilimsel ve kültürel bağlamın en büyük bölümünün silinmesidir, dolayısıyla kahramanın seleflerinin, arkadaşlarının, öğrencilerinin, rakiplerinin ve çağdaşlarının sahibi olduğu düşünülen başarıların mutlak özgünlüğü temasıdır.30

    Ellenberger, psikanalizin ortaya çıkışına dair geleneksel açıklamayı olduğu gibi kabul etme konusunda uyarıyor; bu açıklama büyük ölçüde Freud tarafından yayımlanmış ve ilk takipçilerinden bazıları tarafından sadakatle anlatılmıştır. Paul Roazen’in öne sürdüğü gibi, Freud takipçilerinden gelen eleştirileri veya teorilerinden sapmaları tolere etme konusunda çok az yeteneğe sahipti. Kendi fikirlerini geliştiren analist arkadaşları “kâfir” olarak reddediliyordu.31 Bu, diğerlerinin yanı sıra Carl Jung, Alfred Adler ve bir dereceye kadar da Sandor Ferenczi’nin kaderiydi. Ancak, Freud’un başlangıçta ve birkaç yıl boyunca bu insanlarla, özellikle Ferenczi ve Jung ile iyi ilişkiler içinde olduğu ve ikincisini “Veliaht Prens” olarak gördüğü ve Freud’un ölümünden sonra çalışmalarını sürdürmekle görevlendirildiği belirtilmelidir.

    J. A. C. Brown, Adler ve Jung’un ayrılışlarından sonra şunları kaydeder:

    . . . ortodoks Freudcular eleştiriye karşı tuhaf bir hoşgörüsüzlük göstermeye başladılar. . . ve, bazı dini ve siyasi organlarda olduğu gibi, ancak genellikle bilimsel prosedür olarak kabul edilenin tam tersine, grup içindekilerin grubun temel inançlarını eleştirmemeleri bekleniyordu ve grup dışındakilere bunu yapma yetkilerinin olmadığı söyleniyordu.32

    Roazen yorumluyor: “İster kabul etsin ister etmesin, Freud bir tarikatın başı olmuştu… Eğer psikanalizi kısmen dini bir fenomen olarak görüyorsak, takipçilerinin Freud’a ve bilinçdışına tapınma konusunda birleşmiş olmaları şaşırtıcı değildir.”33

    Jung, birçok kişi gibi, Freud’un cinsel dürtünün insan davranışının tek belirleyicisi olduğuna dair vurgusuna karşı çıktı ve ruhsal faktörler gibi diğer faktörlerin de önemli olduğunu savundu. Ayrıca Freud’un yaşamın ilk beş yılının gelecekteki gelişimi belirlediği fikrine de karşı çıktı. Jung için, yaşamın tüm aşamaları önemliydi ve bunu bir “bireyleşme” süreci olarak görüyordu. Adler de benzer şekilde, Freud’un cinselliğe yaptığı vurguya karşı çıktı ve bireylerin fiziksel ve zihinsel yetersizlik duygularına karşı koymaya çalıştıkları aşağılık kompleksi kavramını ortaya attı. Ferenczi, analistin uzak ve tepkisiz olması gerektiği fikrini eleştirerek hasta ile etkileşime girmeleri gerektiğini savundu. Ferenczi, hastalara sevgi göstermeyi ve ilişkiye karşılıklılık unsuru sokmayı içeren “aktif terapi” ve “karşılıklı analiz” adını verdiği şeyi geliştirdi. Brown’a göre, Ferenczi analizin kişilerarası yönünün önemini ilk fark eden kişiydi.34 Ancak, Ferenczi’nin deneylerinden bazıları çok ileri gitti ve hasta ile terapist arasındaki sınırı her ikisine de yardımcı olmayacak şekilde karıştırmaya hizmet etti. Yine de, cinsel tacize uğramış çocukların belirli psikolojik hasarlar yaşadıklarını erken fark ettiği için Ferenczi’ye hakkı verilmelidir. 1940’larda, tacize uğramış çocuğun travmatik deneyimiyle bunaldığında nasıl çözülebileceğini anlattı. Çocuk, suçluluk duygularıyla ve tacizdeki rolüyle ilgili kafa karışıklığıyla başa çıkmak zorundaydı: Suçlu onlar mıydı yoksa yetişkin fail miydi?

    Eric Fromm ve Karen Horney gibi daha sonraki analistler, toplumun bir bireyin zorluklarında oynadığı rolün dikkate alınmasının önemli olduğunu ve bunun sadece zihnin iç işleyişiyle ilgili bir konu olmadığını savundular.35,36 Freudcu kuram feministlerden de eleştiri aldı (bkz. Bölüm 2, Kutu 6).

    Bu bölümün başında, psikanalizin kurucusunun fikirleri bölmeye devam ettiğini kabul eden Makari’den alıntı yapmıştık. Ancak, Zihinde Devrim (Revolution in Mind) kitabının sonucunda şu yargıda bulunmuştur:

    Psikanaliz, savaş sonrası Avrupa’nın enkazından zihnin önde gelen modern teorisi olarak ortaya çıktı. Bilinçdışı tutkular modeli, savunma ve iç çatışma kavramı ve kendini aldatmayı çözme yöntemi, din gibi geleneksel öz-anlama kaynaklarına zarar verdi. ABD’de psikanaliz mahkemelere, okullara ve hastanelere girdi ve edebiyat, sinema, televizyon, gazetecilik, tiyatro ve sanata şekil verdi. Fikirleri; atasözleri, klişeler ve şakalar olarak popüler söyleme yayıldı.37

    Gerçekten de birçok çağdaş psikoterapist, Freud’un terapötik uygulamaya biçimlendirici katkılarda bulunduğunu, bunların arasında aktarım, içsel çatışma, bastırma ve süperego kavramlarının da bulunduğunu ve bunların hepsinin bugün zihinsel yaşamın anlaşılmasında hala yararlı olduğunu savunuyor.

    Birinci Dünya Savaşı ve Savaş Sonrası Nevroz

    Birinci Dünya Savaşı ve özellikle de savaş sonrası nevroz (shell shock) fenomeni, psikoterapinin Britanya’daki konumu üzerinde büyük bir etki yaratacaktı.38 Savaş sonrası nevroz terimi, deneysel psikolog Dr. Charles Myers tarafından 1915’te cephede savaşan birçok askeri etkileyen zihinsel dağılmayı tanımlamak için ortaya atıldı. Ruhsal bozukluğun beyin hastalığı ve kalıtsal dejenerasyonun sonucu olduğu fikrine dayanan geleneksel psikiyatrik yaklaşımların etkisiz ve yanlış yönlendirilmiş olduğu kanıtlandı. Başlangıç ​​için, durum subay sınıfını orantısızca etkiliyor gibi görünüyordu, bunların çoğu daha önce dejenerasyon belirtisi göstermemişti. İkinci olarak, fiziksel tedavi yöntemleri pek işe yaramıyordu. Buna karşılık, psikoterapötik yaklaşımların daha verimli olduğu kanıtlandı. Psikoterapötik yaklaşımları teşvik etmede üç klinisyen öne çıktı: William McDougall, William Brown ve en ünlüsü, 1917’de The Lancet’te yayınlanan “Freud’un Bilinçdışının Psikolojisi” (Freud’s Psychology of the Unconscious) adlı makalesi çok etkili olan ve Freud’un fikirlerinin tıp çevrelerinde kabul görmesini sağlayan W. H. Rivers. Bu klinisyenler Freud’dan etkilenmiş olsalar da cinsel faktörlerin nevrozun nedeninde önemli bir rol oynadığı yönündeki temel ilkesine katılmıyorlardı. Bunun yerine, askerin görevini yapmakla hayatta kalmaya çalışmak arasında bir çatışma yaşadığını ileri sürdüler. Birçoğu için bu imkansız bir seçimdi ve bu da sonunda ruhsal rahatsızlığa veya daha spesifik olarak savaş sonrası nevroza yol açtı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz doktorlar arasında, savaş sonrası nevrozun Freud’un nevroz etiyolojisinde cinsel faktörlerin önceliği teorisini etkili bir şekilde “çürüttüğü” yönünde yaygın bir his vardı.

    Savaş sırasında Rivers, Edinburgh’daki Craiglockhart Hastanesi’nde görevliydi ve Freudcu psikoterapinin değiştirilmiş bir biçimini kullandı. Şair Siegfried Sassoon’u tedavi etmeyi de içeren klinik çalışmaları, daha sonra Pat Barker’ın romanları ve eşlik eden film nedeniyle daha geniş bir kamuoyunun dikkatini çekti. Ben Shephard39, Rivers’ın görüşlerinin İngiliz tıbbı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu savunurken Malcolm Pines40 şu yargıda bulunmuştur: “Muhtemelen herkesten daha fazla, psikanalitik düşünceyi etkili kişilerden oluşan geniş bir çevre için kabul edilebilir kılan Rivers’dı – psikiyatristler, psikologlar ve antropologlar.”

    1914’ten önce sinirsel bozuklukları tedavi etmek için psikolojik yöntemler kullanan çok az sayıda doktor vardı ve bunların çoğu Londra ve çevresinde özel muayenehanelerde çalışıyordu.41 İskoçya’da durum biraz farklıydı ve örneğin Royal Edinburgh Akıl Hastanesindeki ilk kadın psikiyatrist olan Isobel Hutton, akıl hastanesi şefi Dr. George Robertson’ın Freudcu fikirleri nasıl memnuniyetle karşıladığını ve bunun o dönemde İskoç psikiyatrisinde psikanalize karşı nispeten olumlu bir tutum oluşmasına nasıl katkıda bulunduğunu anlattı.42 Ancak, İngiliz nörologların ve akıl hastanesi doktorlarının büyük çoğunluğu psikoterapiye pratik bir ilgi göstermedi. Savaşın sonuna doğru bu durum önemli ölçüde değişti. Psikoterapi uygulayan ve bu alanda eğitim alan doktorların sayısında büyük bir artış oldu. Dr. Maurice Craig ve Dr. Henry Head, Londra’da sivil nüfusa psikoterapi sağlamakla görevli Cassel Hastanesini kurdular. Tavistock Kliniği de bu dönemde kuruldu ve o da halka psikoterapi sağladı. Ruhsal bozukluk kavramı genişledi ve sadece “kirli soydan gelenleri” değil, herkesi etkileyebilecek bir şey olarak görülmeye başlandı. 1920’lerin başından itibaren psikoterapi üzerine çok sayıda kitap yayımlandı. Bu değişiklikler, savaş zamanı yaşanan savaş sonrası nevroz deneyimiyle ortaya çıkmıştı.

    Erken 20. Yüzyıl Gelişmeleri

    Tavistock Kliniği, özel ücretleri karşılayamayan hastalara sistematik psikodinamik psikoterapi sağlamak için Britanya’daki ilk ayakta tedavi kliniklerinden biri olarak 1920’de kuruldu.43 Kurucu tıbbi direktörü, Birinci Dünya Savaşı’nda savaş sonrası nevroz mağdurlarıyla çalışmış olan Hugh Crichton-Miller’dı. Freudcu kuramı sivil nüfusa ve özellikle nevroz ve kişilik bozukluğu çekenlere ulaştırmak istiyordu. Kliniğe diğer terapileri de kapsayan eklektik bir yaklaşım getirdi, ancak İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda ortodoks psikanaliz kuruma hakim olmaya başladı. 1930’dan 1960’a kadar olan dönemde Britanya’da psikanalize olan ilgide bir artış görüldü, bu büyük ölçüde Nazi Avrupa’sından kaçan ve Britanya’ya yerleşen birçok mülteci sebebiyle hızlandı. Gördüğümüz gibi, buna 1938’de Freud ve kızı Anna, ayrıca Hannah Segal ve Michael Balint de dahildi. Bu dönemde, öğretim ve araştırmadan sorumlu olan Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü ortaya çıktı.

    Anna Freud

    1936’da Anna Freud, babasının ego kavramını ve savunma mekanizmalarının rolünü geliştiren Ego ve Savunma Mekanizması’nı (The Ego and the Mechanism of Defence) yayımladı. Çalışmaları Amerika’da Heinz Hartmann gibi ego psikologları olarak adlandırılan kişiler tarafından olumlu karşılandı. Anna Freud, Melanie Klein ile birlikte çocuklara yönelik psikanalitik psikoterapinin kurulmasında öncüydü. Ne yazık ki, birbirlerinin teorik pozisyonları ve klinik yaklaşımları konusunda güçlü bir şekilde fikir ayrılığına düştüler. Likierman’ın gözlemlediği gibi, çocuk analizi tekniği anlaşmazlıklar ve çatışmalar yoluyla gelişti ve sonunda “çekişmeli tartışmalar” olarak tanımlanan açık bir yüzleşmeye yol açtı.44 Bunlar 1941 ile 1945 yılları arasında her iki kadının da göç ettiği Londra’da gerçekleşti. Bir fikir birliğine varılamadı. Anna, babasının pozisyonunu, Oedipus kompleksinin Freud’un tahmin ettiğinden daha erken bir dönemde meydana geldiği görüşünü savunan Klein’a karşı savundu. Klein’ın aksine Anna, çocukların yetişkinlerin yapabileceği şekilde aktarımlar geliştiremeyeceğini düşünüyordu. Analizde bir çocukla destekleyici bir bağ kurmanın önemini vurguladı. Çocuklar hala ebeveynlerinin etkisi altında oldukları için, zihinlerinin iç yapısının henüz tam olarak oluşmadığını ve bir terapistle aktarım ilişkisi geliştirme kapasitesine sahip olmadığını savundu.45 Anna Freud, bir çocuğun gelişiminde çevrenin önemini vurguladı; bu çevre, ilk etapta analistin yerini almaması, aksine birlikte çalışması gereken anneyi içeriyordu.46

    Melanie Klein ve Nesne İlişkileri Kuramı

    Melanie Klein, nesne ilişkileri kuramı olarak bilinen psikanalize bir yaklaşımdan sorumluydu.47,48 Nesne ilişkileri kuramı, Freud’un dürtü kuramını, başkalarıyla ilişkilerin önceliğini vurgulayan tamamen farklı bir modelle değiştirmeyi amaçlıyordu. Dış dünyadaki gerçek insanlar ile bunların bireylerin oluşturdukları içsel imgeleri arasındaki ilişkiyi keşfetmekle ilgileniyordu. Bu iki varlığın, dışsal ve içsel “nesnelerin” nasıl etkileşime girdiğini incelemeyi amaçlıyordu.

    Klein, 1920’lerde Freud’un İngiliz meslektaşı ve ilk önemli biyografi yazarı Ernest Jones’un davetiyle Londra’ya taşınan Avusturyalı bir analistti.49 Klein, çocuğun ve yetişkinin zihinsel yaşamını, hem dış dünyada hem de içsel “nesnelerin” iç dünyasında, kendilik ve diğerleri arasındaki fantaziye dayalı ilişkilerinin karmaşık bir ağı olarak tasvir etti. Duygular veya imgeler gibi iç dünyanın bazı yönlerinin dışarıya “yansıtılabileceğini”, dış dünyanın bazı yönlerinin ise iç dünyaya “içselleştirilebileceğini” savundu. Klein hem çocuklarla hem de yetişkinlerle çalıştı ve çocuklarla kullandığı teknik, oyun ve sanat malzemeleri kullanmayı içeriyordu (Şekil 1.1).

    Şekil 1.1 Klein’ın hastalarından biri olan “Richard”ın 1941’deki çizimi. Klein, 1961’de “Bir Çocuk Analizinin Anlatısı”nda (Narrative of a Child Analysis) “Richard”la yaptığı bu çalışmayı ayrıntılı olarak açıklamıştır.50 Klein, çocuğun kendiliğinden oyununu yetişkindeki serbest çağrışımla eşdeğer görmüştür. Diğer erken dönem çocuk psikoterapistleriyle birlikte onun çalışmaları, oyun terapisi disiplininin sonraki gelişimini etkilemiştir.51 Melanie Klein Vakfı’nın nazik izniyle yeniden üretilmiştir.

    Klein, hayattaki kritik dönemin, bebeğin sevgi ve nefret arasında dayanılmaz bir çatışma yaşadığı bebeklik dönemi olduğunu ileri sürmüştür. Bebek, bu çatışmayı, kendisinin saldırgan tarafını dış dünyaya yansıtarak çözmeye çalışmıştır. Bebek, “nesneleri” kısmi olarak algılamıştır: nesneler, besleyici “iyi meme” tarafından temsil edilen tamamen iyi veya tatmin edici olmayan “kötü meme” tarafından temsil edilen tamamen kötü olmak üzere ikiye bölünmüştür. Daha sonraki bir dönemde, bebeğin anneyle daha dengeli bir ilişki geliştirdiği ve onu iyi ve kötü niteliklerden oluşan bütün bir insan olarak gördüğü söylendi. Ancak, bebek aynı zamanda anne hakkında şiddetli duygular beslediğini fark ettiğinde suçluluk, pişmanlık ve depresyon da hissetti. Bu, Klein’ın “paranoid pozisyon” ve “depresif pozisyon” olarak adlandırdığı şeye yol açtı; ilki, çocuğu ikincisinin “depresif” duygularına (yani daha karışık ve gerçekçi duygulara) karşı savunuyordu. Lisa Appignanesi’nin gözlemlediği gibi, Klein’ın karmaşık kuramı giderek daha geniş bir topluma nüfuz etti ve annenin hem tamamen pasif hem de çocuğundan sonsuz derecede sorumlu olduğuna dair imkansız bir çıkarıma yol açtı.52

    İskoç Katkısı: Ian Suttie ve Ronald Fairbairn

    Klein ve Freud’a yönelik erken dönem eleştirilerin bir kısmı İskoçya’dan geldi. Glasgow psikiyatristi ve Aşk ve Nefretin Kökenleri (The Origins of Love and Hate) kitabının yazarı Ian Suttie, bebeğin paranoyak ve saldırgan olduğu yönündeki Kleinian resmine itiraz etti.53 Bunun yerine Suttie, bebeğin başkalarıyla doğuştan iyi huylu ve sosyal bir ilişkiye sahip olduğunu ve olumsuz niteliklerin ancak sorunlu bir yetiştirme tarzıyla normal gelişimin engellenmesi durumunda ortaya çıktığını savundu. Suttie, Ferenczi’nin terapistin “sevgisinin” hastayı iyileştirdiği iddiasını onaylayarak alıntıladı. Freud ve Post-Freudyenler’de (Freud and the Post-Freudians) Brown, Suttie’nin sevgiye dayalı demokratik ve anaerkil bir bakış açısı sunduğunu savunduğu Aşk ve Nefretin Kökenleri‘ni, cinsel dürtüye dayalı Freud’un otoriter ve ataerkil bakış açısıyla karşılaştırdı.54

    Edinburgh analisti Ronald Fairbairn, Freud’un teorisinin mekanik, atomistik olduğunu ve kişiliksizleştirilmiş bir dille ifade edildiğini ileri sürdü.55 Kendi teorisi, Freud’un dürtü modelinden ilişkisel bir modele kaydı. Freud, bebeğin başkalarıyla ilişkisi olmayan bir dünyaya doğduğunu ve yalnızca ona haz sağladıkları için ikincil olarak ilişki kurduğunu öne sürerken, Fairbairn bebeklerin en başından itibaren başkalarına yöneldiğini savundu. Sonraki duygusal ve zihinsel zorlukların haz arayan dürtüler üzerindeki çatışmalardan değil, başkalarıyla ilişkilerdeki bozukluklardan kaynaklandığı görüldü. Fairburn ayrıca Melanie Klein’ı, özellikle de tüm eylemin çocuğun kafasının içinde gerçekleştiği fikrini eleştirdi ve bunun yerine çocuğun ebeveynlerini fantezi nesneleri olarak değil, gerçek insanlar olarak görmenin önemini savundu.

    Kariyerinin sonuna doğru Fairbairn, standart analitik yöntemi eleştirmeye başladı. “Hasta ve analist arasındaki mevcut ilişki, tekniğin ayrıntılarından daha önemlidir.” diye savundu.56 Gomez57, Fairbairn’in çalışmasının psikoterapinin nasıl uygulandığı üzerinde geniş kapsamlı bir etkiye sahip olduğunu düşündü. Analistler, hastaların sadece yorumlama almaktan ziyade terapistleri ile gerçek bir ilişkiye ihtiyaç duyduklarını kabul etmeye başladılar. Gavin Miller58, Suttie ve Fairbairn’in, Freudcu kuramın temellerini ilk prensiplerden itibaren sorgulayan bir felsefe ve klasik analizin izole edilmiş ve bencil egosundan ziyade akrabalık ve topluluğa vurgu yapan, psikanaliz üzerine özellikle İskoç bir bakış açısı sağladığını gördü. Daha sonraki yıllarda, 1947’den 1968’e kadar Tavistock Kliniği’nin Tıbbi Direktörü olan Dr. Jock Sutherland, memleketi Edinburgh’a döndü ve 1972’de Tavistock’un İskoç karşılığı olarak kabul edilen İskoç İnsan İlişkileri Enstitüsü’nün kurulmasında etkili oldu.

    “Orta Grup”: Michael Balint, John Bowlby ve Donald Winnicott

    Savaş sonrası dönemde Tavistock’taki eğitim programında kalıcı bir bölünme ortaya çıktı: bir grup Melanie Klein’ı, diğeri ise Anna Freud’u takip etti.59 Klein’cıların ve Freud’cuların dogmatizminden ürkenler, Michael Balint, Jock Sutherland, John Bowlby, Donald Winnicott, Charles Rycroft ve Marion Milner’ın da aralarında bulunduğu Orta Grup olarak adlandırılan gruba katıldı.

    Michael Balint

    Michael Balint, Ferenczi tarafından analiz edilen bir Macar psikanalistti. “Balint grupları”nı oluşturmasıyla hatırlanır.60 Balint, pratik bir bakış açısından, psikanalizin yüksek maliyeti ve zaman alıcı doğasının genel nüfus üzerinde büyük bir etki yaratmasına engel olduğunu fark etti. Bunun yerine, ruh sağlığı alanındaki ön saf çalışanlarının psikodinamik düşünme konusunda eğitilmesi gerektiğini önerdi. Katılımcıların getirdiği vaka materyalini tartışmak için klinisyenlerin psikanalitik olarak eğitilmiş bir kolaylaştırıcı ile düzenli olarak bir araya geldiği gruplar kurdu. Bu tür gruplar çok başarılı oldu ve bunların versiyonları bugün hala devam ediyor (bkz. Bölüm 18).

    John Bowlby

    John Bowlby, Donald Winnicott ile birlikte, savaş sonrası kurumun ebeveynlik konusundaki fikir birliğini şekillendirmede önemli bir rol oynadı.61 Bowlby, hem İngiliz psikanalizinde hem de savaştan sonra USS’nin kurulmasında etkili bir rol oynayan birkaç klinisyenden biriydi. Bowlby, oldukça soğuk, üst sınıf ailesi tarafından erken yaşta yatılı okula gönderilmişti ve küçük çocukların ayrılmasının (separation) önemi konusunda son derece hassastı.62 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çatışma sırasında tahliye edilen veya yerlerinden edilen çocukların hayatları hakkında çığır açan araştırmalar üstlendi. Bowlby, Kırk Dört Genç Hırsız: Karakterleri ve Yaşamları (Forty-Four Thieves: Their Characters and Home Life) adlı eserinde, küçük çocukların evlerinden ve annelerinden uzun süre ayrı kalmalarının birçok durumda kriminal bir karakterin gelişmesine yol açtığını savunmuştur. 1951 DSÖ Raporu, Anne Bakımı ve Ruh Sağlığı‘nda (Maternal Care and Mental Health) Bowlby, bir bebeğin veya küçük çocuğun annesi veya annesinin daimi ikamesi ile sıcak, samimi ve sürekli bir ilişki yaşamasının ruh sağlığı için elzem olduğu sonucuna vardı. Aksi takdirde, çocuk daha sonra depresyon veya aşırı sevgi veya intikam ihtiyacı ile kendini gösteren yoksunluk belirtileri gösterecekti. Bebeğin bu konudaki fantezilerinden ziyade bu gerçek ilişkinin niteliğinin önemini vurguladı. Appignanesi’nin de belirttiği gibi Bowlby’nin çalışması, annelerin bebeklerine olabildiğince yakın olmaları gerektiği, babaların ise eve para sağlamak için işe gitmeleri gerektiği teorisini pekiştirdi.63

    Davranış bilimleri ve psikanalizdeki araştırmalardan yararlanan Bowlby, etkili üçlemesinde “bağlanma” kuramını tam olarak geliştirdi: Bağlanma (Attachment) (1969), Ayrılık (Separation) (1973) ve Kayıp, Keder ve Yas (Loss, Grief and Mourning)  (1980). Annenin veya “bağlanma figürünün” bebeğin rahatlık ve korunma ihtiyaçlarını kabul etmesi ve aynı zamanda özerklik ihtiyaçlarına saygı duyması gerektiğini savundu. Bu “güvenli bağlanma” başarıyla sağlanırsa, çocuk kendiliğin içsel bir modelini değerli ve emniyetli olarak geliştirirdi. Başarısız olursa, sonuç “güvensiz bağlanma” ve değersiz ve yetersiz bir kendiliğin yaratılmasıydı. Bowlby, terapiyi “onarıcı”, duygusal bir süreç olarak gördü ve bunun sadece entelektüel içgörüler elde etmekle ilgili olmadığını savundu. Ancak, Bowlby’nin ilk teorilerini ortaya koymasından bu yana bağlanma anlayışı evrimleşmiştir ve artık güvensiz bağlanmanın yaygın olduğu ve kaçınılmaz olarak büyük duygusal sorunlara yol açmadığı, ancak bir bireyin psikolojik olarak nasıl geliştiğini etkilediği kabul edilmektedir (bkz. Bölüm 2).

    Donald Winnicott

    Donald Winnicott, eğitimli bir çocuk doktoruydu ve Bowlby gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında evlerinden tahliye edilen küçük çocukların üzerindeki etkileri incelemişti.64,65 Appignanesi onu, “yeterince iyi bir anne” ile ilişki yaşayan bir bebeğin gerçek ve yaratıcı bir kendilik geliştireceğine inanan bir romantik olarak görür.66 Winnicott, kendiliğin başkalarıyla olan ilişkilerinden nasıl ortaya çıktığını açıklamak için bir teori oluşturdu. Başkalarıyla temas eksikliğinin veya alternatif olarak, başkalarının dünyasına dalmanın tehlikeler yarattığını savundu. Çocuğun kendisini diğerlerinden ayrı görmesini sağlayan koşullara odaklandı. Anne, bebeğin kendiliğinin ortaya çıkmasına yardımcı olmada önemli bir rol oynadı. Anne tarafından sağlanan destek yetersizse, bebek kendiliği parçalanabilirdi. Bebek başkalarının talepleri karşısında bunalıma girer ve kendi içinden gelen ihtiyaçlarıyla bağını kaybederdi. Bu, “gerçek kendilik” ile “sahte kendilik” arasında bir bölünmeye yol açacaktı. “Gerçek kendilik” saklanacak, anne beklentileri tarafından şekillendirilen “sahte kendilik” ise dış dünyayla ilgilenecekti. “Sahte kendilik”, “gerçek kendiliğin” bütünlüğünü korumaya hizmet ediyordu. Yetişkin yaşamda bu strateji başarısız olursa, kendilik birkaç parçaya bölünebilir ve psikoz gelişebilirdi. Winnicott’un çalışmaları, psikoza ait içsel dünyayı tasvir ederken radikal İskoç psikiyatrist R. D. Laing’i etkilemişti.67

    Winnicott, Klein’ın bebeği, içinde geliştiği gerçek karşılıklı birincil ilişkiden izole bir şekilde tanımladığına inanıyordu. Freud ve Klein’ın, büyümenin bir yas süreci olarak tasvir edildiği insan gelişiminde hayal kırıklığının rolünü vurguladığını belirtti; ancak aksine, gelişimin anne ve çocuk arasındaki yaratıcı bir işbirliği süreci olarak görülmesinin daha iyi olduğunu ileri sürdü. Adam Phillips, Winnicott’un terapiye yaptığı en büyük katkılardan birinin, analistin hastanın kendi yorumlarını da mümkün kılan bir ortam yarattığı gerçek anlamda işbirlikçi bir psikanalitik tedavi modeli geliştirmek olduğunu ileri sürmüştür.68 Terapistin rolü aşırı yorumlayıcı olmak değil, hastanın kendini keşfetme yolculuğuna çıkacağı uyumlu bir ortam sağlamaktı.

    Çocuğa Dönüş

    Yorumcular, psikanalitik düşüncedeki odak noktasının cinsel içgüdüden anne ve çocuk ilişkisine nasıl kaydığını belirtmişlerdir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş sonrası nevroz deneyiminin psikanalitik teorinin gelişimi ve kabulünde etkili olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında Britanya’dan tahliye edilen çocukların sorunları da çocukluk hakkındaki psikanalitik düşünceyi değiştirdi.69

    Appignanesi’nin gözlemlediği gibi:

    Anneler, hem çocukluğu hem de iç yaşamı domine eden önemli otorite olarak hadım eden babaların yerini aldılar: gelecekteki tüm sevgi ve güç, bağlanma ve bağımlılık ilişkileri, baba ilişkisine değil, bu en eski ve temel ilişkiye dayanacaktı.70

    Phillips, çocuk gelişimine ilişkin bu yeni anlayışın özellikle kadınlar açısından toplumsal sonuçları olduğuna dikkat çekti:

    Kadınların savaş sırasındaki kritik çalışmalarının ardından tekrar evde kalmaya teşvik edildiği sırada, çocuklar için sürekli annelik yapılmasının önemi ve ayrılığın potansiyel tehlikeleri hakkında zorlayıcı ve ikna edici teoriler yayınlanmaya başlandı ve bunlar onları evde kalmaya ikna etmek için kolaylıkla kullanılabiliyordu.71

    İkinci Dünya Savaşı’nın bir diğer sonucu da hem grup psikoterapisinin hem de “tedavi topluluğu”nun gelişmesiydi. 1940’larda Birmingham yakınlarındaki Northfield Askeri Hastanesi’nde iki klinisyen, John Rickman ve Wilfred Bion, “ilk Northfield deneyi” olarak bilinen şeyi kurdular.72,73 Bu, bu kez grup psikoterapisini içeren ikinci bir deney için Michael Foulkes tarafından devralındı. Öğrenilen dersler, savaş sonrası dönemde sivil nüfusla grup psikoterapisinin gelecekteki kullanımını şekillendirdi. Northfield Hastanesi’nde ayrıca “tedavi topluluğu” terimini ortaya atan Tom Main de çalışıyordu. Main, hastaları karar alma sürecine dahil eden ve “nevrotik bireyin yeniden sosyalleşmesini” amaçlayan daha demokratik bir yapıyı hastaneye getirdi.74 Sivil hayatta, bu çalışmayı Cassel Hastanesi’nde sürdürdü, Maxwell Jones da Henderson Hastanesi’nde aynısını yaptı. Avrupa’da, Nazi toplama kamplarından sağ kurtulan Victor Frankl Viyana’ya döndü ve burada insanların öncelikle hayatlarına bir anlam bulmakla ilgilendikleri inancına dayanan varoluşçu esinli “Logoterapi”sini tanıttı.75

    Psikoz

    Freud, psikotik hastalıkları olan kişilerin psikanalizle tedavi edilebileceğini genel olarak düşünmese de “nevrozlarda derinliklerden zahmetle çıkarılması gereken birçok şeyin psikozlarda yüzeyde, her gözle görülebilecek şekilde bulunduğunu” gözlemlemiştir.76

    Psikoterapiyi psikozlu hastaları tedavi etmek için kullanma girişimi, Britanya’dan çok daha fazla Amerika’da uygulandı. Bir istisna, 1950’lerin sonlarında Tavistock’ta eğitim almış olan R. D. Laing’di. Holmes, Laing’in İngiliz okuyucuları Harry Stack Sullivan, Harold Searles ve Fromm-Reichmann gibi terapistlerle ve psikozun psikanalitik modelleriyle tanıştırdığını söylüyor. Holmes şöyle yazıyor:

    Laing’in uzun vadeli etkisi hafife alınmamalı… Ciddi derecede ruh hastası olanların iç dünyasını ve deneyimlerini doğruladı, psikotik fenomenleri işlevsiz bir beynin anlamsız tezahürleri yerine genellikle travmatik veya acı verici deneyimlerle ilgili gizli iletişimler olarak gördü. Psikozun aile bağlamını vurguladı.77

    Son Sözler

    Bu kısa tarihçe, sosyal ve kültürel faktörlerin psikodinamik psikoterapinin hem teorisini hem de uygulamasını nasıl etkilediğini göstermiştir. İki dünya savaşının psikoterapinin gelişimi üzerinde nasıl önemli bir etkisi olduğunu gördük. Ayrıca Freud’un orijinal teorilerinin nasıl sorgulandığını ve bunun psikoterapinin nasıl yürütüldüğü ve düşünüldüğü konusunda iyileştirmelere yol açtığını gördük. Terapist hastaya karşı daha aktif ve duyarlı olmuştur. Tedavi süreleri kısalmıştır. Ataerkil varsayımlar açığa çıkarılmıştır ve psikoterapi hakkında teoriler oluştururken annenin rolüne ve çocuğuyla etkileşimine daha fazla dikkat edilmektedir.

    Bazı yorumcular, modern zamanlarda psikoterapinin ortaya çıkışını ve kavramlarının günlük yaşamın her alanına görünür şekilde yayılmasını endişe verici bir durum olarak gördüler. Sosyolog Frank Furedi, insanların hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında stoacı ve kabul edici olma becerilerini kaybetmelerini kınamak için “terapi kültürü” terimini kullandı.78 Bunun yerine, insanlar kendilerini giderek daha fazla terapiye ihtiyaç duyan pasif kurbanlar olarak görüyorlar. Furedi’nin iddiasında şüphesiz bir miktar doğruluk payı olsa da insan acısını küçümsediği ve zihinsel acıya karşı eski moda, dişini sıkma yaklaşımını savunduğu için eleştirildi.

    Bu bölümün başında, ruhsal hastalıkların tedavisinde psikoterapötik ve biyolojik yaklaşımlar arasında sıklıkla bir çatışma olduğunu ancak birçok klinisyenin iki taraf arasında bir uzlaşma görmek istediğini gözlemledik. Bu hayati önem taşıyor gibi görünüyor. Biyolojik psikiyatride ne kadar ilerleme kaydedilirse kaydedilsin, hasta benzersiz bir deneyimler dizisine ve kişisel geçmişe sahip benzersiz bir birey olarak kalır. Çağdaş nörobilim, insanları hatalı işleyen mekanizmalar olarak görme eğilimindedir. Psikodinamik psikoterapi, bireyin yaşam öyküsüne ayrıntılı bir şekilde odaklanmayı vurgulayarak hastanın bir kişi olarak gözden kaybolmamasını sağlamak için özel olarak konumlandırılmıştır.

  • Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi (Kitap)

    İçindekiler

    Önsöz (Nancy McWilliams)

    Yazarın Notu (Adam Polnay ve Rhiannon Pugh)

    Seri Editöründen Bir Not

    Teşekkür

    Kısım 1: Modelin Genel Değerlendirmesi

    1 Psikodinamik Psikoterapinin Tarihsel Bir Genel Değerlendirmesi

    2 Psikodinamik Psikoterapinin Destekleyen Teorisi

    3 Psikodinamik Psikoterapinin Deneysel Temelinin Kısa Bir Tanımlaması

    4 Psikodinamik Psikoterapinin Ana Hatları

    Kısım 2: Psikodinamik Psikoterapi Modelinden Uygulamaya

    5 Psikodinamik Bir Alanı Çerçevelemek

    6 Psikodinamik Psikoterapinin Amaçları

    7 Psikodinamik Psikoterapi Tekniği

    8 Psikodinamik Psikoterapinin Genel Yapısı

    9 Psikodinamik Psikoterapide Değerlendirme ve Formülasyon

    10 Süpervizyon Sürecine Dair Bazı Düşünceler

    Kısım 3: Ruh Sağlığı Vaka Sunumları için Uygulama

    Her Vaka Sunumu için Eklenen Vaka Çalışması Açıklamasıyla Psikodinamik Psikoterapinin Uygulamaları

    11 Anksiyeteye Psikodinamik Yaklaşımlar

    12 Depresif/Çökkün Durumların Psikodinamiği

    13 Zihnin Sınırda Durumlarının Dinamikleri

    14 Narsisistik Zorluklar, Sistem Genelinde Yaklaşım Gerektiren Transdiagnostik Bir Vaka Sunumu

    Kısım 4: Farklı Popülasyon ve Farklı Ortamlarda Psikodinamik Psikoterapi Uygulaması

    1:1 Terapinin Ötesinde: Klinisyenler, Ekipler ve Organizasyonlarla Psikodinamik Olarak Çalışmak

    15 Psikodinamik Teori ve İlkelerin Uzman Psikoterapi Ortamları Dışındaki Uygulamaları

    16 Öfke, Agresyon ve Şiddetin Dinamiklerine Bir Giriş

    17 Psikolojik Açıdan Bilinçli Organizasyonlar ve Hizmetler

    18 Psikodinamik Reflektif Uygulama Grupları

    19 Klinik Ekiplere Psikodinamik Danışmanlık

    Psikoterapötik Çalışmanın Başka Biçim ve Ortamları

    20 Çoklu Dışlanma ve Evsizlik Yaşayan İnsanlarla Çalışmaya Yönelik Psikodinamik Bir Yaklaşım

    21 Çevrimiçi veya Telefonda Psikodinamik Psikoterapi

    22 Grup Analizi ve Uygulamaları

    Terimler Sözlüğü

    Dizin

    Ön Söz

    Nancy McWilliams, PhD, Seçkin Emekli Profesör (Rutgers Uygulamalı & Profesyonel Psikoloji Lisansüstü Okulu)

    Katkı verenlerinin çağdaş psikodinamik teori ve uygulamasının net, anlaşılabilir bir derlemesini ortaya koyduğu Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi için bazı giriş yorumları yapmak benim için bir zevk. Psikodinamik gelenekteki yazarlardan anlaşılması zor jargon ve kanıtlanmamış görüşlere alışan okuyucular mutlulukla şaşıracaklardır: Bu ciltteki katkılar okunabilir, tarafsız, kanıta dayalı ve klinik çalışma ve genel mesleki deneyim açısından oldukça alakalıdır.

    Yazıları, esasen kapsamlı analitik eğitim almış meslektaşlarına yönelik olan psikanalitik yazarların aksine bu katkıda bulunanlar, bölümlerinin psikanalitik bir referans çerçevesine yeni olan, şüpheci veya kafası karışık olabilecek kitlelere ulaşmasını amaçlıyorlar. Bir şekilde, deneyimli psikanalitik okuyucular için kitabı ilgi çekici ve klinik olarak bağıntılı yapmışlardır. Heterojen geçmişlere sahip hastalarla, sosyoekonomik spektrumda, kısa ve uzun süreli terapilerde ve hem yatan hasta hem de ayakta tedavi ortamlarında çalışan klinisyenlere, süpervizörlere, yöneticilere ve diğer profesyonellere hitap ediyorlar. Bu çeşitli kitleyi akılda tutarak, güncel psikodinamik düşüncenin ilgili kavramsal alanını ele aldılar ve geniş bir kapsamdaki mesleki uygulama üzerinde faydalı uygulamalarını gösterdiler.

    Başarıları, Batı entelektüel yönelimli alt kültürlerdeki psikanalitik fikirlerin uzun tarihi bağlamında en iyi şekilde takdir edilir. Psikanalizin “en son şey” olduğu dönemde, Freud’un yeni “zihin bilimi”ne saf bir coşkuyla ve ruh sağlığı ve sosyal refahta bir devrim beklentisiyle bakmak yaygındı. Psikiyatrinin birçok bölümünde, psikanalitik eğitim programından mezun olan doktorlar kendilerini kişisel statüye ve kurumsal güce giden hızlı bir yolda buldular. Orta sınıf insanlar “Freudyen sürçmeler” hakkında birbirleriyle dalga geçtiler, kendi ve başkalarının “kompleksleri” hakkında fikir belirttiler ve kitleler halinde bir analistin divanına yöneldiler. Psikoterapi eğitim programları, müfredatlarının çekirdeği olarak psikanalitik kavramları öğretti. Eleştirilmeden benimsenen herhangi bir toplumsal hareketten beklenebileceği gibi (Marksizm buna benzer bir olgu olarak akla geliyor), psikanaliz sonunda mucizeler bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı.

    Şu anda psikodinamik bakış açısı, ilk günlerinde uyandırdığı kadar aşırı olabilecek çarpıtmalara maruz kalmaktadır, ancak bu sefer idealleştirmeden ziyade değersizleştirme yönündedir. Örneğin, psikanalitik temelli tedavileri modası geçmiş, ampirik olarak desteklenmeyen, Sigmund Freud’un kişisel başarısızlıklarıyla kirlenmiş ve çağdaş klinik zorluklara uygulanamaz olarak görmek yaygın hale gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastaları psikodinamik olarak tedavi eden meslektaşlarımın bir kısmı “etik olmayan” bir şekilde uygulama yapmakla nitelendirildi. Bu tür iddialar, psikanalitik yaklaşımlar için bilimsel kanıt bulunmadığına dair inançlar, psikodinamik tedavilerin önemli değişiklikler elde etmek için yıllarca devam etmesi gerektiği veya bilim insanlarının zihinsel acıyı anlama ve tedavi etmede rekabet eden diğer yöntemlerin üstünlüğünü gösterdiği gibi yaygın yanlış anlamaları yansıtmaktadır.

    Psikanalitik hareketin uzun tarihi boyunca analistlerin bazı büyük yanlış anlamalar ve hatalardan sorumlu olduğu doğru olsa da, Freud’un başlattığı hareketin ölümcül şekilde kusurlu olduğu veya güncel klinik uygulamayla alakasız olduğu doğru değildir. Aslında, psikolojik sorunları anlamak ve iyileştirmek için on yıllardır süren çabalar sonucunda psikanalitik topluluk, klinik olarak türetilmiş bilgeliğin ve deneysel olarak türetilmiş bilginin büyük bir miktarını biriktirdi ve bu da daha önceki hatalarının çoğunu düzeltti. Cambridge Rehberi’nin temel bir başarısı olan, ne idealleştiren ne de değersizleştiren çağdaş psikodinamik manzaranın akademik bir turu bu nedenle çoktan gecikti.

    Bu ciltte yazarlar, diğer bakış açılarına karşı polemikçi veya küçümseyici olmadan psikodinamik gelenekle ilgileniyorlar. Yazarlar özellikle hareketin altın çağında bazı psikanalistleri nitelendiren dar görüşlülük ve kibirden, psikanalizin bir alan olarak itibarı ve profesyonellerin zihinsel süreçleri anlama ve kişisel ve kişilerarası sorunları çözmek için psikodinamik fikirlere danışmaya hazır olmaları üzerinde yıkıcı bir etkiye sahip olan tutumlardan uzaktırlar. Okuyucularına tepeden bakmak yerine, kaçınılmaz olarak insan psikolojik sıkıntısıyla zorlu ve sıklıkla şaşırtıcı karşılaşmalarla yüzleşen çalışan profesyonellere en pratik değeri neyin sağladığını iletmişlerdir.

    Psikanalitik düşüncenin klinik olarak yararlı unsurlarını aktarmaya kendini adamış olan çoğumuz için, kolayca takdir edilen psikanalitik kavramlar kamuoyunda ilgi gördüğünde “sağduyu” olarak kabul edilmeleri, yanlış veya aşırı genelleştirilmiş analitik fikirlerin ise “saçmalık” olarak alay konusu edilmesi ve hatalı bir şekilde tüm psikanalitik girişimin entelektüel iflasının kanıtı olarak görülmesi can sıkıcı olabilir. Bu “sağduyu” kategorisi, diğer birçok psikanalitik kavramın yanı sıra, Freud’un “savunmalar” kavramı, Adler’in “aşağılık kompleksi”, Erikson’un “kimlik krizi”, Bowlby’nin “bağlanma” veya Winnicott’un “yeterince iyi anne”si gibi terimleri içerir. “Saçmalık” alanı, örneğin, Freud’un tüm kadınların penis hasetinden temel olarak muzdarip olduğu varsayımlarını veya Oidipal evrenin 19. yüzyıl Viyana orta sınıf versiyonunun evrensel olduğunu veya tüm erkeklerin bilinçsiz eşcinsel özlemleri olduğunu varsaymasını içerir. Bu toplumsal yeniden tanımlama süreci devam ederken, psikanalitik olmayan yönelimlerin uygulayıcıları, psikanalizin merkezinde yer alan fikirleri yeniden keşfeder, bunlara yeni isimler verir (örneğin, “bilinçdışı”, “örtük” olur; “bastırma”, “bilişsel kaçınma” olur; “nesne temsili”, “çekirdek şema” olur) ve bunları benzeri görülmemiş keşifler olarak selamlar.

    Uygulayıcı terapistler, formülasyonu sağlayan teorisyenin bağlılığından bağımsız olarak, zor işimizi kolaylaştıran herhangi bir kavram için minnettar olma, bütünleştirici olma eğilimindedirler. Bazen “bilinçsiz intihal” olarak adlandırılan şeye bakmanın bir yolu, hepimizin aynı acı çeken insan hayvanını anlamaya ve ona yardım etmeye çalıştığımız gerçeğinin bir yansımasıdır. Farklı teorik yönelimlere sahip klinisyenlerin benzer klinik zorluklarla karşılaşmaması ve her terapistin eğitim geçmişine nüfuz eden herhangi bir dilde ifade edilen benzer etkileşim yolları geliştirmemesi gerçekten garip olurdu. Yine de bu fenomen, ruh sağlığı alanında, klinik bilimin ilerlemesine katkıda bulunmak yerine tekerleği yeniden icat etmeye devam ettiğimizi de gösteriyor. Cambridge Rehberi, yanlış izlenimleri düzeltmede, psikodinamik fikirlerin neler sunduğunu açıklığa kavuşturmada ve hepimizi, belirli tedavi felsefelerinin taraftarları tarafından nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, klinik uygulamanın hangi unsurlarının elde tutmaya değer olduğunu anlamaya doğru ilerletmede kritik bir rol oynayabilir.

    Bu kitap, psikanalitik teorilerin ve psikodinamik yönelimin ana ampirik temellerinin tarihsel bir özetiyle başlar. Daha sonra klinik uygulamaya geçer, tedaviyi çerçevelemeye, hedefleri formüle etmeye ve belirli müdahaleleri kullanmaya odaklanır ve psikanalitik tedavinin ve süpervizyonun genel yapısı hakkında yorumlarla sonlanır. Üçüncü bölümde, anksiyete, depresyon, borderline durumlar ve sorunlu narsisizm gibi belirli sorunlara yönelik uygulamalar incelenir. Son bölüm okuyucuyu klinik ofisin dışına ve özellikle öfke, saldırganlık ve şiddet sorunlarına odaklanarak organizasyonlara ve klinik ekiplere yönelik uygulamalara taşır. Son olarak, yazarlar evsiz bireylerle ilgili terapiyi, telefon veya bilgisayar aracılığıyla tedaviyi ve grup analizini ele alır. Kitabın ilk bölümleri psikanalitik teorilerin ana akım klinik uygulamalarını anlamaya çalışan herkes için temel bir okuma oluştururken, sonraki bölümler doğrudan klinik hizmet dışındaki rollerdeki profesyoneller için oldukça yararlı olacaktır. Tüm bu materyal, erişilebilir bir şekilde yazılmış, onu destekleyen deneysel kanıtlar bağlamında sunulmuş ve ilgili kavramları canlandıran kısa öykülerle açıklanmıştır. Deneyimlerimden biliyorum ki, son hali genel bir süreklilik ve bütünleşmeyi barındıran çok yazarlı bir derleme üretmek kolay değildir ve bu nedenle bu cildin yazarlarının bunu başarmış olmasından etkilendim. Tüm ruh sağlığı disiplinlerinden, profesyonel katılımlardan ve teorik yönelimlerden okuyucuları bu değerli ve önemli kitapla vakit geçirmeye davet ediyorum. Bence siz de benim kadar ilgi çekici ve klinik olarak yararlı bulacaksınız.

    Giriş

    Bu kitap için temel amaçlarımızdan biri, psikodinamik psikoterapiye dair okunabilir ve davetkar bir rehber sunmaktır. Psikodinamik yaklaşımın hem kendimiz hem de birlikte çalıştığımız önemli sayıda insan için faydalı bir ‘yaşam rehberi’ sunduğunu gördük. Bu nedenle, bu yaklaşıma dair anlayışımızı paylaşma konusunda hevesliyiz ve bu fırsat için minnettarız. Yazma sürecine yardımcı olmak için, bu kitabın kapsamlı bir anlatım olmaktan ziyade bir “rehber” olarak tasarlandığını hatırlamanın temellendirici olduğunu gördük. Çağrışımlarımız bizi, insanların bir yer hakkında yollarını bulmalarına yardımcı olan ve ziyaretçilere ilgi çekici alanları gösteren bir seyahat rehberine götürdü. Bu kitabın, hem psikodinamik psikoterapi alanına yeni seyahat eden hem de daha önce burada bulunmuş ve daha fazla keşif arayan okuyuculara buna benzer bir amaç için hizmet etmesini umuyoruz.

    Psikodinamik alan geniştir. Çakışmalar ve farklılıklarla birlikte birden fazla “ekol” vardır. Klinik yaklaşımımız, psikodinamik terapideki çeşitli eğilimlerden yaklaşımları kullanmak ve zaman zaman bütünleştirmek, klinik uygulamada özellikle yararlı bulduğumuz yönlere odaklanmaktır. Bu kitabın tekrar eden bir teması, terapistin psikodinamik teori ve uygulamanın temel ilkelerini korurken yaklaşımını her hastaya uyarlamasıdır. İnsan ilişkileri ve işleyişine dair psikodinamik bir anlayış, sosyal koşullarla (yoksulluk, eşitsizlik ve diğer olumsuzluklar dahil) ve biyolojik ve tıbbi olanla iç içedir. Bu kitap, psikodinamik bir şekilde çalışan bir uygulayıcının geçmişte bu genel bakışı sağlayan ilgili bir meslekte deneyime sahip olduğunu varsayar. Bu, uygulayıcının yararlanabileceği terapötik çalışmaya güvenlik ve temel sağlar ve terapi öncesinde veya terapiyle paralel olarak ele alınması gerekebilecek önemli sosyal veya tıbbi konular hakkında daha geniş bir bakış açısı sağlar.

    Bu kitabın 1. Kısmı, psikodinamik yaklaşımın genel bir görünümünü sunarak, sonraki bölümlerde yer alan kavramların ve klinik uygulamanın temellerini sağlar. Bölüm 1, psikiyatri tarihçisi ve psikiyatrist Allan Beveridge tarafından yazılan, psikodinamik psikoterapinin gelişimine dair tarihi bir bakış açısıdır. Beveridge, psikodinamik teorinin gelişiminin idealize edilmiş bir tasvirini eleştirir: yanlış anlaşılan kahramanın (Sigmund Freud) kör muhaliflerine karşı mücadelesi. Bunun yerine Beveridge, psikodinamik terapiyi daha geniş etkiler arasına yerleştiren ve uygulayıcıların hataları ve yanlış dönüşleri gibi içgörüleri ve faydalı klinik keşifleri de tanımlayan daha ayrıntılı ve bütünleşik bir açıklama sunar. Kendimizi başkalarının bizi gördüğü gibi görmek her zaman rahat bir okuma sağlamaz, ancak yine de, kitabın ilerleyen kısımlarında açıkladığımız gibi, derin öğrenme veya terapötik değişimin hiçbir süreci birey için biraz rahatsızlık yaratmadan gerçekleşmez. İlerlemek isteyen hiçbir disiplin olduğu yerde kalmaz. Erken dönem psikodinamik teorisyenlerinin çalışmalarının çoğunu büyük bir değere sahip bulsak da, psikodinamik psikoterapinin daha sonraki klinisyenlerin erken dönem çalışmalarını geliştirmesi veya daha radikal bir şekilde inşa etmesiyle evrimleştiği de bir gerçektir. Psikodinamik teorideki bu gelişmeler ve çağdaş bir bakış açısı Bölüm 2’de tartışılmaktadır. Bölüm 3, psikodinamik psikoterapinin deneysel temellerini ve Bölüm 4, modelin genel bir bakışını ana hatlarıyla açıklamaktadır. Bölüm 4; tarih, teori, araştırma ve klinik uygulamanın temel yönlerini bir araya getirir ve bu nedenle, bir okuyucu psikodinamik yaklaşımdan faydalanmak için tek bir bölüm okumak isterse, bu bölüm uygun bir seçim olabilir. 2. Kısım psikodinamik modeli daha derli toplu bir şekilde pratiğe döküyor. Psikodinamik bir alanın nasıl çerçeveleneceğini açıklayarak başlıyoruz (Bölüm 5), ardından psikodinamik terapinin hedeflerini tartışıyoruz (Bölüm 6). Bölüm 7 psikodinamik tekniği ve Bölüm 8 terapinin genel yapısını ele alıyor. Bölüm 8, Bölüm 1’de bahsedilen önemli değişim süreçlerini, formülasyonla çalışma, terapi ilişkisini kullanma ve yas tutmayı da kapsayacak şekilde genişletiyor. Bölüm 7 ve 8 bir çift olarak okunabilir.

    Bölüm 9, hasta ve terapist arasındaki ilk karşılaşmaya ve psikodinamik danışmanlık uygulamasına odaklanıyor. David Bell, Bölüm 2’yi, süpervizyon süreci ve bilgi ve uygulamanın bir nesil uygulayıcıdan diğerine, iyi veya kötü, nasıl aktarılabileceği konusundaki önemi üzerine bazı düşüncelerle sonlandırıyor (Bölüm 10). Bell, psikodinamik çalışmada “düşünmeye sevk eden fikirler (keşifler)” potansiyelinin farkındalığını arttırıyor, ancak, düşünmeden, bunların nasıl “ritüelleştirilmiş uygulamalara indirgenebildiğini” de vurguluyor.

    3. Kısım’da, vaka çalışması açıklamalarıyla gösterilen bir dizi yaygın sunuma psikodinamik bir yaklaşım uyguluyoruz. Kaygıya (Bölüm 11), depresif/çökkün durumlara (Bölüm 12) ve borderline durumlara (Bölüm 13) yönelik psikodinamik bir yaklaşımı inceliyoruz. Susan Mizen’in 14. Bölümü daha çok yatan hasta ortamına giriyor. Mizen, personel ve hastaların görünüşte hiçbir çıkış yolu olmayan, kemikleşmiş pozisyonlarda sıkışıp kaldığı karşılaşmaları incelemek için narsisistik zorluklar merceğini kullanır ve bu alanda çalışmak için pratik ve ilişkisel bir yaklaşım önerir. Bölüm 3’teki ortak bir konu, psikodinamik bir yaklaşımın çeşitli “semptomların” ardında yatan anlamları ve dinamikleri nasıl ele aldığı, duyguları canlı ve aktif bir iç dünyanın parçası olarak konumlandırmasıdır.

    4. Kısım, psikodinamik psikoterapiyi farklı popülasyonlara ve ortamlara uygular ve iki ana parçaya ayrılır. 4. Kısım’daki ilk parça, “1:1 Terapinin Ötesinde – Klinisyenler, Ekipler ve Organizasyonlarla Psikodinamik Olarak Çalışmak” başlıklı bir bölüm grubudur. Bu, psikodinamik fikirleri, işleyişinde ilişkilerin merkezi bir rol oynadığı ortamlarda (tüm sağlık hizmetleri, güvenli tesisler, eğitim, sosyal hizmet ve diğer bakım hizmetleri gibi) çalışmaya uygular. Bu parça, psikoterapist olmayan personelin bu alanda sindirilebilir yazılı materyal talepleri üzerine ortaya çıkmıştır; personel ekipleriyle çalışan psikoterapistler için de uygundur. Bölüm 15, uygulamalı psikodinamik çalışmaya bir giriş niteliğindedir. Hinshelwood ve diğerlerinin çalışmalarından yararlanarak esas tezi, günlük bakım sürecinin bir parçası olarak hastalar ve hizmet kullanıcılarıyla çalışırken tepkilerimizi fark etmenin ve bunlar hakkında düşünmenin önemi ve bunun ilişkilerin ‘görünmezliği’ nedeniyle çalışma gerektirdiğidir. Bölüm 16, öfke, saldırganlık ve şiddetin dinamiklerini inceler. Bölüm 17, “psikolojik temelli” bir hizmetin ilkelerini ana hatlarıyla belirtir; yani, bakımla daha karmaşık ilişkileri olan hizmet kullanıcıları için iyi bakım ve buna erişim sunmak üzere bir hizmeti pratik olarak nasıl organize edip yapılandıracağınızı açıklar. Psikolojik temelli bir yaklaşım, personel için reflektif uygulama alanları ile desteklenir; bu, Bölüm 18’in konusunu oluşturur. Bölüm 19, klinik ekipler için psikodinamik danışmanlık sürecini açıklayarak Bölüm 15-18’de tartışılan temaların çoğundan yararlanır.

    4. Kısım’ın ikinci parçası psikodinamik çalışmanın diğer biçimlerine ve ortamlarına bakıyor. Bölüm 20, çoklu dışlanma evsizliği yaşayan insanlarla çalışmaya yönelik psikodinamik bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bölüm 21, Covid-19 nedeniyle acilen dikkatimizi çeken bir konu olan çevrimiçi ve telefonla psikodinamik olarak çalışmayı ele alıyor. Bölüm 22, grup analizi ve uygulamalarına bir giriş sağlıyor.

    Vaka materyali ile ilgili olarak, yazarlar bunların ya kurgu eserler olduğunu ya da Genel Tıp Konseyi’nin gizlilik konusundaki yönergelerinin izlendiğini teyit etmektedir. Zamirler hakkında bir not. Genellikle, insanlardan bahsederken ‘onlar’ ifadesini kullanırız. Ancak, psikodinamik bir yaklaşım genellikle kişilerarası etkileşimlerin ayrıntılarıyla ilgilenir ve bazı durumlarda hem hasta hem de terapist için ‘onlar’ ifadesini kullanmak, kime atıfta bulunulduğu konusunda belirsizliğe yol açabilir. Bu nedenle, bazen açıklık sağlamak için hasta ve terapist için farklı zamirler kullanırız, çoğunlukla hasta için “erkek” (he) ve terapist için “kız” (she).

    Serinin Editöründen Bir Not

    Cambridge Üniversitesi Yayınlarında Editör olan Sarah Marsh ile ilk tanıştığım zamanı hatırlıyorum – şimdi sanki bir ömür önceymiş gibi geliyor. Haziran 2017’de Edinburgh’un merkezindeki bir kafede, kanıta dayalı psikolojik terapilere odaklanan bir dizi kitap oluşturması gerektiği fikrini tartışmak için buluştuk. Fikir basitti – kitaplar bir stajyer ve aynı zamanda uzman bir klinisyen için çekici olacaktı. Okuyucuların farklı teorik anlayış modelleri kullanarak psikolojik bir zorluğu kavramsallaştırmalarını sağlamak, ancak bilgi hacmiyle bunalmamalarını istedik. Kolayca okunabilen ve yine de karmaşık kavramları yönetilebilir bir şekilde inceleyen bir dizi kitaba ihtiyaç olduğunu gördük.

    Böylece Sarah bana Dizi Editörü olup olmayacağımı sorduğunda hayır diyemedim. Dizi için erken planlar yaparken asla tahmin edemediğimiz şey, yakında küresel bir pandemiyle karşı karşıya kalacağımızdı. Evimizden çıkıp çıkamayacağımızı veya çocuklarımızın okula gidip gidemeyeceğini bile bilmediğimiz günler oldu – dünya etkili bir şekilde durdu. Yine de tüm bu kaos, belirsizlik ve korku içinde, etrafımdakilerin kararlılığını ve başarılarını gördüm. Ergenliğini “karantina” altında geçiren oğlum Patrick’in dayanıklılığına hayran kaldım. Şimdi onu ve dönüştüğü genç adamı izliyorum – sessiz bir özgüvenle dik yürüyor. O ve arkadaşları birlikte gülerken ve artık çoğumuzun daha önce hafife aldığı bir şeyin tadını çıkarırken çok gurur duyuyorum: üniversitedeki özgürlükleri. Benzer şekilde, çoğu meşgul ve yorgun klinisyen olan bu kitapların birçok yazarının, bu girişim için değerli zamanlarını adamaya devam ettiğini gördüm – çok zorlu bir zamanda inanılmaz bir başarı. Her biri beni dünyanın dört bir yanından akademik, klinik ve teorik dünyalarına davet etti. Hepsiyle çalışmak bir onurdu. Bu serinin her bir katılımcısına ve yazarına, en karanlık günlerde bile gösterdikleri sıkı çalışma, kararlılık ve mizah anlayışları için kişisel olarak teşekkür etmek istiyorum. Tüm bilinmezliklere ve kaosa rağmen devam ettiler ve harika bir şey başardılar.

    Sarah ve Cambridge’deki Kim Ingram’a bana Seri Editörü olma fırsatı verdikleri için teşekkür etmek istiyorum. Her anını çok sevdim; tahmin ettiğimizden daha uzun ama muhteşem bir yolculuktu ve bunun için inanılmaz derecede minnettarım. Sarah ve Kim artık arkadaşlarım – kelimenin tam anlamıyla küresel bir salgını birlikte yaşadık. Cambridge Üniversitesi Yayınları ile birlikte ve işbirliği içinde çalışmak benim için mükemmel bir zevkti.

    Patricia Graham, Seri Editörü Danışman Klinik Psikolog, USS Lanarkshire, Birleşik Krallık

    Teşekkür

    Yol boyunca öğrendiğimiz tüm hastalara ve personele çok minnettarız. Bu kitabın bölümlerini eleştirel bir şekilde okuyan ve yapıcı geri bildirimleri paha biçilmez olan tüm klinisyenlere teşekkür ederiz: Carine Minne, Aileen Ogilvie-Riley, Allan Beveridge, Angela Drinnan, Emma Lewington, Katy Lewis, Katharine Logan, Flora Michalopoulou, Siobhan Murphy, Jane Naismith, Jon Patrick ve John Shemilt. Görselleri oluştururken bizimle birlikte çalışırken gösterdiği sabır için Robert Bangham’a teşekkür ederiz. Cambridge Üniversitesi Yayınlarından Kim Ingram ve Sarah Marsh’a ve bu kitapta bizi cesaretlendiren ve yardımsever yönlendirmesi için Patricia Graham’a minnettarız. Bu kitap Dr. Patricia Graham (seri editörü) ve Cambridge Üniversitesi Yayınları tarafından talep edilmiştir. Adam Polnay ve Rhiannon Pugh cildi düzenledi ve tüm ortak yazarlara teşekkür etmek istiyor.

    A.P. ve R.P., yazma süreci boyunca birbirlerine verdikleri destek ve cesaretlendirme için minnettardır.

    A.P.: Jon Patrick’e ve geçmişteki ve şimdiki tüm süpervizörlerime birçok bölümdeki etkilerinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Devlet Hastanesi (Carstairs), USS Lothian ve Edinburgh Üniversitesine destekleri için minnettarım. En önemlisi, aileme, bu proje boyunca birçok yönden verdiğiniz destek ve bunun gerektirdiği zamana gösterdiğiniz hoşgörü için hepinize teşekkür ederim.

    R.P.: Geçmişteki ve şimdiki tüm süpervizörlerime ve aileme teşekkür etmek istiyorum

    Kısım 1: Modelin Genel Değerlendirmesi

    Kısım 2: Psikodinamik Psikoterapi Modelinden Uygulamaya

    Kısım 3: Ruh Sağlığı Vaka Sunumları için Uygulama

    Her Vaka Sunumu için Eklenen Vaka Çalışması Açıklamasıyla Psikodinamik Psikoterapinin Uygulamaları