Yazar: admin

  • Neden Dinamik Psikoterapi? (1. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    PSİKİYATRİST: Biz burada bilinçdışınızı anlamak için bulunuyoruz.
    MASON: Benim bilinçdışım beni ilgilendirmez.

    -Jackie Mason, The World According to Me!

    Hepimiz, hayatımıza anlam kazandıran ve yaşamamıza yardımcı olan bir hikâye [story] arayışındayız. Bu hikâye hem özgürleştirici hem de kısıtlayıcı olabilir ve psikoterapötik ilişki, yeni bir hikâyenin şekillenebileceği yeni bir bağ kurma alanı sunar. Terapötik ilişki ve hastanın tedaviye başladığı yaşam anı benzersizdir; bu süreç, hastanın daha önce bilinmeyen ya da fark edilmeyen yönlerini ve deneyimlerini kendi hikâyesine dahil etmesi için yeni bir fırsat yaratır. Bir psikoterapist olmayı öğrenmek, bu oyunda [drama] bir koç [coach], bir editör [editor], bir ilham kaynağı [muse] ve bazen de bir önder [protagonist] olmayı gerektirir.

    Ancak terapinin temel amacı değişimdir. Yeni bir hikâye oluşturma süreci ve bunu destekleyen terapötik ilişki, hastanın kendini farklı ve daha iyi hissetmesine olanak tanımalıdır. Hasta, terapiye bunun için gelir. Duyguya, ilişkilere ve öznel şimdiki anın doğrudan deneyimine vurgu yapması nedeniyle, psikodinamik terapi bir hikâyeler terapisidir [therapy of stories]. Bu süreçte, eskimiş ve yıpranmış kişisel anlatılar, içsel olarak yankı uyandıran, köklü ve kendiliğinden anlaşılır hakikatlere dönüşerek, daha anlamlı bir yaşamın kapılarını aralar.

    Haydi, bir hastanın psikodinamik terapi deneyimine dair bir örnekle başlayalım.

    Beth, depresyon, yalnızlık ve ilişki sorunları nedeniyle terapiye gelen, 31 yaşında, bekar, cisgender, heteroseksüel, beyaz bir kadındı. Şefkati ve yetkinliğiyle tanınan bir klinik hemşire uzmanıydı. Protestan, işçi sınıfı bir aileden geliyordu. Kendinden emin tavrı ve uzun, etkileyici duruşu kısmen gizlese de, belli belirsiz bir güvensizlik hissi taşıyordu. Orta yaşlı, beyaz bir erkek terapist olarak, onun için endişeleniyor ve acısının derinliğini ve şiddetini anlamaya çalışırken hafif bir huzursuzluk hissediyordum.

    Beth, iki yıldır birlikte olduğu partneri tarafından terk edildiği için terapiye gelmişti ve kısa sürede depresif semptomlar geliştirmişti. Bu semptomlar arasında tipik nörovejetatif belirtiler, kendine yönelik nefret ve sosyal izolasyon bulunuyordu. İlk birkaç seansta hızla dökülen hikâyesini dinlemek sarsıcıydı. Babası alkolikti ve annesine karşı istismarcı davranışlar sergiliyordu; ebeveynleri Beth altı yaşındayken boşanmıştı. Ayrılıktan kısa bir süre sonra babası tarafından kaçırılmış ve birkaç hafta boyunca başka bir şehirde onunla birlikte kalmaya zorlanmıştı. Bu süre zarfında fiziksel olarak güvende olsa da, ancak defalarca yalvarmasının ardından babası pes etmiş ve onun annesinin yanına dönmesine izin vermişti.

    Beth’in annesi, onun ve küçük kız kardeşinin bakımını sağlamakta zorlanıyordu. Beth 10 yaşındayken annesi, evi katı bir disiplinle yöneten otoriter bir adamla evlendi. Beth, annesinin duygusal olarak kendisinden uzak olduğunu ve kimsenin onunla gerçekten ilgilenmediğini hissediyordu. Ergenlik döneminde aşırı alkol tüketti ve birkaç kez halüsinojen maddeler kullandı. Üniversiteye başladı ancak kendini yalnız ve mutsuz hissetti. İkinci sınıfın ardından silahlı kuvvetlere katıldı ve üç yıl boyunca yurt dışında görev yaptı. Bu yıllar görece daha istikrarlı olsa da, Beth hâlâ amaçsız ve yalnız hissediyordu. Birkaç romantik ilişkisi oldu ancak her biri ya terk edilerek ya da partnerinin sadakatsiz olduğunu keşfetmesiyle sona erdi. Romantik olmayan birkaç kadın arkadaşı vardı, ancak bu ilişkiler çok yakın değildi ve kendisini duygusal olarak mesafede tutuyor gibi görünüyordu.

    Beth’in hafif ürkütücü tavrı ve görünüşü kısa sürede zihnimden silindi; onun için giderek daha fazla şefkat hissetmeye ve zorluklarla başa çıkma biçimine saygı duymaya başladım. İlk izlenimim, çocukluğunun son derece travmatik olduğu ve ailesindeki erken dönem çatışmaların, yakın ilişkilere güvenmesini zorlaştırdığı yönündeydi. Kaçırılma deneyimi ve katı üvey babası, muhtemelen erkeklere yönelik korkularını pekiştirmişti. Onun dünyasında kadınlar meşguldü ve erkekler potansiyel olarak tehlikeliydi. Madde kullanımı ve seyahat etmek, ona bir kaçış sağlamıştı, ancak geriye sadece bir boşluk kalmıştı.

    2 aylık terapinin ardından, Beth 17 yaşındayken tecavüze uğradığını ve en son sevgilisinin kendisini dövdüğünü açıkladı. Beth’in tehlike ve ihmal içinde geçen hayatı beni zaten rahatsız ediyordu, ancak bu an, terapötik bağımızı derinleştirdi. Şimdiye kadar, yaşadıklarını bana rapor eder gibi anlatıyordu ve biz de onun erken dönem korku ve yalnızlık duygularıyla, sonraki izolasyonu ve erkeklerle yaşadığı sorunlar arasındaki bağlantıları kurmaya çalışıyorduk. Ancak bu yeni açıklamalar farklıydı. O anları anlatırken, korkusu ve öfkesi odada hissediliyordu. Artık sadece dinleyen biri değil, bu hikâyenin içinde yer alan biri haline gelmiştim.

    Beth kısa süre sonra yaşadığı ayrılığa ve ardından gelen depresyona geri döndü. Partnerinden gördüğü istismar, ebeveynlerinin boşanması ve kaçırılma deneyimine dair erken dönem anılarını tetiklemişti—onun yanında kontrolü kaybetmiş hissediyor ve eski bir suçluluk ve sorumluluk duygusuna kapılıyordu. Partneriyle babası arasındaki bağlantıyı fark etmek onun için korkutucuydu, ancak bu konuya tekrar tekrar döndüğümüzde, zamanla bir miktar rahatlama ve alışık olmadığı bir sakinlik hissetmeye başladı. Ayrılık ve gördüğü istismarın yarattığı üzüntünün karmaşık olduğunu kavramıştı, ancak çocukluk deneyimlerinin etkisiyle bu duygular daha yoğun ve katlanılmaz hale gelmişti.

    Eğer psikoterapist, hasta için yeni bir deneyimde bir koç, editör, ilham kaynağı ve önder rolünü üstleniyorsa, okuyucu Beth’in şu ana kadar yaşadıklarını nasıl anlayabilir? Terapist, terapötik ilişkiyi ve hastanın yeni deneyimini kolaylaştırmak için ne yapıyor?

    Bir seansta Beth, eski erkek arkadaşından gelen bir telefon görüşmesini gözyaşları içinde anlattı. Eski partneri, bir yandan ilişkilerini yeniden başlatmaya çalışırken, bir yandan da ona sadık ve sevgi dolu olmadığı için onu sert bir şekilde eleştiriyordu. Beth bu durum karşısında kafası karışmış haldeydi. Onun suçlamaları karşısında kendini kötü hissediyor, ayrılıktan kendisinin sorumlu olup olmadığını sorguluyordu. Sevme ve sadık olma kapasitesinden şüphe duyuyor, ancak onu tekrar görecek olmanın yarattığı heyecanı da hissediyordu ve bunun kötü bir fikir olduğunu biliyordu. Onun manipülasyonuna öfkeliydi ve bu ilişkiye yeniden kapılmaktan korkuyordu.

    Ben de (belki biraz fazla hızlı bir şekilde) ilişkinin ne kadar yıkıcı olduğunu ve Beth’in eski partnerinden uzak durmasının ne kadar önemli olduğunu vurguladım. O anda odada hissedilir bir değişim yaşandı; Beth bana karşı şüphe ve kızgınlıkla yaklaşmaya başladı. O ana kadar beni, yardımcı ve bilge bir aile büyüğü gibi görmüştü. Ancak şimdi, önce ima ederek ardından doğrudan suçlayarak, onu kontrol etmeye çalıştığımı ve ona, nasıl hissettiğini bilmeden tavsiyelerde bulunduğumu söyledi. Güçlü ve bağımsız olması gerektiğini söylemenin benim için kolay olduğunu, ancak yalnız kaldığında ya da korktuğunda parçaları toparlamasına yardım edecek kimsenin olmadığını ifade etti. Başlangıçta gözlemlediğim etkileyici duruşunun geri döndüğünü fark ettim; şimdi uzun, soğuk ve öfkeli görünüyordu.

    Bu değişim çok hızlı gerçekleşti ve beni şaşırttı. Sadece dinledim ve başımı sallayarak tepki verdim. Ne söylemem gerektiğinden emin değildim, bu yüzden olanları daha iyi anlayana kadar zaman kazanmaya çalıştım. Kısa süre içinde fark ettim ki, Beth’in tekrarlayan bir senaryosundaki bir sonraki kişi haline gelmiştim -babasından ve erkek arkadaşından sonra, şimdi de otoriter ve kontrol edici bir erkek figürü olarak algılanıyordum. Bana güvenip benden yardım alabileceğini hissediyordu, ancak aynı zamanda güvenilmez, bencil ve hatta potansiyel olarak tehlikeli biri olabileceğimden şüpheleniyordu. Erkek arkadaşını reddetmesi yönündeki teşvikim, bu güçlü tepkisini tetiklemişti.

    Bu kısa klinik örnek [vignette], dinamik psikoterapinin özünü yakalamaktadır: mevcut çatışmaların ve ilişkilerin geçmişle nasıl bağlantılı olduğunu keşfetmek, güçlü duyguları dinleyerek açığa çıkarmak, tekrar eden kalıpları aramak ve çatışmaların nasıl yeniden üretildiğini görmek için terapötik ilişkiye odaklanmak. Tedavi süreci, terapistin hastanın duygularını anlamada sıcak ve empatik olmasını gerektirirken, aynı zamanda ilişkinin derinleşmesi ve eski kalıpların yeniden sahnelenmesi karşısında sakinliğini koruyabilmesini de zorunlu kılar.

    Beth’in uzak duran annesi ve korkutucu babasının, erkeklerle yaşadığı sorunlar ve terapiye gelme nedeni üzerinde etkisi olduğu kesindir. Çocuklukta ve günümüzde yaşadığı travmatik deneyimlerden bahsettiğinde ve seanslarda yoğun duygular hissettiğinde, terapist bu sürece daha da derinlemesine dahil oldu. Ancak Beth aniden terapiste öfkelendiğinde, onun geçmişteki travmatik senaryoya dayalı duygu ve ilişki kurma kalıplarını şimdi terapötik ilişki içinde yeniden sahnelediğini fark etti. Peki, terapistin şimdi ne yapması gerekiyordu?

    Bu an, hem ilişkisel bir kriz hem de psikodinamik bir fırsattır. Terapinin temel görevi, odada neler olup bittiğini açıklığa kavuşturmaktır. Hasta terapiye, terapistle yaşadığı sorunu çözmek için değil, depresyonunu hafifletmek amacıyla gelmiştir. Ancak terapötik ilişkide ortaya çıkan bu sahnelenme [enactment], altta yatan sorunun daha iyi anlaşılmasını sağlayarak onun çözümüne katkıda bulunma fırsatı sunar.

    Psikodinamik Psikoterapinin Tanımlanması

    Geniş çapta uygulanmasına rağmen, psikodinamik psikoterapinin tanımı belirsizdir. Genellikle, psikanalizin daha verimli ancak seyreltilmiş bir versiyonu olarak görülmektedir -yani, psikanalizin [psychoanalysis] bir uçta, destekleyici psikoterapinin [supportive psychotherapy] ise diğer uçta yer aldığı bir süreklilik içinde konumlandırıldığı düşünülmektedir. Birçok yazar bu temel kavramsallaştırmayı benimsemiştir (Luborsky, 1984; Rockland, 2003). Psikanalitik ya da ifade edici/yorumlayıcı [expressive/interpretative] uçta, klasik parametreler ve teknikler yer alır: sık seanslar, terapistin tarafsızlık ve çekimserlik tutumu, geçmişe olan ilgi, yorumlamaların kullanımı, direnç (hastanın sorunları hakkında konuşmakta zorlanması), aktarım (hastanın terapiste yönelik duyguları) ve karşı aktarım (terapistin hastaya yönelik duyguları) gibi kavramlara odaklanma. Bu kavramların her birini, ilerleyen bölümlerde pragmatik modelimizi açıklarken ele alacağız. Destekleyici psikoterapinin bulunduğu uçta ise ego desteği, tavsiye, rehberlik ve şimdiye daha fazla odaklanma yer almaktadır. Psikanalitik [Psychoanalytic] ya da psikodinamik [psychodynamic] psikoterapiyi (bu iki terimi eş anlamlı olarak ele alıyoruz), bu iki yaklaşımı harmanlayan ve birleştiren bir yöntem olarak görüyoruz; genellikle haftada bir veya iki kez yapılan seanslarla uygulanmaktadır.

    Günümüz yazarları psikodinamik psikoterapiyi farklı şekillerde tanımlamaktadırlar. Kernberg (1999), dinamik psikoterapiyi geleneksel psikanalitik tekniklerin dikkatli ve ölçülü bir şekilde kullanılması olarak görmektedir. Ona göre, psikodinamik psikoterapi ve psikanaliz, aktarım ve karşı aktarım süreçlerine, şu anda ve burada bilinçdışının anlamlarına, karakter analizinin önemine ve erken dönem ilişkilerin etkisine olan ortak ilgileri nedeniyle kesişmektedir. Kernberg’in iş birlikleri, aktarıma odaklanan terapiyi (transference-focused therapy) geliştirmesine yol açmıştır (Yeomans, Clarkin & Kernberg, 2015). Bu yaklaşım, sınır [borderline] kişilik bozukluğunun tedavisi için belirli teknikler içeren, kılavuzlaştırılmış bir psikodinamik terapi biçimidir. Ayrıca, daha üst düzey kişilik bozukluklarının ve genel olarak kişilik bozukluklarının psikodinamik tedavisine yönelik sistematik yaklaşımlar geliştirilmiştir (Caligor, Kernberg & Clarkin, 2007; Caligor, Kernberg, Clarkin & Yeomans, 2018).

    Gabbard, psikodinamik psikoterapinin temel amacının hastanın kendini daha iyi anlamasını sağlamak ve terapist-hasta ilişkisine odaklanmak olduğunu vurgulamakla birlikte, bunu farklı bir şekilde tanımlamaktadır. Ona göre psikodinamik psikoterapi, “terapist-hasta etkileşimine dikkatle odaklanan, aktarım ve direncin özenle zamanlanmış yorumlarıyla birlikte, terapistin iki kişilik alana katkısını derinlemesine kavrayan bir terapi biçimidir” (Gunderson & Gabbard, 1999, s. 685).

    Luborsky’nin (1984) psikodinamik psikoterapinin teori ve tekniğini sistematik hale getirmeye yönelik öncü çalışması, onun tarafından destekleyici-ifade edici psikoterapi [supportive-expressive psychotherapy] olarak kavramsallaştırılmış ve geniş çapta etkili olmuştur. Bu dinamik tedavi modeli, Book (1998) tarafından daha da geliştirilmiş ve geniş bir hasta ve durum yelpazesi için uygun olarak tanımlanmıştır. Destekleyici-ifade edici psikoterapi, çoğu kılavuzlaştırılmış psikodinamik tedavi yöntemi gibi, terapist müdahalelerini seans bazında kesin bir şekilde belirlemez; bunun yerine, genel tedavi ilkeleri ve terapistler için rehber niteliğinde yönergeler sunar. Örneğin, depresyon gibi semptomlar, kişilerarası veya içsel çatışmalar bağlamında ele alınır ve bu çatışmalar, destekleyici-ifade edici psikoterapide Temel Çatışmalı İlişki Temaları (TÇİT) [Core Conflictual Relationship Themes] (CCRT]; Luborsky & Crits-Christoph, 1990) olarak adlandırılır.

    Bateman ve Fonagy (2010), zihinselleştirmeyi [mentalization] “birbirimizi ve kendimizi öznel durumlar ve zihinsel süreçler açısından, örtük ve açık bir şekilde anlamlandırma süreci” (s. 11) olarak tanımlayarak, bunu zihnin merkezi bir işlevi olarak ele alırlar. Onlara göre, bu işlev, ciddi travma ve olumsuz yaşam deneyimlerine maruz kalan bireylerde zarar görebilir. Pek çok kişi tarafından psikodinamik terapi ailesinin bir parçası olarak kabul edilen zihinselleştirme temelli terapinin [mentalization-based therapy] terapötik mekanizması, bu kritik zihinsel işlevin yeniden kazandırılması üzerine kuruludur.

    Stephen Mitchell (1988), ilişkisel psikanalizin [relational psychoanalysis] en önemli temsilcilerinden biri olarak, bireyin erken dönem kişilerarası matrisine, hasta ile terapist arasındaki bağlantının karmaşıklığına ve psikolojik yaşamın itici gücünün dürtülerden ziyade ilişkiler olduğuna vurgu yapmıştır. İlişkisel psikanaliz, psikoterapötik sürecin tek kişilik bir sistemden (yalnızca hastaya odaklanan) iki kişilik bir sisteme (terapist-hasta ilişkisini merkeze alan) geçiş yapmasına öncülük etmiştir.

    McWilliams (2004), psikodinamik psikoterapinin özünü farklı bir şekilde tanımlayarak, terapistin duyarlılığına [sensibility] odaklanır. Ona göre, merak ve hayranlık tutumu, karmaşıklığa saygı, özdeşim ve empatiye yatkınlık, öznelliğe ve duygulanıma değer verme, bağlanmaya dair derin bir kavrayış ve inanç kapasitesi, psikodinamik terapistin yaklaşımının temelini oluşturur. Her ne kadar esas çaba keşfedici [exploratory] ve reflektif [reflective] olsa da, onun ilgisi teknik ayrıntılardan çok terapistin yönlendirmeye çalıştığı sürece yöneliktir.

    Özetle, günümüzde psikodinamik psikoterapi pratiğini, bir kısmı keşif odaklı, bir kısmı ise destekleyici olan çeşitli tekniklerin (Bkz. Tablo 1.1) önemli bir terapötik ilişki bağlamında kullanıldığı bir bileşim olarak görmekteyiz. Seanslar, terapötik ilişkinin kendi başına etkili olacak düzeyde bir yoğunluk kazanmasını sağlayacak sıklıkta, genellikle haftada bir veya iki kez gerçekleştirilir. İncelediğimiz tüm tanımlamalarda aktarım ve karşı aktarım süreçlerine verilen önem ve hasta ile terapist arasındaki ilişkinin karmaşıklığı ortak noktalar olarak öne çıkmaktadır; bu yönleriyle psikodinamik psikoterapi, kendine özgü ve ayırt edici bir yaklaşımdır.

    Tablo 1.1. Günümüzde Psikodinamik Psikoterapinin Temel Özellikleri
    Keşif odaklı, yorumlayıcı ve destekleyici müdahalelerin uygun şekilde kullanılması
    Sık seanslar
    Acı verici duygulanımları açığa çıkarma, geçmişte yaşanan zorlayıcı deneyimleri anlama vurgusu
    Duygusal deneyimi kolaylaştırma, içgörüyü artırma ve uyumu geliştirme hedefi
    Terapötik ilişkiye odaklanma; aktarım ve karşı aktarım süreçlerine dikkat
    Farklı terapistlerin farklı şekillerde uygulayabileceği geniş bir teknik yelpazesinin kullanımı

    Psikoterapi alanında, farklı terapi türlerinin entegrasyonuna yönelik geniş çaplı bir eğilim bulunmaktadır; bu yaklaşım, her ekolün en etkili unsurlarını bir araya getirerek hastaya özel uyarlanmasını mümkün kılar. Terapistler genellikle tek bir kuramsal yönelimle eğitim alıp kimlik kazanmakta, ancak zamanla farklı bakış açılarını da eklemektedirler. İnsan davranışının karmaşıklığını kabul eden Eubanks, Goldfried ve Norcross (2019), psikoterapilerin bir “çoklu evreni [multiverse]” olduğunu öne sürerek, psikoterapi entegrasyonunun giderek artacağını savunmaktadır. Bu eğilim, özellikle zihinsel süreçlerin nörobiyolojik temellerine dair artan anlayış ve bireysel deneyim üzerinde kültür ile sosyal bağlamın etkisinin -terapi odası dahil- daha fazla kabul görmesi ile birlikte hızlanacaktır.

    Burada sunduğumuz psikodinamik terapi modeli, saf bir yaklaşımdan ziyade daha bütünleştirici [integrative] bir yapıya sahiptir; ancak yine de duygusal keşif, seans sıklığı ve aktarım ile karşı aktarım süreçlerine verilen dikkati temel psikodinamik unsurlar olarak içermekte ve vurgulamaktadır. Beth’in tedavisinde, terapistin onun öfkesine ve güvensizliğine nasıl yanıt vereceğini belirlemesi gerekmektedir. Terapist, destekleyici bir yaklaşım benimseyerek Beth’e terapinin güvenli bir alan olduğunu ve onu eleştirmek, kontrol etmek ya da yargılamak gibi bir niyetinin olmadığını hatırlatabilir. Bu, birçok farklı terapi türünde yaygın olarak kullanılan destekleyici bir müdahale olacaktır. Alternatif olarak, Beth’in algısında bir çarpıtma olduğunu belirterek, onun bu algıyı sorgulamasını sağlayabilir ve algısının kanıtlarını değerlendirmesini isteyebilir. Bu ise bilişsel terapinin bir müdahalesidir. Ancak terapist, Beth’in öfkeli duygularını odada tutarak onları yatıştırmaya veya tartışarak çürütmeye çalışmak yerine, bu duyguların varlığını kabul etmesine yardımcı olabilir. Beth’in hislerini gözlemlemesine ve bunları daha önce ele aldıkları temalarla bağlantılandırmasına destek olabilir. Bu son yaklaşım, psikodinamik psikoterapiye özgüdür.

    PSİKODİNAMİK PSİKOTERAPİNİN DEĞERİ

    Psikodinamik terapi, hem entelektüel hem de klinik alanlarda, özellikle bilişsel-davranışçı terapi (BDT) ve onun türevleriyle rekabet etmektedir. Ancak, psikodinamik terapinin kanıt temeli [evidence base] sağlamdır ve hem ruh sağlığı profesyonelleri arasında hem de çağdaş Batı kültüründe güçlü bir yer edinmiştir.

    Ampirik Veri Tabanı

    Barber, Muran, McCarthy, Keefe ve Zilcha-Mano (2021), psikodinamik terapinin randomize klinik deneylerini kontrol koşulları ve diğer aktif tedavilerle karşılaştıran bir dizi meta-analiz gerçekleştirmiştir. Bu çalışmaların özetleri, depresyon, anksiyete bozuklukları ve kişilik bozuklukları için ayrı ayrı yapılmıştır. Üç meta-analizin sonuçları, psikodinamik terapinin kontrol koşullarına kıyasla anlamlı ölçüde daha etkili olduğunu ve alternatif tedavilerle karşılaştırıldığında etkinlik açısından bir fark göstermediğini ortaya koymuştur (Bkz. aşağıdaki bilgi kutusu). En güncel olarak, Leichsenring ve çalışma arkadaşları (2023), ampirik olarak desteklenen tedaviler için güncellenmiş kriterlere dayalı bir şemsiye/genel inceleme [umbrella review] gerçekleştirmiş ve psikodinamik terapinin bu bozukluklar için güçlü bir şekilde önerildiği sonucuna varmıştır.

    Derinlemesine İnceleme: Psikodinamik Terapi Sonuç Araştırmaları
    Barber ve çalışma arkadaşları (2021), depresyon, anksiyete ve kişilik bozuklukları için psikodinamik terapiye yönelik bir dizi meta-analiz gerçekleştirmiştir. Psikodinamik terapiye ilişkin klinik deneyler, kontrol koşulları ve diğer aktif tedaviler ile karşılaştırılmıştır.
    Depresyon için, psikodinamik terapi ile kontrol koşulları arasındaki karşılaştırmayı içeren 12 çalışma bulunmuştur. Psikodinamik terapi, kontrol koşullarına kıyasla orta büyüklükte bir etki büyüklüğü ile daha iyi sonuçlar vermiştir (g = –0.58, p < .001; Barber ve ark., 2021). Beklendiği gibi, bekleme listesiyle karşılaştırıldığında, psikodinamik terapi aktif kontrol koşuluna (örneğin, standart tedavi veya placebo tedavisi) kıyasla daha etkili olmuştur. Ancak her iki durumda da, psikodinamik terapi anlamlı şekilde daha etkili bulunmuştur (Barber ve ark., 2021).
    Depresyon için psikodinamik terapiyi aktif tedavilerle, özellikle Bilişsel-Davranışçı Terapi (BDT) ile karşılaştıran 20 randomize klinik çalışma bulunmuştur. Meta-analiz sonuçlarına göre, tedavi bitiminde psikodinamik terapi ile diğer aktif tedaviler arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (g = –0.01). Aynı durum, yalnızca BDT ile karşılaştırılan çalışmalarda da geçerliydi (g = 0.24, p = .13). Benzer bulgular, takip değerlendirmelerinde de elde edilmiştir.
    Barber ve çalışma arkadaşları (2021), psikodinamik terapinin anksiyete bozuklukları için etkinliğini incelemek amacıyla, randomize kontrollü çalışmalarda (RKÇ) ele alınan tüm anksiyete bozukluklarını tek bir grup altında toplamıştır, çünkü her bir anksiyete bozukluğu için yeterli sayıda bağımsız çalışma bulunmamaktaydı. Beklendiği gibi, psikodinamik terapinin kontrol koşullarıyla karşılaştırıldığı yedi RKÇ, psikodinamik terapinin kontrol gruplarına kıyasla daha etkili olduğunu göstermiştir (büyük etki büyüklüğü, g = –0.94). Ancak, aktif tedavilerle karşılaştırılan 15 çalışmada, psikodinamik terapi ile diğer aktif tedaviler arasında tedavi bitiminde anlamlı bir fark bulunmamıştır (g = –0.01, p = .945). Ayrıca, psikodinamik terapi ile BDT karşılaştırması ile psikodinamik terapi ve BDT dışındaki aktif tedavilerin karşılaştırması arasında da anlamlı bir fark görülmemiştir (BDT için g = 0.07, p = .757). Benzer sonuçlar takip değerlendirmelerinde de elde edilmiştir.
    Bu meta-analiz, kişilik bozukluklarının herhangi bir türü için psikodinamik terapinin diğer koşullarla karşılaştırıldığı 16 çalışmayı da içermektedir ve çeşitli sonuç ölçütlerine odaklanmıştır. Araştırmacılar, yalnızca temel kişilik bozukluğu semptomlarına odaklanmıştır. Kontrol koşulunu içeren beş çalışmada, psikodinamik terapinin kontrol koşullarına kıyasla daha etkili olduğu bulunmuştur (g = –0.63, p = .002). Ancak, temel kişilik bozukluğu semptomlarını inceleyen ve psikodinamik terapi ile diğer tedavileri karşılaştıran yedi çalışmada, tedaviler arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (g = 0.05, p = .708).
    Özetle, depresyon, anksiyete bozuklukları ve kişilik bozuklukları için yapılan bu üç psikodinamik terapi meta-analizi, psikodinamik terapinin kontrol koşullarına kıyasla anlamlı ölçüde daha etkili olduğunu ve diğer aktif tedavilerle karşılaştırıldığında etkinlik açısından bir fark göstermediğini ortaya koymuştur.

    Bu meta-analitik bulguların, psikodinamik terapinin etkinliğine dair mevcut literatürü yansıttığına inanıyoruz ve psikodinamik terapinin diğer tedavilere kıyasla daha az etkili olduğunu öne süren çok az sayıda çalışma bulunduğunu not etmek istiyoruz. Günümüzde, psikodinamik terapi, yetişkinlerde depresyon için önerilen tedaviler arasında yer almaktadır (American Psychological Association, 2021; bkz. www.apa.org/depression-guideline/decision-aid-adults.pdf).

    Uzun süredir kullanılan birçok terapi türü gibi, “tedavinin [the treatment]” neyi kapsadığı net bir şekilde tanımlanması zor olduğundan, bilimsel olarak test edilmesi de güçtür. Bu nedenle, çeşitli araştırmacılar psikodinamik terapi için kılavuzlar geliştirmişlerdir. Bunlar arasında, Luborsky’nin (1984) destekleyici-ifade edici terapi [supportive–expressive therapy] kılavuzu (Book, 1998) ve Yeomans ve çalışma arkadaşlarının (2015) aktarıma odaklı psikodinamik terapi [transference-focused psychodynamic psychotherapy] kılavuzu bulunmaktadır; bu yöntem [aktarım odaklı terapi] özellikle borderline kişilik bozukluğu tedavisine yönelik olarak geliştirilmiştir. Diğer güncel psikodinamik terapi kılavuzları arasında Abbass ve Macfie’nin (2013) yoğun kısa süreli dinamik psikoterapi [intensive short-term dynamic psychotherapy] üzerine çalışmaları, Milrod ve çalışma arkadaşlarının panik bozukluğu (Busch, Milrod, Singer & Aronson, 2012), çocuk ve ergen anksiyetesi (Preter, Shapiro & Milrod, 2018) ve travma (Busch, Milrod, Chen & Singer, 2021) alanlarındaki çalışmaları ile Diamond, Yeomans, Stern ve Kernberg’in (2021) patolojik narsisizmin tedavisine yönelik çalışmaları yer almaktadır.

    Bazı klinisyenler, kılavuzlaştırılmış [manualized] tedavilerde, terapötik ilişki içindeki benzersiz kişisel bağın kaybolup kaybolmadığı konusunda şüpheci yaklaşmıştır. Ancak, Vinnars, Hauschild ve Taubner (2005), İsveç sağlık sisteminde kişilik bozukluğu olan hastalar için kılavuzlaştırılmış, süre sınırlı destekleyici-ifade edici terapinin, açık uçlu ve kılavuzlaştırılmamış, toplum temelli terapiyle etkinliğini karşılaştırmıştır. Araştırmalarında, birinci ve ikinci yıl takiplerinde iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmadığını göstermişlerdir.

    Bu bulgular önemli bir ilerleme kaydetse de birçok soruyu gündeme getirmektedir. Bu kılavuzlaştırılmış tedaviler, psikodinamik psikoterapi tekniklerinin tüm yönlerini mi yansıtmaktadır, yoksa yalnızca belirli unsurları mı seçmektedir? Teknik açısından en önemli unsurlar nelerdir, değişimi en etkili şekilde ne sağlar ve bu değişim hangi türden bir değişimdir?

    Derinlik

    Psikodinamik terapi, neredeyse bir asırdır psikoterapötik yeniliğin bir kuluçka merkezi olmuştur; bu nedenle büyük bir değer taşımaktadır. Günümüzde uygulanan pek çok psikoterapi yöntemi -ve zaman içinde geliştirilip terk edilen birçok yaklaşım- psikodinamik terapiden doğmuştur. Daha sonraki tedavi yöntemleri, kavramsal olarak Freudyen mirastan türetilmiş ya da bu gelenek içinde eğitim almış veya ona maruz kalmış kişiler tarafından geliştirilmiştir. Biz, terapinin derinliğinin, kişilerarası etkileşimin yoğunluğunun ve kişisel olarak büyük önem taşıyan meseleler tartışıldığında ortaya çıkan içsel anlam hissinin, yaratıcı düşünceyi teşvik ettiğini öne sürüyoruz. Belki de bu yüzden psikodinamik terapi, yeni fikirlerin gelişmesi için verimli bir zemin oluşturmuştur. Bu yaklaşım, empati yeteneği yüksek bireyleri kendine çeker ve hasta ile derin duygusal etkileşime dayalı anlamlı bir model sunar. Beth ile çalışmak terapist için zorlayıcı ve duygusal olarak yoğun bir deneyimdi. Sıkı bir şekilde belirlenmiş bir protokolü takip etmek, terapistin aynı düzeyde kişisel katılımını ve merakını uyandırmayabilirdi.

    Derin bir terapi, temel sorunları ve özsel çözümleri ele alan bir yaklaşımdır. Bireyi derinlemesine dönüştürmeyi amaçlar ve iyileşme [cure] kavramına yaklaşır. Daha derin bir terapi, kendi kendini ifade eder ve kendi içsel gerekçesini sağlar. Günümüzde psikodinamik terapi, psikoterapi alanında derinliğin temsilcisi olma görevini üstleniyor olabilir.

    Psikodinamik Anlatı Kültüre İşlenmiştir

    Psikodinamik terapi, Freudyen fikirlerin çağdaş Batı kültürüne nüfuz etmiş olması ve diğer kültürleri de etkilemiş olması nedeniyle büyük bir değere sahiptir. Bilinçdışı, erken çocukluk deneyimlerinin sonraki yaşam üzerindeki etkisi, içsel çatışmanın normal bir durum olması, bağlanmanın karmaşıklığı, gelişim evreleri ve anksiyetenin yaygınlığı gibi kavramlar, adeta içinde yaşadığımız kültürel atmosferin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu kavramlar, Batı kültürünün birey, yaşam döngüsü ve kişilerarası ilişkiler anlayışına derinden işlemiştir. Dolayısıyla, bu fikirler dünya görüşümüzü şekillendirirken, psikoterapi yaklaşımlarının da bu inançları içermesi, onlara referans vermesi ve onları kapsaması gerekmektedir. Nitekim, Jerome Frank (Frank & Frank, 1991), terapinin içinde bulunduğu kültürün hakim değerlerini yansıtması ve bireye bu dil aracılığıyla hitap etmesi gerektiğini öne sürmüştür. Son birkaç on yılda beşeri bilimlerde psikanalize ve Freud’a yönelik artan ilgi, bu fikirlerin Batı kültürel ve entelektüel geleneğine ne kadar derinlemesine yerleştiğini gözler önüne sermektedir.

    Batı dışı kültürler ve Batı içindeki alt kültürler, psikanalitik kavramların bazılarına alternatif yaklaşımlar barındırmaktadır; örneğin, bireyden ziyade kolektifin önemi, aile üyelerinin rolleri, tanımları ve işlevlerine dair farklı anlayışlar gibi unsurlar, psikanalitik düşüncenin Batı merkezli bakış açısını sorgulamamıza olanak tanımaktadır. Bu farkındalık, deneyimin hangi yönlerinin evrensel olduğunu ve hangilerinin kültür tarafından şekillendiğini daha iyi anlamamızı sağlar. Bu farklı perspektifler, psikanalitik kültürün bazı yönlerine eleştirel bir bakış getirirken, aynı zamanda psikanalitik tekniklerin, geliştikleri bağlamın ötesinde nasıl anlam kazanabileceğini düşünmemize olanak tanır.

    Psikodinamik temelli tedavilerin, özellikle kişisel bir anlatının [personal narrative] yeniden yazılması üzerine yoğunlaştığını öne sürüyoruz. Anlatısal bir anlam geliştirme ihtiyacı, insan doğasının temel bir özelliğidir ve bu ihtiyaç, anlatı geleneğinde, edebiyatta, sanatta ve hemen herkesin hayatının bir noktasında hissettiği otobiyografik anlatım dürtüsünde kendini göstermektedir. Psikodinamik terapi, bu temel insani görevi bir meydan okuma olarak ele alır ve hastaların kendi hikâyelerini anlatmalarını ve derinlemesine yeniden şekillendirmelerini teşvik ettiği için güncelliğini korumaya devam eder.

    Terapistler İçin Terapi

    Terapistler, kendi tedavileri için genellikle psikodinamik psikoterapiyi tercih etmektedir; bu durum, psikiyatri asistanlarını konu alan bir çalışmada da belgelenmiştir (Habl, Mintz & Bailey, 2010). Gözlemlerimize göre, diğer terapi alanlarında eğitim görenler de sıklıkla dinamik yönelimli tedavileri seçmektedir. Ancak, diğer psikoterapi türlerinin hızla yaygınlaştığı bir dönemde bunun neden böyle olduğu ilginç bir sorudur. Terapistler genellikle mesleklerinin erken dönemlerinde kendi terapilerine başlarlar ve bu süreçte öğretmenleri ve mentorlarından etkilenirler; dolayısıyla terapi tercihleri kuşak etkisini [cohort effect] yansıtıyor olabilir. Daha yeni psikoterapi yaklaşımlarının giderek daha baskın hale gelmesi ve bu yaklaşımları benimseyenlerin eğitim ve mentorluk alanında daha fazla yer edinmesiyle birlikte, psikodinamik terapi gelecekte daha az tercih edilen bir seçenek haline gelebilir.

    Ancak terapistler, psikodinamik psikoterapiyi özellikle kendileri için faydalı buldukları için de tercih ediyor olabilirler. Belki de terapistler, psikodinamik terapinin derinliğini ve anlatıya verdiği açık önemi kişisel olarak daha anlamlı bulmaktadırlar. Bu yaklaşımın duygulanıma vurgu yapması ve yoğun duygusal deneyimleri anlama yolları sunması, terapistlerin zor durumdaki ve acı çeken bireylerle çalışırken ihtiyaç duydukları netliği ve dayanıklılığı geliştirmelerine yardımcı olabilir. Ayrıca, psikodinamik terapinin terapötik ilişkiye yoğun şekilde odaklanması, terapistlerin eyleme dökme [enactment], aktarım [transference] ve karşı aktarım [countertransference] süreçlerini daha iyi anlamalarına olanak tanımaktadır.

    Psikodinamik Psikoterapinin Değişen Yüzü

    20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan tedavilerin çok azı günümüzde hala tanınır bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Freud’un dönemine ait diğer tıbbi tedavilerin neredeyse tamamı tarihe karışmıştır. Ancak psikodinamik terapinin güncelliğini koruması, yalnızca onun kalıcı değerine değil, aynı zamanda on yıllar boyunca sürekli olarak gözden geçirilmesine ve yeniden şekillendirilmesine de işaret etmektedir.

    Teori ve teknikteki değişimleri yönlendiren yeni fikirler ve yeni bilgiler, ayrıca psikodinamik terapinin kullanım biçimini şekillendiren güçlü sosyal dinamikler bulunmaktadır (Bkz. Tablo 1.2). Aşağıda, bu değişime yön veren en güncel etkiler detaylandırılmaktadır.

    Tablo 1.2. Psikodinamik Psikoterapide Değişimi Şekillendiren Yeni Fikirler, Bilgiler ve Sosyal Dinamikler

    Yeni Bilgiler ve Sosyal Dinamikler Psikoterapi Teorisi ve Tekniğindeki Değişimler
    Cinsiyet, ırk, etnisite ve LGBTQ+ kimliğinin psikoterapi teorisi ve uygulaması üzerindeki önemiSistemik ırkçılık, cinsiyetçilik ve diğer önyargı ve ayrımcılık biçimlerine artan dikkat; hasta ve terapistin özgül kimlikleri ve geçmişlerinin önemine yönelik artan odaklanma
    Terapötik ittifakın önemine yönelik artan farkındalıkTerapötik ittifakı geliştirme ve kopmaları onarmaya yönelik yeni teknikler
    Fantezi [fantasy], şema [schema] ve patojenik düşünce [pathogenic thoughts] kavramlarının yakınsamasıTravmatik deneyimlerden kaynaklanan şemalara verilen önemin artması
    Travmanın gerçekliği; terapötik ilişkinin hasta ve terapist faktörlerinin bir sonucu olduğu; travmanın bedensel etkisine yönelik farkındalıkDaha az hiyerarşik bir tedavi ilişkisi, sürecin anlık yönlerine daha fazla dikkat, travmanın bedensel belirtilerine odaklanma
    Anlatının önemiAnlatının yeniden yazılması terapinin odak noktasıdır
    Terapötik ilişkinin ortak inşa edildiğinin kabul edilmesiTerapistin kendini daha fazla açması, sürece yönelik daha dikkatli bir odaklanma
    Pozitif psikolojiKaraktere [character], olumlu duygulara ve gelişime odaklanma
    Psikoterapinin diğer tedavilerle birlikte ele alınması gerekliliğiPsikoterapinin genel tedavi planındaki rolünün netleştirilmesi
    Psikoterapinin nörobiyolojik temellerine yönelik anlayışPsikanalitik kavramlara ek bilimsel kanıtlar sağlayabilir
    Verimlilik kaygısıSüre sınırlı tedavi; tekniklerde ve amaçlarda [goal] değişimler
    Yeni teknoloji, büyük dil modelleriPsikoterapiye erişimde iyileşmeler, sanal terapide tekniklerde değişimler, uygulama verilerinin toplanması, rutin sonuç izlemesi

    Not: lgbtq+, lezbiyen, gey, biseksüel, transgender ve queer/sorgulayan.

    Birçok Batı ülkesi, ırkçılık, sömürgecilik, cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı, homofobi ve transfobi geçmişleriyle ve bunların çeşitli bilinçdışı önyargılar şeklindeki yansımalarıyla yüzleşmeye başlamıştır. Psikanalitik düşüncenin erken dönem kültürel bağlamının -yani 20. yüzyılın başlarındaki Viyana’nın- incelenmesi, çarpıcı cinsiyet, sosyal sınıf ve ırk önyargılarını açığa çıkarmıştır. Bu durum, psikodinamik düşüncede içkin olan varsayımların ve ruh sağlığı alanındaki eğitim ile meslek örgütlerinde varlığını sürdüren yapısal ırkçılık ve cinsiyetçiliğin sorgulanmasını gerekli ve kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu süreç, hasta-terapist ilişkisine yönelik daha geniş kapsamlı bir düşünme ve eleştirel analiz yapma fırsatını doğurmuş, terapötik ilişkinin her iki tarafın kişisel geçmişi ve özelliklerinden nasıl etkilendiğine dair çok daha yakın bir farkındalığın gelişmesini sağlamıştır. Terapistlerin, kendi kişisel deneyimlerinin sınırlılıklarını fark etmeleri ve kendi tepkileri ile tutumlarına karşı açık, sorgulayıcı bir tutum içinde olmaları gerekmektedir (Connolly Gibbons ve ark., 2012; Leichsenring & Schauenburg, 2014). Hastanın deneyimini, onun ırkı, kültürü, cinsiyeti ve cinsel kimliği açısından anlamaya çalışmak için alçakgönüllülük ve merak gereklidir (Tao, Owen, Pace & Imel, 2015) ve terapötik ilişkiyi değerlendirirken hem hasta hem de terapistin kimliklerini ve farklılıklarını dikkate almak önemlidir (Quiñones, Woodward & Pantalone, 2017)

    Terapötik ittifakın tedavi sonucuna etkisi, psikoterapi araştırmalarında en tutarlı bulgulardan biri olmuştur. Flückiger, Del Re, Wampold ve Horvath (2018), terapötik ittifak ile terapi sürecindeki (yalnızca ilk seansta değil) tedavi sonucu arasında güçlü bir ilişki bulmuştur. Terapötik ittifakın, tedavi sonuçlarındaki değişkenliğin yalnızca küçük bir bölümünü açıklamasına rağmen (Barber, 2009), bu bulgu tekrarlanan araştırmalarla doğrulanmıştır. Farklı psikoterapi türleri sonuç açısından anlamlı ölçüde farklılık göstermediğinden, güçlü bir terapötik ittifakın geliştirilmesi, tüm psikoterapi yaklaşımlarında ortak bir başarı yolu sunmaktadır.

    Güncel bulgular, terapötik ittifakın farklı psikoterapilerde farklı roller üstlendiğini göstermektedir. BDT tedavilerinde, terapötik ittifak etkili bir tedavinin arka planında yer alan, genel ve özgül olmayan bir faktör olarak işlev görme eğilimindeyken, psikodinamik terapilerde ise aktif bir bileşen olarak rol oynayabilmektedir (Zilcha-Mano & Fisher, 2022). Terapötik ittifakın önemine yönelik artan farkındalık ve ittifaktaki kopuklukları ele alma tekniklerinin geliştirilmesi, ittifakın baştan sona terapötik bir unsur haline gelmesini sağlamaya yönelik yeni yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Terapötik ittifaktaki kopmalar kaçınılmazdır ve giderek daha net hale gelen bir bulgu, bu kopmaların onarılmasının yalnızca gerekli olmadığı, aynı zamanda kopma ve onarım döngüsünün etkili bir terapötik ilişkinin temel bir özelliği olabileceğidir. Bu durum, terapistin potansiyel ve gerçekleşmiş ittifak kopmalarına dikkatle odaklanmasını ve bu kopmaların nasıl onarılabileceğini değerlendirmesini gerektirir. (Bu konu, 4. bölümde daha ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır.)

    Psikanalitik yaklaşımdaki bilinçdışı fantezi [unconscious fantasy] kavramı ile şema terapisi ve BDT’de kullanılan şema [schema] kavramı arasında bir yakınsama bulunmaktadır. Şemalar, erken yaşam deneyimlerinden gelişen ve sonrasında çarpıtılmış algılar tarafından sürdürülen derin bilişsel yapılardır; bunların kalıcılığı, psikopatolojinin özünü oluşturur (Young, Klosko & Weishaar, 2006). Bu kavram, Luborsky ve Crits-Christoph’un (1990) Temel Çatışmalı İlişki Temaları (TÇİT) modeli ile benzerlik taşımaktadır; TÇİT, kişilerarası bağlamda şekillenen bir şemaya örnek teşkil etmektedir. Slap ve Slap-Shelton’ın (1991) psikanalitik teoriyi bir şema modeli etrafında yeniden formüle etmesi, çocuklukta gelişen merkezi bir travmatik senaryonun [a central traumatic scenario] semptomların ortaya çıkmasına neden olduğunu öne sürmektedir. Benzer şekilde, kontrol-ustalık teorisi [control–mastery theory], Mount Zion Psikoterapi Araştırma Grubu tarafından geliştirilmiş bir psikanalitik model olup, semptomların “bilinçdışı patojenik inançlardan [unconscious pathogenic beliefs]” kaynaklandığını savunmaktadır; bu inançlar, bireyin travmatik olaylara dair bilinçdışı çıkarımlarından oluşur (Weiss, Sampson & Mount Zion Psychotherapy Research Group, 1986). Tüm bu yaklaşımlar, zihnin bilişsel ve düşünsel düzeyde işleyen derin organizasyon ilkelerine işaret etmektedir. Şemalar veya travmatik senaryolar, bireyin sonraki algılarını, duygularını ve düşüncelerini önemli ölçüde şekillendirmektedir.

    Travma yaşamış bireylere yönelik özel bir dikkat gösterme gerekliliği yaygın olarak kabul edilmektedir. Bu gereklilik, travmanın sosyal bağlamının fark edilmesini de içerir; çünkü sosyal çevre, dayanıklılığı destekleyebilir veya engelleyebilir. Ayrıca, travmatik deneyimlerin doğrulanmasının kritik önemi ve sağlık sistemlerinde travmanın tekrarını önlemeye yönelik duyarlılığın artırılması da bu kapsamda ele alınmaktadır. Psikodinamik çerçeve, hastanın iç dünyasında fantezilerin ve uzlaşma [compromise] süreçlerinin rolünü açığa çıkarırken, travma yaşamış bireyler için bu unsurlara verilen dikkatin, hastanın gerçek yaşantısını kabul etmekle dengeli bir şekilde ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu yaklaşım değişikliği, gerçekliğe daha fazla vurgu yapılmasını, terapötik süreçte daha fazla iş birliği sağlanmasını ve aktarım olaylarına daha seçici bir dikkat gösterilmesini beraberinde getirmektedir. Travmanın bedensel etkilerinin anlaşılması, halen tam olarak çözümlenmemiş bir alan olmakla birlikte, psikoterapötik tedavide vazgeçilmez bir unsur olarak kabul edilmektedir.

    Tıpkı akademik beşeri bilimler alanlarında metinlerin eleştirel incelenmesinin analiz için temel oluşturması gibi, anlatının iyileştirme sürecinde kullanılması tıp alanında da giderek daha fazla kabul görmekte ve psikanalistler tarafından uzun süredir incelenmektedir (Spence, 1982). Anlatısal tıp [narrative medicine] kavramına yönelik ilgi artmaktadır (Charon, 2006); bu yaklaşım, hastanın kişisel hikâyesini anlama, yönetme ve iyileşme sürecinde merkezi bir unsur olarak ele almaktadır. Bu gelişmeler, psikoterapide anlatının rolüne yönelik artan bir ilgiye yol açmıştır (Madigan, 2019). Coombs ve Freedman (2012), anlatı terapisinde “mevcut olmayan ancak örtük” [absent but implicit] unsurların göz önünde bulundurulmasını, ayrıca hikâyelerin geliştirilmesi ve “yoğunlaştırılması [thickening]” gerektiğini vurgulayan özel uygulamalar önermektedir. Bizim bakış açımıza göre, psikoterapinin temel görevi, hastanın yaşamını ve deneyimlerini, daha karmaşık ve işlevsel bir anlatıya dönüştürerek, yeniden yazmasına yardımcı olmaktır.

    Terapötik ilişkinin tek kişilik [one-person] bir modelden iki kişilik [two-person] bir modele geçişi, aktarım-karşı aktarım etkileşiminin hem hastanın hem de terapistin bilinçdışı süreçleri tarafından ortaklaşa inşa edildiği anlayışıyla şekillenmiş ve bu değişim, tedavi ilişkisinin inceliklerine dair kavrayışımızı önemli ölçüde genişletmiştir. An be an [minute-to-minute] etkileşimlerin inceliklerine daha fazla dikkat edilmesi, terapistin kabul edici ancak kendini sorgulayıcı bir bakış açısını koruma gerekliliği ve gerçeğin öznelliğine dair artan farkındalık, intersubjektif [intersubjective] veya ilişkisel [relational] perspektifin temel özellikleridir. Bu yeni gelişmeler doğrultusunda önerilen teknikler arasında, terapistin kendini daha fazla açması ve terapötik sürecin, terapistin tutumları, düşünceleri ve duygularından kaynaklanan yönlerine daha yakından odaklanması yer almaktadır (Mitchell, 1988).

    Pozitif psikoloji alanı, olumlu duygular, mutluluk ve olumlu deneyimi artırmaya yönelik teknikleri araştırarak psikoterapiye yeni bir bakış açısı sunmaktadır (Jankowski ve ark., 2020; Peterson, 2006; Rashid, 2015; Seligman, 2002). Bu alanın katkıları arasında karakter [character] ve erdem [virtue] kavramlarına yapılan vurgu, olumlu duyguların olumsuz duygulardan görece bağımsız olduğu fikri ve öznel tatmini artırmaya yönelik müdahaleler yer almaktadır. Her ne kadar pozitif psikoloji çalışmaları yalnızca olumlu deneyimleri artırmaya odaklanma eğiliminde olsa da, bu yaklaşım daha geleneksel psikodinamik tekniklerle entegre edilebilir (Summers & Lord, 2015).

    Geleneksel olarak, psikoterapi kendi içinde, diğer tedavilerle olan entegrasyonundan ayrı bir alan olarak incelenmiştir; ancak psikofarmakoloji, çift ve sistem terapisi ile eğitimsel ve davranışsal müdahaleler gibi yaklaşımlarla sıklıkla birlikte kullanıldığı gerçeği göz ardı edilmiştir. Bu tedaviler arasındaki olası sinerji (ve aynı zamanda gerilim) yeni yeni araştırılmaya başlanmıştır. Psikoterapinin, depresyonun akut evre tedavisinin ardından ardışık entegrasyonunun (ilaç veya psikoterapi ile) nüks ve tekrarlamayı azalttığına dair bulgu, bu yeni nesil araştırma çalışmalarından elde edilen yakın tarihli bir bulguya örnektir (Guidi & Fava, 2021). Bu tür bulgular, psikoterapinin genel olarak tedavi süreçlerindeki rolünü daha iyi anlamamıza yardımcı olurken, aynı zamanda spesifik psikoterapi yaklaşımlarının doğal klinik ortamlarda nasıl işlediğini de daha açık hale getirmektedir.

    Yeni nörobiyolojik bulgular, psikoterapinin beyin üzerindeki etkilerini gözler önüne sererek, psikoterapötik değişimin ve belirli psikoterapilerin yol açtığı özgül değişimlerin daha iyi anlaşılmasının önünü açmaktadır. Psikodinamik terapiye ilişkin nörogörüntüleme bulgularının bir incelemesi, etkili psikodinamik tedavinin, limbik sistem, orta beyin ve prefrontal bölgelerde sinaptik veya metabolik aktivitenin normalleşmesi ile ilişkili olduğunu göstermektedir (Abbass, Nowoseiski, Bernier, Tarzwell & Beutel, 2014). Nörogörüntüleme, başarılı tedavilerde hedeflenen nörobiyolojik mekanizmaları aydınlatma potansiyeline sahiptir. Her ne kadar şu anda nörogörüntüleme verilerini kullanarak müdahaleleri test etmek ve iyileştirmek mümkün olmasa da, bu gelecekte mümkün olabilir.

    Psikodinamik psikoterapinin uygulamasında değişime yol açan birçok sosyal dinamik bulunmaktadır. Hasta savunuculuğu organizasyonları, hastaların güçlenmesi için hastalıklar hakkında bilgi sahibi olmanın önemini vurgulamaktadır. Bu durum, semptomların ve hastalıkların doğası, tedavi alternatifleri ve tedavilerin kendisi hakkında eğitici müdahaleleri teşvik etmektedir (Walitzer, Dermen & Connors, 1999). Bilinçli onam gerekliliği, yalnızca tıbbi ve cerrahi tedavilerle sınırlı kalmayıp psikoterapi alanına da yayılmıştır. Bu süreç, tanı ve tedavi seçimi ile psikoterapiye başlamanın daha açık ve şeffaf bir hale gelmesine katkıda bulunmuştur. Bazı uzmanlar, psikoterapinin risklerini de içeren açık bir bilinçli onam sürecinin, tıpkı tıbbi bakım sistemindeki diğer prosedürlerde olduğu gibi, psikoterapi için de standart hale geleceğini öngörmektedir.

    Verimlilik kaygısının artması, süre sınırlı tedavilerin yaygınlaşmasına yol açmıştır (örneğin, Barber & Ellman, 1996; Crits-Christoph, Barber & Kurcias, 1991). Hem hastalar hem de ödeme yapanlar tedavinin hızına daha fazla odaklanmaktadır, oysa ki psikodinamik terapinin toplumda uygulandığı şekliyle maliyet açısından etkili olduğuna dair yeterli kanıt bulunmaktadır (Lazar, 2014). Bu eğilim, semptomları hedeflemeye ve tedavi hedeflerine odaklanmaya yönelik bir teknik yenilik ve hedeflerin yeniden değerlendirilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Tedavi süresini ve maliyetini azaltmaya yönelik baskılar, psikoterapinin yalnızca semptomları azaltması mı gerektiği yoksa sağlıklı gelişimi mi teşvik etmesi gerektiği sorusunu gündeme getirmiştir. Bunun yanı sıra, belirli psikodinamik tedavilerin belirli bozukluklara odaklanmasına olan ilgi de artmıştır (örneğin, panik bozukluğu için Milrod, Busch, Cooper & Shapiro, 1997; yaygın anksiyete bozukluğu için Crits-Christoph, Connolly Gibbons, Narducci, Schamberger & Gallop, 2005). Öte yandan, yakın zamanda yapılan bir randomize klinik çalışma, İngiltere sağlık sisteminde 18 ay boyunca haftalık psikodinamik terapi alan hastaların, standart tedavi gören hastalara kıyasla daha az depresif olduğunu ve sosyal açıdan daha iyi uyum gösterdiğini ortaya koymuştur.

    Son olarak, teknoloji psikoterapinin geleceğini derinden şekillendirmektedir. Sanal terapinin [virtual therapy] yaygınlaşması, pandemi öncesinde başlamış olmakla birlikte, karantina ve kısıtlamalarla birlikte dramatik bir şekilde hızlanmış, bu durum erişimi iyileştirirken teknik ve sonuçlara ilişkin çeşitli tartışmaları da gündeme getirmiştir (Markowitz ve ark., 2021). Bu konular, 13. bölümde daha ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır. Ayrıca, hastaların ruh hali, aktiviteleri ve diğer ruh sağlığı göstergelerini takip, izleme ve raporlama amaçlı mobil uygulamalar kullanmalarının artması, hasta verilerinin ruh sağlığı tedavisi üzerindeki etkisini yeni yeni ortaya koymaya başlamıştır. Hastaların düzenli olarak kendi durumlarını değerlendirip terapiste bildirdiği rutin sonuç takibi, terapi sonuçları üzerinde önemli faydalar sağlayabileceğini göstermektedir (Lambert, Whipple & Kleinstäuber, 2018). Yapay zekâ ve büyük dil modellerinin [large language model] psikoterapi pratiğini nasıl değiştireceği henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bu teknolojilerin, psikoterapinin ilişkisel yönlerini güçlendirip güçlendirmeyeceği ya da zayıflatıp zayıflatmayacağı önemli bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir.

    Pragmatik Bir Psikodinamik Psikoterapi

    Psikodinamik psikoterapinin değerini ortaya koyarken, aynı zamanda bu yaklaşımın nasıl değişmesi gerektiğini gösteren yeni fikirleri ve sosyal dinamikleri de ele aldık.

    Beth, haftalık psikoterapiye 2,5 yıl boyunca devam etti. Zamanla, yalnızlık hissinin ve özellikle erkeklere yönelik güvensizliğinin, çocukluk döneminde yaşadığı çok acı verici deneyimlerin tekrar eden anıları tarafından tetiklendiğini fark etti. Çocukluğuna dair daha net ve anlaşılır bir bakış açısı geliştirdi. Aynı zamanda, mevcut yaşamının aslında o kadar da kötü olmadığını fark etmeye başladı. Bu süreçte, yeniden biriyle çıkmaya başladı ve bu deneyimi daha önce olduğundan daha fazla keyifle yaşadı. Bir süre sonra, önceki partnerlerinden çok daha nazik, dengeli ve psikolojik açıdan sağlıklı bir adamla tanıştı. Bunun yanı sıra, romantik olmayan arkadaşlıklarını da genişletmeye başladı.

    Beth ile terapötik ilişkim zaman zaman sancılı geçti. Bu ilişkiyi anlamaya çalışmanın yanı sıra, Beth’in terapi sürecinde kendini güvende ve rahat hissetmesine yardımcı olmak için önemli bir zaman harcandı. Bu süreç, terapi hakkında bilgilendirme, açıklamalar yapma ve özellikle güvensizlik anlarına dikkat etme gibi unsurları içeriyordu. Onun, kendisinden neredeyse yirmi yaş büyük bir erkek terapistle terapi sürecinde olma konusundaki duygularını inceledik. Beth, bana duyduğu güven ve olumlu duygular ile ani öfke, şüphecilik ve içe çekilme arasında gidip geliyordu. Ancak zamanla, bu tepkilerinin, çocukluk döneminde hissettiği güven ile ihanet ve korku arasında yaşadığı değişken duygusal deneyimleri yansıttığını daha fazla fark etmeye başladı. Ben de, bu duygusal geçişlerin ne zaman yaşanacağını daha iyi öngörebilir hale geldim ve bu durumları daha net bir şekilde yorumlayıp açıklayabildim.

    Beth ile aramızda bir ritim tutturduk -yeni ilişkisini, ebeveynleriyle olan periyodik etkileşimlerini ve bana dair hislerini ve düşüncelerini ele aldığımız bir süreç oluştu. Bu farklı alanlar arasında gidip geldikçe, her durumda tekrar eden eski ilişki kalıplarını fark edip anlamlandırmaya başladı ve bu sayede daha güçlü ve kendine daha fazla güvenen biri haline geldi. Ayrıca, önceki hâline kıyasla daha rahat, daha neşeli ve daha esprili görünüyordu. Bu esneklik, günlük hayatını tarif ederken de kendini belli ediyordu. Kendi ifadesiyle, artık kendini daha çekici hissediyordu.

    Beth, yeni ilişkisinden memnundu ve bunun evliliğe doğru ilerleyebileceğini düşünüyordu. Sonunda, hayatını kendi başına sürdürmeyi denemenin ve terapiden ayrılmanın zamanı geldiğine karar verdi. Ancak, terapinin sona ermesinden hemen önce, korku, şüphe ve güvensizliğin son bir kez ortaya çıktığı bir an yaşadı -kendi başına devam edebilip edemeyeceğinden emin olamıyordu. Fakat bu kaygı hızla çözüldü, çünkü bunun yine yalnızlık ve korku üzerine kurulu eski bir ilişki kalıbının tekrarı olduğunu fark etti. Yeni öz-farkındalığı, insanları daha net algılayabilmesi ve daha uyumlu davranışlarıyla, artık hayatına devam etmeye hazırdı.

    Beth’in tedavisinin başarılı olup olmadığı sorusu, geleneksel psikodinamik terapi anlayışını (duyguların deneyimlenmesine vurgu, geçmişin keşfi, tekrar eden kalıpların aranması, farkındalığın artırılması, terapötik ilişki üzerine çalışma) içermesinin yanı sıra burada ele aldığımız birçok yeni fikri de barındırması açısından değerlendirilebilir; bunlar arasında terapötik ilişkiye ve kopmalara dikkat edilmesi, travmaya yönelik farkındalık, hasta ve terapistin cinsiyeti ve geçmişine duyarlılık, eğitim ve açıklamalarla sürecin desteklenmesi, şeffaflık, anlatının yeniden yazılması gibi unsurlar bulunmaktadır. Bir sonraki bölüm, güncellenmiş modelin temel kuram ve tekniklerini sunacak. Pragmatik psikodinamik psikoterapi olarak bilinen bu model, sonraki bölümlerde daha ayrıntılı şekilde ele alınarak açıklamalar, örnekler ve pratik önerilerle desteklenecektir.

  • Psikodinamik Terapi: Kanıta Dayalı Bir Uygulama Rehberi (Kitap)

    Okuyacağınız metin Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının çevirisidir.

    Giriş

    COVID-19 pandemisi bize daha fazla düşünme fırsatı verdi. Hayatımızda gerçekten önemli olan şeyleri ve dikkat dağıtıcı unsurları sorguladık. Ailelerimizi, işlerimizi ve dünyamızın ne kadar kırılgan hale geldiğini -ya da, belki de her zaman öyle olduğunu- düşündük. Birimiz psikiyatrist, ikimiz klinik psikolog olarak, mesleki odağımızı yeniden değerlendirdik: Psikodinamik terapi, anlam oluşturan bir süreç ve bilimsel olarak doğrulanmış bir tedavi yöntemi olarak hayatımızın merkezinde yer alıyordu. Belki de bu kırılgan, teknoloji odaklı, medya aracılığıyla şekillenen ve politik olarak çalkantılı dünyada, psikodinamik farkındalığa her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olacak. Bu nedenle, en güncel ampirik bulguları düşüncelerimize dahil etmek, psikoterapi bağlamında ırk, kültür, cinsiyet ve cinselliğe dair farkındalığımızı genişletmek ve telepsikoterapinin sunduğu olanakları değerlendirmek istedik. Tüm bu konuları ele almak ve daha kişiselleştirilmiş bir psikodinamik terapi yaklaşımını teşvik etmek amacıyla Psychodynamic Therapy: A Guide to Evidence-Based Practice kitabının ikinci baskısını yazmaya karar verdik.

    Yazarlarımızdan Rick Summers, Pennsylvania Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nde Asistan Eğitimi Eş Direktörü olarak neredeyse yirmi yıl boyunca görev yaptı. Hem tanısal değerlendirmeye ilgi duyan genel bir psikiyatrist hem de geleneksel bir analitik enstitüde eğitim almış bir psikanalist olarak yetişen Rick, psikodinamik terapinin genel psikiyatri eğitimi bağlamında asistanlara öğretilmesini hem zorlu hem de tatmin edici bir görev olarak buldu. Psikanalitik çalışmaları ve uzun yıllara dayanan psikiyatri pratiğinden edindiği bilgi ve deneyimi, biyolojik psikiyatri ile psikoterapi arasındaki sert tartışmaların ardından yetişen yeni nesil asistanlar için anlamlı ve ilgili hale getirebildiğini hissetti. Şimdi kıdemli bir eğitmen ve klinisyen olarak Rick, psikodinamik klinisyenlerin, eğitimcilerin ve hastaların yeni nesline kendini adamış olup, psikodinamik bilgi, tutum ve teknikleri aktarmaya kararlıdır.

    Jacques Barber, Long Island, New York’taki Adelphi Üniversitesi Gordon F. Derner Psikoloji Fakültesi’nde profesör ve dekandır. Ayrıca New York Üniversitesi’nde psikiyatri yardımcı profesörü ve Pennsylvania Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü ile Lisansüstü Psikoloji Grubu’nda emeritus profesör olarak görev yapmaktadır. National Institute of Mental Health (NIMH) tarafından finanse edilen çalışmalar kapsamında, dinamik terapi ile antidepresanların karşılaştırıldığı randomize klinik deneyler, panik bozukluk için psikodinamik terapi ile bilişsel-davranışçı terapinin karşılaştırıldığı araştırmalar ve National Institute on Drug Abuse tarafından desteklenen, psikoterapi yöntemleri ile madde bağımlılığı danışmanlığının kokain bağımlılığı üzerindeki etkilerini inceleyen bir çalışma yürütmüştür. Jacques, psikoterapi literatüründeki kavramsal ilerlemelere dayanan yeni bir psikodinamik model tasarlamayı hedeflemekte ve bu modeli en sağlam teoriler ve güncel ampirik verilerle güncellemek istemektedir. Aynı zamanda, psikodinamik terapi alanında çalışan yeni nesil araştırmacıları teşvik etmeyi ve onlara mentorluk yapmayı amaçlamaktadır.

    Bu kitabın ilk baskısının ortaya çıkışı, Pennsylvania Üniversitesi kampüsünde yapılan bir yürüyüş sırasında gerçekleşti. Rick Summers, Psychiatry Grand Rounds’a giderken arkadaşı Jacques Barber’a, psikodinamik terapi üzerine bir asistanlık semineri için uygun okumalar bulmanın ne kadar zor olduğunu dile getirdi -mevcut literatür ya çok karmaşık, derinlemesine psikanalitik ve zorlayıcıydı ya da fazlasıyla basit ve ilham verici olmaktan uzaktı. Jacques ise kendine özgü netlik ve kısalığıyla yanıt verdi: “Öyleyse kendi kitabımızı yazalım.”

    İkinci baskının fikri, ilk baskının yayımlanmasından birkaç yıl sonra filizlendi. Summers ve Barber, 2011 yılında Tel Aviv’de bir günlük atölye çalışmasını tamamladıklarında, o dönemde genç bir klinik psikolog olan Sigal Zilcha-Mano, büyük bir heyecanla yanımıza geldi ve son derece keskin sorular sordu. Bugün Sigal, Hayfa Üniversitesi’nde profesör ve Psikoterapi Araştırma Laboratuvarı’nın başkanıdır. Yıllar içinde çeşitli terapötik yaklaşımlarda eğitim almış olmasına rağmen, psikodinamik anlayışın derin içgörülerine ve bunların klinik pratiği ile araştırmalarına yaptığı katkılara her zaman hayranlık duymuştur. Jacques’ın mentörlüğünde yürüttüğü doktora sonrası çalışmalar sırasında psikoterapi araştırmalarının zenginliği ve klinik pratiğe nasıl katkı sağlayabileceği konusunda geniş bir bakış açısı kazanmıştır. Sigal, ulusal ve uluslararası fonlarla desteklenen birçok klinik deney yürütmüş, terapötik değişim mekanizmalarını inceleyen araştırmalar yapmış ve bu süreçte sayısız makale yayımlamıştır. Alanına yaptığı katkılar nedeniyle birçok ulusal ve uluslararası ödüle layık görülmüştür. Özellikle psikodinamik düşüncenin karmaşık yapısını daha anlaşılır ve deneyime dayalı hale getirmek konusunda büyük bir heyecan duymaktadır.

    Psychodynamic Therapy kitabının ikinci baskısını yazma fırsatı doğduğunda, kendimize şu soruları sorduk: Yeni olan nedir, kalıcı olan nedir ve hangi konular yeni bir şekilde ele alınmalıdır? Düşünceyi genişletmek ve derinleştirmek için Summers ve Barber’a Zilcha-Mano da eklendi. Erken dönem tartışmalarımızda, dünyanın değiştiğini, bakış açılarımızın evrildiğini ve psikodinamik terapiye dair kanıt temelinin, ilk baskının yazıldığı zamana kıyasla çok daha sağlam, çeşitli ve kapsamlı hale geldiğini fark ettik.

    Peki, bu kitabı yazmaktaki amacımız nedir? Amacımız, genel psikodinamik bilgi ve tekniklere dayanan, jargon içermeyen ve bireysel ihtiyaçlara göre uyarlanmış kişiselleştirilmiş bir psikodinamik terapi anlayışını teşvik etmektir. Kişiselleştirilmiş psikoterapi [personalized psychotherapy], psikodinamik terapinin derinlemesine incelenmesini gerektirir; bu bağlamda, her bireysel hasta için terapötik stratejiye dayalı olarak tekniğin nasıl özelleştirilebileceğini tartışıyoruz. Bu strateji, hastanın temel psikodinamik probleminin yanı sıra güçlü ve zayıf yönlerinin değerlendirilmesine dayanır. Pandemi öncesinde nadiren kullanılan bir yöntem olan telepsikoterapi [telepsychotherapy], pandemi sürecinde yaygınlaşmış ve günümüzde hem hastalar hem de terapistler tarafından sıkça tercih edilen bir yöntem haline gelmiştir. Psikoterapi süreci üzerine yapılan yeni araştırmalar, klinisyenler için yeni içgörüler ve teknikler ortaya koymaktadır. Sağlık ve ruh sağlığının toplumsal belirleyicilerinin kabul edilmesi, psikodinamik modelde sosyal faktörlerin intrapsişik/içruhsal [intrapsychic] faktörlerle karşılaştırıldığında öneminin yeniden ayarlanmasını gerektirir. Olumsuz çocukluk deneyimleri, ilerleyen yaşlarda depresyon, alkol kullanımı ve travma sonrası stres bozukluğu ile güçlü bir şekilde ilişkilidir (Chang, Jiang, Mkandarwire ve Shen, 2019). Bu olumsuz deneyimler, ırkçılık [racism] , yoksulluk [poverty] , cinsiyetçilik [sexism], göç [immigration] ve farklı baskı biçimleriyle birleştiğinde, kimlik [identity], bağlanma [attachment] ve savunmalar [defence] üzerinde derin içselleştirici etkiler yaratmaktadır.

    Bu kitapta, geniş bir yaş, cinsiyet, ırk, kültür ve cinsel yönelim yelpazesine sahip, tedavi gören 40’tan fazla klinik örnek kullanıyoruz ve bunların bir kısmı yeni vakalardan oluşmaktadır. Vakaları detaylı bir şekilde tanımlıyoruz, ancak her vakada her sosyal özelliği belirtmiyoruz, çünkü bazı durumlarda bu gereksiz görünebilir. Belirli vakalar dışında, tüm hastalar için en basit ve kapsayıcı kullanım olduğundan dolayı they ve them zamirlerini kullanıyoruz. Birçok vaka, hastaların nezaketle izin vermesiyle yer almakta, ancak birçoğu da bireylerin mahremiyetini koruyarak gerçekçi bir anlatım sunmak amacıyla oluşturulmuş bileşik vakalardır. Bu baskıya İsrailli hastaları ve terapistleri dahil etmekten memnuniyet duyuyoruz. Daha kapsamlı vakalara dayanan hastalar, metni inceleyerek geri bildirim ve önerilerde bulunmuş, böylece kendi deneyimlerini daha iyi ifade etmemize yardımcı olmuşlardır. Psikoterapi, hem hasta hem de terapist için kişisel bir deneyimdir. Bu nedenle, çoğu örneği birinci tekil şahıs ağzından anlatmayı tercih ettik, böylece terapistin düşünce ve duygularını da sürece dahil edebildik. Bu anlatımlarda, anlatıcı bizden biri veya öğrencilerimizden biri olabilir.

    Kitabın ilk baskısı, birçok psikiyatri asistanlık programında, psikoloji lisansüstü programlarında ve sosyal hizmet programlarında kullanılmış olup, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa, Afrika, Avustralya, Çin ve Orta Doğu’da gerçekleştirilen birçok sunumun temelini oluşturmuştur. Dinleyiciler ve öğrenciler özellikle temel psikodinamik problem [core psychodynamic problem] kavramının keşifsel/höristik [heuristic] değerine, psikodinamik formülasyonun yararına ve değişimi teşvik eden tekniklere güçlü bir şekilde yanıt vermiştir. Bu kitapta, bu kavramlara daha fazla vurgu yaparak, psikoterapötik değişimi açıklayan genişletilmiş ve ampirik olarak türetilmiş bir modeli ele aldık.

    Kitap boyunca okuyucuya, özellikle klinik örnekler üzerine, çeşitli sorular yöneltiyoruz çünkü terapist olmak, meraklı olmak ve birlikte öğrenmek anlamına gelir. Bu yaklaşımın, kitabı daha keyifli, anlamlı ve faydalı bulmanıza yardımcı olmasını umuyoruz. Bizimle iletişime geçmekten çekinmeyin; e-posta adreslerimiz çevrimiçi olarak kolayca bulunabilir.

    KISIM 1: BAĞLAM

    KISIM 2: AÇILIŞ AŞAMASI

    KISIM 3: ORTA AŞAMA

  • Terapötik İttifakı Geliştirmek ve Öyküyü Elde Etmek (4. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 4. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    İkinci seansta terapist, hastayı konsültasyon sürecine dair deneyimlerini paylaşmaya teşvik edebilir. Psikiyatrik ve tıbbi öykünün neden önemli olduğunu açıklayarak bu bilgileri toplamak, terapötik ittifakı güçlendirir. Veri toplama süreci önemli olmakla birlikte, seans süresinin bir kısmı mutlaka hastanın birincil sorununu konuşmaya ayrılmalıdır.

    İKİNCİ SEANSIN BAŞLANGICI

    Sallie ikinci seansa döndüğünde kendimi biraz daha güvende hissetmeye başlıyorum. Terapötik ittifakımızın iyi bir başlangıç yaptığı bilgisinin verdiği rahatlıkla, bu ikinci seansta biraz daha yönlendirici olmak benim için daha kolay. Bu seansı, Sallie’nin tıbbi ve psikiyatrik öyküsünü özetlemek için kullanacağım, ancak veri toplamaya başlamadan önce Sallie’ye haftasının nasıl geçtiğini ve ilk görüşmemize dair deneyimini soruyorum.

    ÖRNEK 4.1

    İkinci seansın açılışı

    Sallie hızlı adımlarla odaya girer ve sandalyeye oturur. Bana beklentiyle bakar.

    SALLIE: Nasılsınız, Dr. Bender?

    TERAPİST: İyiyim, teşekkür ederim. Siz nasılsınız?

    SALLIE: Fena değil sanırım.

    TERAPİST: Geçen görüşmemizle ilgili düşünceleriniz var mı? Size nasıl geldi?

    SALLIE: Sanırım fena değildi. Aslında dürüst olmak gerekirse, kişisel sorunlarımı bir yabancıyla konuşma fikrinden pek hoşlanmıyorum ama artık böyle hissetmeye dayanamıyorum, bu yüzden her şeyi denemeye hazırım. Bu hafta Charlie’den haber aldım -haftanın en heyecanlı anıydı diyebilirim (alaycı bir şekilde). Yurtta bıraktığı bir kitaba ihtiyacı olmuş. Yaklaşık 30 saniye kadar konuştuk. Ne beni özlediğine dair bir şey söyledi ne de ayrılığın doğru bir karar olup olmadığını sorguladığına dair bir ima vardı. O gayet iyi görünüyor, ben ise o kadar dağılmış durumdayım ki, bunun üstesinden gelebilmek için bir terapiste gitmem gerekiyor.

    TERAPİST: Görünen o ki, Charlie’yle yaşadığınız ayrılık çok acı verici bir deneyim olmuş. “Dağılmış” hissettiğinizi söylediniz -bunu biraz daha açabilir misiniz?

    SALLIE: Bilmiyorum. Geçen haftanın başında aslında biraz daha iyi hissediyordum. Belki sizinle konuşmak biraz işe yaramıştır. Ayrıca önerdiğiniz kutu nefesini denedim, o da şu serbest dolaşan kaygı hissini bir miktar azalttı. Ama sonra Charlie aradı ve ben yine en başa döndüm. O gece hiç uyuyamadım, midem hâlâ düğüm düğüm. Eskiden bir ayrılıktan sonra bu kadar sarsılan kadınlara küçümseyerek bakardım, şimdi bakın halime. Ne kadar zavallıyım.

    TERAPİST: Kendinize karşı fazlasıyla acımasız değil misiniz?

    SALLIE: Bence değilim. Gerçekten zavallıyım.

    TERAPİST: Benim açımdan, üzülmeniz sizi zavallı yapmaz. Charlie ile ilgili duygularınız tetiklendiğinde, bu acının şiddetini azaltmak için neler yapıyorsunuz?

    SALLIE: Arkadaşım Gwen’i çok sık arıyorum. Yardımcı oldu aslında, özellikle de beni meşgul ettiği için. Biraz işe yarıyor sanırım. Ama Dr. Bender (hafif sinirli bir tonla), haftalardır kendimi iyi hissetmeye çalışıyorum, milyon tane farklı şey denedim ama hiçbir şey işe yaramıyor. Dediğim gibi, buradayım çünkü ne yaparsam yapayım iyi hissetmiyorum.

    TERAPİST: [Sallie’nin duygusal deneyimini daha özgül ve betimleyici sözcüklerle yansıtarak] Daha iyi hissetmeye bu kadar çabalayıp hâlâ bu kadar kötü hissetmek oldukça hayal kırıklığı yaratan bir deneyim gibi geliyor kulağa?

    SALLIE: (Koltuğuna yaslanarak rahatlar.) Evet, tam olarak öyle!

    TERAPİST: Bu noktada terapiye başlamayı düşünmenizin çok akıllıca olduğunu düşünüyorum -hem Charlie’yle olan durumu daha iyi anlayabilmek hem de neden ilerleyemediğini keşfetmek açısından. Önümüzdeki birkaç seansta sizi daha yakından tanımam gerekecek ki ikimizin de mantıklı bulacağı bir tedavi planı oluşturabilelim. Bu görüşmenin bir bölümünü tıbbi ve psikiyatrik geçmişiniz hakkında bilgi almak için kullanmak istiyorum.

    SALLIE: (gergin bir şekilde) Kusura bakmayın Dr. Bender ama benim bir an önce iyi olmam gerekiyor. Şu anda beni rahatsız etmeyen şeyleri konuşarak zaman harcamak zorunda mıyız?

    TERAPİST: Bir an önce iyi olmak istemeniz çok anlaşılır bir şey. Ama tıbbi geçmişini bilmem gerekiyor çünkü bazı tıbbi durumlar duygusal sıkıntıyı artırabilir ve iyileşme sürecine engel olabilir.

    SALLIE: (Sözünü keserek) Şey, ben buraya analiz edilmeye gelmedim. Sadece şu aptal adamı atlatmam gerekiyor. Geçmişimden, ilk anımdan ve birinci sınıf psikoloji dersinde öğrendiğim o Freudiyen şeylerden bahsetmenin pek faydası olacağını sanmıyorum.

    TERAPİST: Aslında amaçlarımız o kadar da farklı değil -ben de sizin kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olmak istiyorum. Ama bunu yapabilmem için, size uygun bir tedavi planı oluşturabilmem adına daha fazla bilgiye ihtiyacım var. Charlie ile yaşadığınız bu acıyı anlayabilmem için, sizi birey olarak daha iyi tanımam gerekiyor.

    SALLIE: Peki, her neyse (iç çeker), bu ne kadar sürecek?

    Terapist: Bakalım nasıl ilerleyeceğiz, ama konsültasyon süreci genellikle üç ya da dört seans sürer.

    SALLIE: Peki, ne bilmek istiyorsunuz?

    TERAPİST: Öncelikle, bu ayrılığın okul hayatınızı nasıl etkilediğini netleştirmek istiyorum. Bu kadar kötü hissetmenize rağmen derslerinizi takip edebildiniz mi?

    İkinci seansta bilgi toplamaya geçmeden önce, Sallie’ye ilk görüşmemizi nasıl deneyimlediğini sorarak doğrudan ve dürüst iletişimi hem modellemeye hem de teşvik etmeye çalışırım. Sorduğum soruların (“Geçen görüşmemiz hakkında herhangi bir düşünceniz var mı? Nasıl hissettiniz?”) kelime seçimi, bilinçli olarak hem bilişsel hem de duygusal yanıtlara zemin hazırlar. Genel olarak, düşünceleri paylaşmak, altta yatan duyguları ifade etmekten daha az zordur. Terapi ilerledikçe duygulanım [affect] üzerine odaklanma daha da yoğunlaşacaktır, ancak konsültasyonun erken aşamasında bu tür sorular, Sallie’ye ne paylaşacağı konusunda bir seçim alanı sunar.

    Sallie, ben onun sıkıntısından çok başa çıkma mekanizmalarına odaklandığımda -sadece kısa bir an bile olsa- sinirlenir. Bu tepki, yaklaşımımı değiştirmem gerektiğine dair bir ipucu olur. Onun yaşadığı hayal kırıklığını geçerli ve anlaşılır bulduğumu ifade ettiğimde, gözle görülür şekilde rahatlar ve daha uyumlu hale gelir.

    Neyse ki, çoğu hasta Sallie kadar huysuz değildir; bu yüzden ikinci görüşme nadiren bu kadar duygusal açıdan zorlayıcı geçer. Ancak bir acemi olarak, en çok yargımı sorgulayan ve beni cevapsız bırakan hastalardan korkuyordum. Şaşırtıcı bir şekilde, Dr. Messner ile bu kitabı yazarken ve Sallie’nin atılgan doğasıyla uğraşırken, özgüvenim arttı. Sanal hastamla yaşadığım deneyim, gerçek hayattaki etten kemikten hastalarla kendimi daha yetkin hissetmemi sağladı. Temelde, eğer “Sallie tarzı” bir hastaya hazırlıklıysanız, ona kıyasla diğer birçok hasta, size kıyasla kolay gelecektir.

    DAHA YÖNLENDİRİCİ BİR YAKLAŞIM

    Kapsamlı bir konsültasyon süreci için gerekli tıbbi ve psikiyatrik bilgileri toplayabilmek adına, ikinci oturumda daha yönlendirici bir yaklaşım benimsiyorum. Günümüzde, birinci oturumda hastanın izinden gitmekle ikinci oturumda süreci yönlendirmek arasında geçiş yapmakta zorlanmıyorum; ancak bu yaklaşım değişikliğini ustalıkla uygulamayı öğrenmek benim için kolay olmadı. Başlangıçta, mevcut yakınmadan geçmiş öyküye doğru yönelttiğim her soruyla hastanın kendini ifade etmesini bastırdığımdan endişeleniyordum. Aşırı empatik bir terapist olma çabam sırasında, çoğu zaman gerekli tarihsel verileri edinmeden konsültasyon sürecini tamamlıyordum.

    Yönlendirme konusundaki yetersizliğim, aylarca görmüş olduğum hastalar hakkında temel bilgileri bilmediğim bazı süpervizyon oturumlarında utanç verici anlara yol açtı. Süpervizörler bu bilgileri bir an önce edinmemi teşvik ederdi; ancak yeni bir hastayla yapılan ilk görüşmelerde söze girmekte ne kadar zorlanıyorsam, devam eden terapilerde hastayı bölmekte çok daha zorlanıyordum. Klinik deneyim kazandıkça, kapsamlı bir konsültasyon sürecinin tedavi açısından sağladığı yararlar giderek daha net hale geldi ve ancak o zaman ilk birkaç görüşmede görüşmeyi yönlendirme konusunda kendimi yetkin ve güçlü hissetmeye başladım.

    En iyi şekilde bilgilendirilmiş bir tedavi planı oluşturabilmek için, terapistin tıbbi eğitimi olsun ya da olmasın, her yeni hastadan tıbbi ve psikiyatrik öykü alması gerekir. Fark edilmemiş fiziksel hastalıklar ilk olarak psikolojik sıkıntı şeklinde ortaya çıkabilir ve fiziksel hastalık, hastanın yaşamı üzerinde derin bir duygusal etki yaratabilir.

    Hastanın mevcut semptomlarına ilişkin tıbbi sorular söz konusu olduğunda, hastayı bir iç hastalıkları uzmanına yönlendiririm. Dr. Messner, bir keresinde, ani bir terfinin ardından ortaya çıkan yaygın anksiyete ve aralıklı panik ataklar nedeniyle psikoterapiye başlayan 45 yaşındaki bir avukatı -Bay Martinez olarak adlandıralım- tedavi etmişti. Psikoterapistler olarak, kırklı yaşlarında bir adam için başarının neden bunaltıcı gelebileceğine dair birçok farklı psikodinamik hipotez oluşturmak kolaydır. Ancak Dr. Messner, konsültasyon görüşmesi sırasında hastanın ailesinde kalp hastalığı öyküsü olduğunu da öğrenmişti. Hastanın babası 46 yaşında kalp krizinden ölmüştü. Bu bilgi, 45 yaşındaki bir adamın psikoterapötik sürecinde psikodinamik açıdan önemli olabilir; fakat tıbbi açıdan çok daha acildir. Bay Martinez son bir yıl içinde iç hastalıkları doktoruna gitmiş miydi? “Hayır.” Panik atakları sırasında göğüs ağrısı ve nefes darlığı gibi semptomlar yaşamış mıydı? “Evet.” Psikiyatrik tedavinin başlangıcında belki de hayat kurtarıcı bir müdahale, iç hastalıkları uzmanına fiziksel muayene ve kardiyak değerlendirme için yapılan sevk olmuştu. Neyse ki, Bay Martinez’in kalp sağlığı hayati tehlike oluşturacak bir durumda değildi. Ancak özellikle ailesel öykü göz önünde bulundurulduğunda, bir kardiyoloğun gerektiğinde kendisini izleyecek olması güven vericiydi. Eğer Dr. Messner görüşmelerde “serbest çağrışım” odaklı bir yaklaşım benimsemiş olsaydı, bu gerekli tıbbi müdahale gerçekleşmeyebilirdi. Hekimlerin sağlık konularını hastalarıyla konuşma konusunda doğal olarak daha rahat olması anlaşılırdır; ancak hekim olmayan terapistler de, değerlendirilmemiş fiziksel bir semptom yaşayan hastalarını tıbbi konsültasyona yönlendirdikleri sürece, bu konuda son derece etkili olabilirler.

    Görüşme sırasında kullanılan değerlendirme formumuz (aşağıda ele alınmaktadır), takip gerektirebilecek tıbbi semptomları taramaya yöneliktir. “Belirtilerin Kısa Gözden Geçirilmesi [Brief Review of Symptoms]” bölümünde olumlu yanıtlar varsa, terapist bu durumda hastayı daha ileri değerlendirme yapılması için birinci basamak hekimine (aile hekimi ya da dâhiliye uzmanı) yönlendirmelidir.

    İKİNCİ SEANS İÇİN STRATEJİ

    Bu seansta, psikiyatrik ve tıbbi öykünün ayrıntılarına odaklanırım ve yalnızca ek zaman kalırsa diğer öyküsel bilgilere ilişkin sorular sorarım. Zamanımı daha verimli kullanabilmek için, yeni hastadan birinci ve ikinci seans arasında görüşme formumu (Terapist Aracı 4.1) doldurmasını isteyebilirim ya da görüşmeyi yönlendirmek amacıyla bu formu bir tür hatırlatıcı not [crib sheet] olarak kullanabilirim.

    Ara sıra, yeni bir hasta mevcut sorunlarının o kadar acil olduğunu hisseder ki ikinci seansta sadece geçmişine odaklanmakta zorlanır. Böyle bir durumda, görüşme sırasında doldurulmuş olan formu hızlıca gözden geçiririm ve ardından yanıtları üçüncü ve dördüncü seanslarda daha ayrıntılı biçimde ele alırım. Ya da hastayla değerlendirme süreci sonrasında çalışmaya devam etmeyi planlıyorsam, gerekli öyküsel bilgileri toplamak için birkaç seansın 15–20 dakikasını kullanabilirim.

    ÖRNEK 4.2

    Hastanın mevcut psikiyatrik semptomlarının netleştirilmesi -ikinci değerlendirme seansında daha yönlendirici bir yaklaşım

    TERAPİST: Öncelikle, bu ayrılığın okulda işlevselliğinizi nasıl etkilediğini netleştirmek istiyorum. Bu kadar kötü hissetmenize rağmen derslerinizde geri kaldınız mı?

    SALLIE: Yani, çoğu zaman kendimi berbat hissetsem de derslerimde geri kalmadım. Şu sıralar başarılı olduğum tek şey okul.

    TERAPİST: Bu kadar zorluk yaşamanıza rağmen çalışmalarınıza devam edebilmeniz etkileyici. Arkadaşlarınızla da vakit geçirebiliyor musunuz? Gwen adında bir arkadaşınızdan bahsetmiştiniz…

    SALLIE: Evet, Gwen harika biri. Her gün beni arayıp nasıl olduğumu soruyor ve sık sık birlikte sinemaya gidiyoruz. Aklımı dağıtıyor.

    TERAPİST: Gerçekten önemli bir destek kaynağı olmuş.

    SALLIE: Evet.

    TERAPİST: Bu zor dönemde size yardımcı olan başka biri oldu mu?

    SALLIE: Sanırım ailem. Bana destek oluyorlar ama onlara genelde aşk hayatımla ilgili ayrıntıları anlatmam, bilirsiniz.

    TERAPİST: Ayrılığın hayatınızın farklı alanlarını nasıl etkilediğini iyi kavramak istiyorum. Geçen hafta uyku ve iştahınız hakkında kısaca konuşmuştuk ama bu konulara tekrar dönmek istiyorum. Son birkaç haftadır uykunuz nasıl?

    SALLIE: Düzensiz. Bazen uykuya dalmakta çok zorlanıyorum ama genel olarak geceleri yaklaşık 8 saat uyuyorum diyebilirim.

    TERAPİST: Peki iştahınız nasıl?

    SALLIE: Kötü. Çoğu zaman yemek yeme isteğim olmuyor.

    TERAPİST: Hiç kilo verdiniz mi?

    SALLIE: Hayır, aslında vermedim. Ne yazık ki… biraz bonus olurdu. Hani, terk edilirsin ve zayıflarsın. (Gülümser.)

    TERAPİST: [Sallie’nin kilosunun boyuna göre normal olduğunu not ederim. Bir yeme bozukluğunu taramak için sonraki soruları sorarım.] Yemekle ilgili herhangi bir endişeniz var mı?

    SALLIE: Belki biraz. En az bir beden daha küçük olmak isterdim.

    TERAPİST: Herkes görünüşünüzün gayet iyi olduğunu söylese de çok katı bir diyete girip ciddi şekilde kilo vermeye çalıştığınız oldu mu?

    SALLIE: Hayır. O kadar disiplinli biri hiç olmadım. Lisede kilosuna takıntılı bir arkadaşım vardı, çok fazla zayıflamıştı, ama ben asla öyle yapamam. Çok acıkırım.

    TERAPİST: Bazı yaşıtlarınız çok üzüldüklerinde aşırı yemek yiyebiliyorlar, ama sonra bundan pişman olup kusarak, aşırı egzersiz yaparak ya da ishal yapan laksatifler kullanarak kilo vermeye çalışıyorlar. Bazıları kusmayı tetiklemek için ipecac adlı tehlikeli bir ilacı bile kullanabiliyor. Hiç tıkınırcasına yeme ya da ardından kusma gibi bir sorun yaşadınız mı

    SALLIE: Hayır, kendimi hiç kusturmadım ve aşırı egzersiz de yapmam. Ama bu tür şeyleri insanlarla konuşmaktan pek hoşlanmıyorum.

    TERAPİT: [Sallie’nin bu konuda konuşmaktan kaçınmasından ötürü daha fazla bilgi edinmek isteği duyarım.] Yemekle ilgili sorun yaşayan insan sayısı sizi şaşırtabilir.

    SALLIE: Şey… Lisedeyken bir süre laksatif kullanmıştım çünkü kendimi davul gibi hissediyordum.

    TERAPİST: O dönemde başka neler oluyordu?

    SALLIE: Pek önemli bir şey yoktu. Üniversiteye gidişle ilgili stresliydim ama esas olarak kendimi şişman hissediyordum ve mezuniyet balosu için dar bir elbiseye sığmak istiyordum.

    TERAPİST: Bazen insanlar bir kez laksatif kullanmaya başladıktan sonra bırakmakta zorlanabiliyor. Sizin için nasıl olmuştu?

    SALLIE: Bence o kadar da büyük bir mesele değildi. Kısa bir süre yaptım-belki birkaç hafta kadar- sonra da bıraktım.

    TERAPİST: Bırakmayı nasıl başardınız?

    SALLIE: Bilmiyorum. Gücüm kalmadı, sonra da bıraktım, tamam mı? (savunmacı bir şekilde)

    TERAPİST: Laksatif kullanıyorduysanız zor bir dönem geçirmiş olabilirsiniz diye tahmin ediyorum. Kilo vermeye yönelik tüm ilaçlar bağımlılık yapabilir, bu yüzden bırakmak için içsel olarak güçlü bir motivasyon gerekir.

    SALLIE: (biraz daha sakin) Evet, öyleydi.

    TERAPİST: Bu tür ürünler kişinin sağlığını etkileyebildiği için onları bilmem gerekiyor. Hiç kilo vermek amacıyla zayıflama hapları ya da diüretik kullandınız mı?

    SALLIE: Diüretik ne?

    TERAPİST: Güzel soru. Bunlar kişiyi çok fazla idrara çıkartan ilaçlardır ve genelde yüksek tansiyonu tedavi etmek için kullanılır, ama bazen insanlar bunları gizlice kilo vermek için kullanır.

    SALLIE: Hayır, hiç öyle bir şey yapmadım.

    TERAPİST: Bu soruları soruyorum çünkü sizin yaşınızdaki pek çok kadın yemekle ilgili bazı zorluklar yaşıyor. Görünüşe göre siz de geçmişte bu türden bazı şeyler yaşamışsınız. Peki ya şimdi?

    SALLIE: Şu an daha iyiyim sanırım. Gerçi son zamanlarda midem bulanıyor çünkü çok üzgünüm, ama kilo vermek için sağlıksız bir şey yapmıyorum.

    TERAPİST: Enerjiniz de etkilendi mi?

    SALLIE: Ah, pek enerjim yok, özellikle de o gün fazla bir şey yememişsem.

    TERAPİST: Son birkaç ay oldukça zor geçmiş gibi görünüyor. Daha önce hiç bu kadar kötü hissetmiş miydiniz?

    SALLIE: Hayır, bu şimdiye kadar hissettiğim en kötü halim.

    TERAPİST: Genel olarak, günlük işlevselliğinizi zorlaştıran bazı belirtiler var gibi görünüyor, ama buna rağmen okulunuzu ve arkadaşlarınızı ihmal etmemeyi başarmışsınız?

    SALLIE: Evet, sanırım öyle.

    TERAPİST: Lütfen beni düzeltin; hangi kısım doğru gelmedi?

    SALLIE: Yani, hala sosyalleşebiliyor ve okulda başarılı olabiliyor olsam da, aslında hiç iyi değilim.

    TERAPİST: Ne kadar zorlandığınızı anlamam çok önemli. Dışarıdan sizi izleyen biri, içinizde ne kadar acı çektiğinizi fark etmeyebilir.

    SALLIE: Evet, bu aslında doğru.

    Yeni bir hasta belirgin bir disfori bildirdiğinde, erken aşamada mevcut belirtilerinin DSM’de tanımlanan majör depresif bozukluk (MDB) tanısıyla örtüşüp örtüşmediğini değerlendiririm. Bu değerlendirmeyi organize etmek için faydalı bir anımsatıcı [mnemonic] vardır: SIGECAPS. (Bu kısaltma, ya kurgusal bir isim olan Sigmund E. Caps olarak ya da E kapsülleri [E capsules] reçetesinin kısaltması olarak düşünülebilir. Dr. Cary Gross tarafından geliştirilmiş olup yıllar içinde psikolojik literatürde yerleşik hale gelmiştir.) Her harf, depresyonla birlikte görülebilecek nörovejetatif bir belirtiyi temsil eder:

    • S (Sleep) – Uyku değişiklikleri
    • I (Interest) – İlgi ve zevk almada azalma
    • G (Guilt) – Suçluluk ya da değersizlik duygularında artış
    • E (Energy) – Enerji kaybı
    • C (Concentration) – Konsantrasyonda azalma
    • A (Appetite) – İştah değişiklikleri
    • P (Psychomotor) – Psikomotor yavaşlama veya ajitasyon
    • S (Suicide) – İntiharla ilgili düşünceler, niyetler, planlar veya girişimler

    Bu yapı, klinik görüşmede depresif semptomları sistematik olarak taramak için oldukça kullanışlı bir kılavuz sunar.

    Bir kişi, eğer iki haftadan uzun bir süre boyunca depresif duygudurum yaşıyor ya da ilgi ya da zevk alma kapasitesinde belirgin bir kayıp yaşıyorsa ve buna ek olarak beş nörovejetatif belirti mevcutsa majör depresif bozukluğa sahiptir. Sallie’nin bazı depresyon belirtileri vardır, ancak ilgisi, dikkati ve uykusu temelde sağlamdır.

    Sallie için, ilaçsız bir psikoterapi denemesi makuldür; ancak tedavi sürecinde belirtileri kötüleşirse, bir ilaç değerlendirmesi gerekebilir. Genel olarak, yeni hastamın günlük işlevselliğini önemli ölçüde etkileyen herhangi bir psikiyatrik belirtisi varsa, konsültasyon sürecine psikofarmakolojik bir değerlendirme de dahil ederim. Bu kitap, psikofarmakolojik bir değerlendirmenin nasıl yapılacağını ele almasa da, kitabın sonunda yer alan Ek Okumalar ve Kaynaklar listesinde bu konuda mükemmel kaynaklar bulunmaktadır.

    Örnek 4.2’de, SIGECAPS gözden geçirmeme yeme bozukluklarına ilişkin bir dizi soruyu da dahil ediyorum. Yeme bozuklukları özellikle genç kadınlarda yaygındır; ancak hastalar genellikle gıda kısıtlaması ya da bulimiya hakkında kendiliklerinden bilgi vermezler. Bu bozukluklar, hastayı tıbbi risk altına soktukları için özel bir dikkat gerektirir. Birçok başka komplikasyonun yanı sıra, anoreksiya nervoza osteoporoz ve kemik kırıklarına, bulimiya nervoza ise kardiyak disritmilere yol açabilir. Her iki durum da tedavi edilmediğinde önemli bir mortalite oranına sahiptir. Eğer bir hasta gıda alımını kısıtlıyorsa ve normal vücut ağırlığının oldukça altındaysa ya da aktif şekilde tıkınırcasına yiyip ardından kusuyorsa, en iyi yaklaşım, bir terapist, dahiliye uzmanı ve beslenme uzmanından oluşan bir tedavi ekibinin müdahil olmasıdır. Yeme bozukluğu olan karmaşık hastalarım için, zaman zaman bu alanda deneyimli bir uzmandan tedavi sürecine dair danışmanlık alırım.

    Sonuçta, her klinik duruma hazır olmanın bir yolu yoktur. Zamanla, her şeyi asla bilemeyeceğimi kabul etmeye başladım. Ancak, neyi bilmediğimi ve ne zaman danışmaya ihtiyaç duyduğumu fark edersem, mükemmel ve etik bir bakım sunabilirim.

    Sallie’nin psikiyatrik öyküsüne ilişkin sorular sormaya devam ederken, onun kayıtsız ve bir ölçüde savunmacı tavrına kapılarak, geçmişine dair hatalı ve empati yoksunu varsayımlarda bulunma tuzağına düşebilirim.

    ÖRNEK 4.3

    Terapistin hasta hakkında yanlış varsayımda bulunması

    TERAPİST: Şimdi geçmiş psikiyatrik öykünü gözden geçirelim. Daha önce bir psikiyatriste gitmemişsindir herhalde, değil mi?

    SALLIE: Aslında gittim.

    TERAPİST: Çocukken mi?

    SALLIE: Hayır, aslında sadece birkaç yıl önceydi, ama gitmek istememiştim.

    “Daha önce bir psikiyatriste gitmemişsinizdir herhalde, değil mi?” gibi belirli bir yanıtı ima eden sorularla karşı karşıya kalan mahcup bir hasta, iyi bir izlenim bırakmak için geçmişini olduğundan az gösterebilir ya da değiştirebilir. Hasta, özel ve utanç verici olabilecek bilgileri paylaşma konusunda kendini güvende hissetmelidir; bunun için klinisyenin yargılayıcı olmayan bir atmosfer yaratması ve “tanığı yönlendirmekten” kaçınması gerekir.

    Geniş bir hasta yelpazesiyle edindiğim klinik deneyim, hatalı klinik varsayımlardan kaçınmamı sağladı. Asistanlığıma başladığımda eğilimim, Sallie Gane gibi üniversite öğrencilerinde psikopatolojiyi küçümsemekti. Birkaç yıl içinde klinik değerlendirmelerim daha isabetli hale geldi, ancak bu kez de özel muayenehanemde aynı hataları tekrar etmeye başladım. Hasta biraz bile göz korkutucuysa (örneğin bir avukat, başka bir ruh sağlığı uzmanı ya da varlıklı ve/veya çekici biri), görüşmeyi fazla yönlendirme ya da Örnek 4.3’te olduğu gibi klinik bilgileri varsayma riskim artıyordu. Zamanla kazanılan klinik deneyim ise kaygımı azalttı ve bu da terapötik becerilerimin gelişmesini sağladı.

    İşte Sallie’nin deneyimini paylaşmasını kolaylaştıran yaklaşımla hazırlanmış ikinci deneme (Take 2):

    ÖRNEK 4.4

    Kişisel ve ailesel psikiyatrik öykünün toplanması, Kısım 1

    TERAPİST: Daha önce hiç terapiste gittiniz mi?

    SALLIE: Şey, lise yıllarımda birkaç ay boyunca birine gitmiştim.

    TERAPİST: Tedaviyi nasıl deneyimlediniz?

    SALLIE: Aslında, başta gitmek istememiştim ama sonunda Dr. Mehta’yı sevdim. İyi biriydi ve onunla konuştuktan sonra her zaman daha iyi hissederdim. Güzel bir deneyimdi.

    TERAPİST: Dr. Mehta’yla görüşmeye neden başladığınızı anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Aslında, müshil kullandığım zamanlardı.

    TERAPİST: Neler oluyordu?

    SALLIE: Gerçekten çok stresliydim. Hangi üniversiteye gideceğime karar vermeye çalışıyordum ve ailem kendi mezun oldukları okula gitmem konusunda çok ısrarcıydı. Bilmiyorum. Tüm bu fikir beni bunalttı, bu yüzden mezuniyeti ve devam etmeyi aklımdan çıkarmak için baloya odaklanmaya başladım. Bilirsin, büyüme meselesi. Dr. Mehta bunu anlamama yardımcı oldu.

    Balo için harika siyah bir elbisem vardı ama aldığımda biraz dardı. Sonra arkadaşım Mara bana hızlıca birkaç kilo verebilmem için müshil teklif etti ve itiraf etmekten nefret ediyorum ama bu fırsatı hemen değerlendirdim.

    Bunu söylememem gerektiğini biliyorum ama müshiller harikaydı -en azından başta. Artık hiç şişkin hissetmiyordum ve elbise baloda üzerime mükemmel oturdu. Oldukça hızlı bir şekilde bağımlı oldum diyebilirim. Yatmadan önce bu ilacı alırdım ve sabahları sadece kısa bir süre rahatsız hissederdim. Gün boyunca kendimi harika hissediyordum. Ve tamamen zayıf.

    Birkaç hafta sonra, ailem odamda beş kutu müshil tableti buldu ve çılgına döndü. Önce çocuk doktoruma gitmem gerekti, sonra da o bu adamı -Dr. Mehta’yı- önerdi.

    TERAPİST: Terapi yardımcı oldu mu?

    SALLIE: Genel olarak, fena değildi sanırım. Üniversite ve lisenin son zamanları hakkında çok konuştuk. Konuşacak birinin olması bana kendimi daha iyi hissettirdi.

    TERAPİST: Terapi nasıl sona erdi?

    SALLIE: Bir süre sonra kendimi daha iyi hissetmeye başladım, sonra birkaç kez daha görüştük ve bitirdik. Dr. Mehta, gelecekte konuşmak istersem onu her zaman arayabileceğimi söyledi. O zamana kadar ihtiyacım olmamıştı… şimdiye kadar, sanırım.

    TERAPİST: Charlie ile ayrıldıktan sonra onu aramayı düşündünüz mü?

    SALLIE: Aslında, birkaç hafta önce onu iki kez aradım. Burada bir terapist bulmamı o önerdi. Konuştuktan sonra hâlâ kendimi iyi hissetmediğimi görünce, yerel bir terapist bulmam gerektiğini düşündü. Beni tanıdığı için, yüz yüze terapinin çevrim içi terapiden daha uygun olacağını düşündü. Ayrıca bu eyalette lisansı yok, bu yüzden bu sefer beni tedavi edemez. Konuşurken o kadar çok ağlıyordum ki, sanırım onu biraz korkuttum.

    TERAPİST: Hım, size yerel bir terapist bulmanızı önerdiğinde ne hissettiniz?

    SALLIE: (Gözleri dolar.) Oldukça üzgün hissettim. Yasal kuralları anlıyorum ama beni o kadar kötü durumda gördü ki yeni bir terapiste gitmem gerektiğini düşündüğüne şaşırdım. Yani, beni gerçekten tanıyordu!

    TERAPİST: Onu özlüyor musunuz?

    SALLIE: Gerçekten özlüyorum. Alınma, Dr. Bender, ama sizi hiç tanımıyorum. Size, onun zaten bildiği tüm bu geçmişi anlatmak zorundayım.

    TERAPİST: Alınmadım. Yeni biriyle başlamanızın ve aynı anda Dr. Mehta’yı özlemenizin iki kat zor olduğunu anlıyorum. [Sallie’nin deneyimini geçersiz kılmak yerine onu doğrular.]

    SALLIE: Evet… öyle. Her neyse… başka ne tür sorular sormanız gerekiyor?

    TERAPİST: Bakalım… Hiç psikiyatrik ilaç kullandınız mı?

    SALLIE: Hayır. Sadece konuşmak yeterli olmuştu, en azından lisede. Dediğim gibi, şimdiye kadar gerçekten iyiydim. Yıllardır yeme alışkanlıklarım gerçekten sağlıklı. Laksatif kullanma fikri artık tiksindirici geliyor. En azından bu, bir ilerleme.

    Evden ayrılmak başlangıçta beni korkutmuştu ama başka bir eyalette okula gitmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Ben en büyüğüm, belki de ayrılmak bu yüzden daha zordu ama bağımsızlık bana iyi geldi.

    TERAPİST: Yeme alışkanlıklarınızın düzelmesi ve artık laksatif kullanmamanız önemli bir ilerleme. En büyük çocuk olduğunuzu söylediniz. Kaç kardeşiniz var?

    SALLIE: Sadece bir. Tom benden 6 yaş küçük. Yani 15 yaşında.

    TERAPİST: Onunla ilişkiniz nasıl?

    SALLIE: Ah, iyi sanırım. Gerçekten sorun yok.

    TERAPİST: Tom ve aileniz hakkında kesinlikle daha fazla şey öğrenmek istiyorum, ama önce psikiyatrik ve tıbbi geçmişinizle ilgili birkaç şeyi daha sormak istiyorum. Hiç bir psikiyatri hastanesinde yattınız mı?

    SALLIE: Aslında, evet. Umm, sanırım bunu söylemeyi unuttum.

    TERAPİST: Ne zaman oldu bu?

    SALLIE: Şey… Balodan sonra annemle babam müshilleri bulduklarında, çocuk doktorum laboratuvar verilerimin tehlikeli olduğunu söyledi. Beni acil servise gönderdi, serum falan verdiler, ve hastanedeki psikiyatrist, laksatifleri kendi başıma bırakabileceğime güvenmediği için beni bir psikiyatri hastanesine gönderdi. Belki de haklıydı ama onu asla affetmeyeceğim. Gitmek istemediğim bir programa yerleştirilmek çok küçük düşürücüydü.

    Belki biraz işe yaramıştır çünkü çıktıktan sonra bir daha hiç laksatif kullanmadım, ama lisede yaklaşık bir hafta boyunca “tımarhaneye” kapatılmak tamamen aşağılayıcıydı. Pek kimseye söylemem.

    TERAPİST: Kendinizi küçük düşmüş hissetmeniz anlaşılır, ama benim aklıma gelen kelime bu değil. Psikiyatrik bakım hâlâ bazı insanlar tarafından damgalanıyor olabilir, ama ben bunu, bir kişinin acısını azaltmak için ihtiyaç duyduğu herhangi bir başka klinik bakım türünden farklı görmüyorum. O dönemde gerçekten zorlanmış gibi görünüyorsunuz. Hastanenin adı neydi?

    SALLIE:Something-or-other Lodge mıydı adı?

    TERAPİST: Başka bir zaman hastaneye yattınız mı?

    SALLIE: Hayır, sadece o sefer. O kadar da deli değilim yani.

    TERAPİST: Bu hassas dönem hakkında konuşmak sizi rahatsız mı ediyor?

    SALLIE: Biraz. Yani bununla gurur duyduğum söylenemez.

    TERAPİST: Bu konuda benimle konuşabildiğiniz için memnunum. Zor bir dönem gibi görünüyor ama hem hastaneden hem de Dr. Mehta’dan gelen yardımlardan faydalanabilmişsiniz. Lisede yaşadığınız krizin üstesinden gelmişsiniz. O dönemde gösterdiğiniz dayanıklılık ve psikoterapiyi kullanarak kendinizi daha iyi hissetme beceriniz, şu an yaşadığınız bu zor dönemde de size yardımcı olabilir. [Gerçekçi bir umut sunmak, güven verir ve terapötik ittifakı güçlendirir.]

    Bu bilgileri benimle paylaştığınız için teşekkür ederim; bu, size yardımcı olmamı kolaylaştıracak. Lisede yaşadığınız o dönemde, hiç ölmek isteme ya da kendinize zarar verme düşünceleriniz oldu mu?

    SALLIE: Ara sıra oluyordu…

    TERAPİST: Neler düşündüğünüzü benimle paylaşabilir misiniz?

    SALLIE: Bazen kendi cenazemin nasıl olacağını düşünürdüm, kaç kişi gelir diye. Aslında bunu düşündükçe daha da depresif hissederdim çünkü lisede arkadaşlarımın bile cenazeme gelmeyeceğini düşünürdüm. Ama hiçbir zaman bir şey yapmayacağımı biliyordum. Annemle babam çok yıkılırdı.

    TERAPİST: Kendinize nasıl zarar vereceğinizi hiç düşündünüz mü?

    SALLIE: Hayır, belirli bir şekilde düşünmedim.

    TERAPİST: Hayatınızda başka bir zaman intiharı düşündüğünüz oldu mu? Son zamanlarda böyle bir düşünceniz oldu mu?

    SALLIE: Hayır, intihar benim için pek mesele olmadı. Bugünlerde bazen birçok şey umurumda değilmiş gibi hissediyorum ama bu kadar ileri gideceğimi sanmıyorum.

    TERAPİST: Bazı insanlar, stresli dönemlerde duygusal acıyı hafifletmek için kendilerini keser ya da yakar. Bunu hiç yaptınız mı?

    SALLIE: Ah, bununla ilgili bir makale okumuştum psikoloji dersinde. Yok, asla yapmam. Gerçi dürüst olmak gerekirse, geçen hafta gerçekten çok öfkeliyken biraz merak edip makasla kendimi bir kere hafifçe dürttüm. Ama kanamadı bile. Acıdı, sonra bıraktım.

    TERAPİST: Sizi durduran ne oldu?

    SALLIE: Ailem çıldırır diye düşündüm. Ayrıca canımın yanmasını sevmem. Sanırım sadece merak ettim. Bir daha yapmayı düşünmüyorum.

    TERAPİST: Bunları konuşmak size nasıl hissettiriyor?

    SALLIE: Tamam, sanırım. Açıkçası beklediğimden biraz daha kolay oldu.

    TERAPİST: Dürüstlüğünüzü takdir ediyorum. Bana ayrıntılı bir geçmiş anlatımı sunma konusunda gerçekten iyi bir iş çıkarıyorsunuz. Ailenizde daha önce bir psikiyatri hastanesinde yatan başka biri oldu mu?

    SALLIE: Hayır.

    TERAPİST: Ailenizde psikiyatrik zorluklar yaşayan, örneğin anksiyete, depresyon, alkol veya madde kullanımı bozukluğu olan biri var mı? Yeme bozukluğu olan?

    SALLIE: Dayımın bir dönem alkolle ilgili bir sorunu vardı, ama artık iyi. Yıllardır ayık. Annem bazen benim doğumumdan sonra “lohusalık hüznü [baby blues]” yaşadığını söyler ama bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum. Hiçbir zaman terapiste gitmedi.

    TERAPİST: Ailenizde kendine zarar vermeye çalışan biri oldu mu?

    SALLIE: Hayır, bildiğim kadarıyla olmadı.

    İkinci oturumda geçmiş tıbbi ve psikiyatrik öyküyü toplarken rotadan sapmak oldukça kolaydır. Örnek 4.4’te Sallie, ilgimi çeken birçok yeni konu ortaya atar (üniversite için evden ayrılması, erkek kardeşi Tom), ancak ben odaklanmayı sürdürürüyorum; Sallie’nin geçmişteki ayaktan ve yatarak tedavi deneyimlerine, psikofarmakolojik ilaç denemelerine, önceki intihar davranışlarına ve ailesinin psikiyatrik öyküsüne yoğunlaşıyorum. Diğer konuları ise zihnimde “daha sonra ele alınacaklar” olarak işaretliyorum.

    Daha önce terapi almış hastalarda, önceki tedavinin ne kadar sürdüğünü ve hastanın bu deneyimle ilgili duygularını öğrenirim. Özellikle yeni hastamın önceki terapistiyle terapiyi nasıl sonlandırdığına dikkat etmeye çalışırım. Planlanmış bir vedaya katlanabildiler mi, yoksa aniden ve uyarı vermeden mi ilişkiyi kestiler? İnsanlar geçmişlerini yeniden sahnelerler. Hastamın önceki terapistiyle kurduğu ilişkiyi nasıl sonlandırdığı, bizim birlikte geçireceğimiz sürece dair ipuçları sağlayabilir.

    Eğer önceki terapi olumlu bir deneyim olmuşsa, yeni biriyle başlamanın ne kadar zor olabileceğini kabul ederim. Nazik hastalar bunu doğrudan dile getirmezler, ancak terapist değiştirmenin zor bir süreç olabileceğini söylediğimde kendilerini rahatlamış ve anlaşılmış hissedebilirler.

    Bir psikiyatrist olarak, konsültasyon sürecinin bu bölümünde psikofarmakolojik öyküyü toplarım. Daha önce hangi ilaçların denendiğini öğrenmenin yanı sıra, her bir ilacın ne kadar süreyle kullanıldığını, ulaşılan maksimum dozu, ilacın etkililiğini ve yan etkilerini de sorarım.

    İlaç yazma yetkisi olmayan terapistler için bile, hastanın daha önce herhangi bir psikiyatrik ilaç (antidepresanlar, duygudurum düzenleyiciler, anksiyolitikler vb.) kullanıp kullanmadığını bilmek önemlidir. Hangi ilaçların denendiğini ve hangilerinin etkili olduğunu öğrenin. Şu anda herhangi bir ilaç kullanıyorlar mı? Bu ilaçları kim reçete ediyor? Hasta bir psikiyatriste gitmiyor olsa bile psikiyatrik ilaç kullanmadığını varsaymayın. Birçok birinci basamak hekimi fluoksetin ya da sertralin gibi antidepresanları reçete etmektedir.

    Geçmişteki psikiyatrik hastane yatışlarına dair temel bilgileri öğrenirim: ne zaman ve nerede gerçekleştiği, ne kadar sürdüğü, yatış sırasında herhangi bir ilaç tedavisi uygulanıp uygulanmadığı ve taburculuk sonrası süreçle ilgili ayrıntılar. Bu aşamada, Sallie lise yıllarındaki psikiyatrik yatışıyla ilgili detaylar konusunda belirsiz kalmaktadır. Birlikte çalışmaya devam ettikçe ve Sallie bana güvenmeye başladıkça, bu stresli dönem hakkında daha fazla bilgi edinebileceğimi umuyorum. Sallie’nin imzalayacağı bir izin formu ile, dosyama eklemek üzere hastane yatışına ait psikiyatrik kayıtları da temin edebilirim. Konsültasyonun bu erken aşamasında, hastanın geçmişine dair elimizde yalnızca bir taslak olması normaldir; tıpkı henüz boyanmamış bir boyama kitabı gibi.

    Geçmişteki intihar davranışları ve kendine zarar verme eylemleri, gelecekteki intihar girişimlerinin en güçlü öngörücülerinden bazıları olduğundan, kişinin yaşamı boyunca sahip olduğu düşünce ve eylemlere özel bir dikkatle, kendine zarar verme geçmişini netleştirmek esastır. Herhangi bir intihar düşüncesi durumunda, gerçekleşen eylemlerle ilgili ayrıntılı bir anlatım isterim. Örneğin, bir hasta ergenlik döneminde doz aşımı yapma planını aklından geçirmişse, bu sadece bir düşünce olarak mı kaldı, yoksa ilaçları topladı mı, saydı mı ya da eline alıp bir süre tuttu mu?

    Kendine zarar verme davranışlarına ilişkin sorular, intihar hakkındaki soruları takip edebilir. Eğer tekrar eden bir kendine zarar verme davranışı söz konusuysa, bu belirtinin ayrıntılarını ortaya çıkarmak önemlidir. Örneğin, kesme davranışı söz konusuysa, hastaya nereyi ve ne kadar derin kestiğini, bunu ne sıklıkla yaptığını ve bu davranışı tetikleyen durumları sorarım. Tıbbi açıdan, hangi aleti kullandığını ve bu davranış nedeniyle daha önce tıbbi müdahaleye ihtiyaç duyup duymadığını bilmek yararlıdır. Eğer hasta hijyenik olmayan aletler kullanıyorsa, son tetanoz aşısının ne zaman yapıldığını da sorarım; bu aşının her 10 yılda bir yenilenmesi gerekir. (Kendine zarar verici davranışlara ve aktif intihar riski taşıyan bir hastaya nasıl yanıt verileceğine ilişkin daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 9.)

    İkinci seansta ayrıca tıbbi öykü, kullanılan ilaçlar ve alerjiler hakkında da bilgi toplarım.

    ÖRNEK 4.5

    Kişisel ve ailevi tıbbi öykünün toplanması, Kısım II

    TERAPİST: Tıbbi geçmişinizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Bilmem gereken herhangi bir ciddi tıbbi rahatsızlığınız var mı?

    SALLIE: Hayır.

    TERAPİST: Herhangi bir nedenle geceyi bir hastanede geçirdiğiniz oldu mu?

    SALLIE: Evet, 10 yaşındayken elimde bir enfeksiyon vardı ve damar yoluyla antibiyotik almak için hastaneye yatırılmam gerekti.

    TERAPİST: Bu kadar küçük yaşta geceyi hastanede geçirmek nasıl hissettirdi?

    SALLIE: Korkutucuydu ama sadece birkaç gün sürdü, bu yüzden çok da kötü değildi.

    TERAPİST: Elinizle ilgili bir sorun kaldı mı?

    SALLIE: Hayır, şanslıyım ki bir sorun yok.

    TERAPİST: Bunu duyduğuma sevindim. Çocukken başka tıbbi problemler yaşadınız mı? Başka ciddi enfeksiyonlar, ameliyatlar, kırıklar?

    SALLIE: Düşüneyim… Başka enfeksiyon yok. Ameliyat da yok. Sadece bir kez bileğim kırılmıştı. Ah evet, bebekken kulaklarıma tüp takılmıştı çünkü çok fazla kulak enfeksiyonu geçiriyordum, ama açıkçası bunu pek hatırlamıyorum. Annemin doktor randevularım sırasında hiç şikâyet etmediğimi ve çok dayanıklı olduğumu söylediğini hatırlıyorum. [Sallie artık yalnızca olguları belirtmekle kalmayıp, yaşanan olayın kendisini nasıl etkilediğini hatırlamaya da çalışarak terapistin yönlendirmesini izlemeye başlıyor.]

    TERAPİST: Vücudunuzun herhangi bir bölgesinde başka tekrarlayan kronik tıbbi bir sorun oldu mu? Astım probleminiz? Mide sorunlarınız?

    SALLIE: Hayır. Hayır.

    TERAPİST: Bilinç kaybı ile sonuçlanan beyin sarsıntısı ya da kafa travması yaşadınız mı?

    SALLIE: Sanmıyorum, ama bir keresinde gerçekten çok yorgundum ve çok sıcak bir günde uzun süre ayakta kaldığım için bayılmıştım.

    TERAPİST: Başınızı çarptınız mı?

    SALLIE: Hayır. Yere düşerken babam yakaladı. Refleksleri çok iyidir.

    TERAPİST: İyi refleksler gerçekten işe yarar. Hiç epilepsi nöbeti geçirdiniz mi?

    SALLIE: Umm, sanmıyorum. Öyle bir şey yaşasam anlardım herhalde, değil mi?

    TERAPİST: (Başını sallar.) En son ne zaman genel bir sağlık taramasından geçtiniz? Şu anda sizi rahatsız eden herhangi bir fiziksel belirtiniz var mı?

    SALLIE: Ah, yaklaşık 6 ay önce sağlık taramasından geçmiştim. Her şey yolundaydı.

    TERAPİST: Birinci basamak hekiminiz kim?

    SALLIE: Sağlık taramasını okulda öğrenci sağlık merkezindeki bir doktordan aldım, adı Dr. Newman’dı. Ama evdeki doktorum Dr. Rodriguez.

    TERAPİST: Şu anda sizi rahatsız eden herhangi bir fiziksel belirtiniz var mı? [Sallie bu soruyu ilk seferinde yanıtlamadığı için tekrar soruluyor.]

    SALLIE: Son zamanlarda çok yorgun hissediyorum. Ama bunun tamamen Charlie meselesi yüzünden bunalmış olmamdan kaynaklandığını düşündüm.

    TERAPİST: Bu yorgunluk, 6 ay önceki sağlık taramasından önce mi başladı, sonra mı?

    SALLIE: Ah, bu oldukça yeni bir şey; yaklaşık 2 aydır böyle hissediyorum.

    TERAPİST: Bu yorgunluk Charlie’yle yaşadığınız ayrılıkla ilişkili olabilir ama yorgunluğa neden olabilecek birçok tıbbi durum da var. Bu kadar yorgun hissetmenizin başka bir tıbbi nedeni olmadığından emin olmak için Dr. Newman’dan bir randevu almak faydalı olabilir.

    SALLIE: Tamam.

    TERAPİST:Reçeteli ya da reçetesiz herhangi bir ilaç kullanıyor musunuz?

    SALLIE: Regl dönemlerimde ibuprofen alıyorum ve vitamin kullanıyorum, hepsi bu.

    TERAPİST: Hangi vitaminleri kullanıyorsunuz?

    SALLIE: Umm, D vitamini takviyesi ve bir multivitamin alıyorum.

    TERAPİST: Herhangi bir ilaca karşı alerjiniz var mı?

    SALLIE: Belki penisiline. Sanırım ondan döküntü oluyor bende.

    TERAPİST: Şu anda cinsel olarak aktif misiniz?

    SALLIE: Umm, evet… en azından Charlie’yle ayrılmadan önce öyleydim.

    TERAPİST: Doğum kontrolü için ne kullanıyordunuz?

    SALLIE: Ah evet, aynı zamanda doğum kontrol hapı kullanıyorum.

    TERAPİST: Anladım. Charlie’nin HIV durumu ya da başka bir cinsel yolla bulaşan hastalığı olup olmadığını biliyor muydunuz?

    SALLIE: Umm, hayır. Ama eminim iyidir.

    TERAPİST: Hmmm… Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan, yani CYBH’lerden, nasıl korunduğunuzu sormasam işimi tam yapmış olmam. Doğum kontrol hapı hamileliği önleyebilir ama CYBH’lere karşı koruma sağlamaz.

    SALLIE: Oh, bence Charlie güvenilirdi. Çok fazla kişiyle yatmadı.

    TERAPİST: Güvenli cinsel ilişki önlemleri kolay değil, ama bir şeye maruz kalmaktan korunmanın en iyi yolu bu. HIV ya da başka cinsel yolla bulaşan hastalıklar için tıbbi kontrol yaptırma fikrine nasıl bakarsınız?

    SALLIE: Ah, bence bu gerekli değil. Charlie’nin çok fazla cinsel partneri olmadı. Temiz biridir.

    TERAPİST: Bunu düşündüğünüze sevindim. Kendimi biraz ikilemde hissediyorum çünkü sağlığın gerçekten çok önemli, ama aynı zamanda terapist olarak görevimin “cinsellik polisi” gibi davranmak olmadığını da biliyorum. [Bu konuya daha sonra, örneğin Sallie yeni bir ilişkiye başlarsa, tekrar dönmeyi aklıma not ediyorum.]

    SALLIE: Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum, ama burada yeterince güvende olduğumu düşünüyorum.

    TERAPİST: Ailenizde herhangi bir sağlık sorunu olan var mı?

    SALLIE: Hayır. Genel olarak oldukça sağlıklılar. Babamın bazı eski spor yaralanmalarından kalan bir artriti var ama onun dışında gayet iyiler. Birlikte çok fazla açık hava etkinliği yapıyorlar.

    TERAPİST: Peki ya kardeşiniz?

    SALLIE: Hımm, mide sorunları geçmişi var ama şimdi daha iyi.

    TERAPİST: Ne tür mide sorunları?

    SALLIE: Uzun süre kronik mide ağrısı ve ishal sorunu yaşadı ama şu anda daha iyi.

    TERAPİST: İyileşmesine sevindim. Bugün size birçok soru sordum ve yavaş yavaş genel bir tablo oluşmaya başladı. Sizin için nasıl geçti bu görüşme?

    SALLIE: Lisede geçirdiğim psikiyatri hastanesi sürecini düşünmek garip geliyor. Genellikle o konudan bahsetmem ama geri kalan kısmı fena değildi.

    TERAPİST: Deneyimlerinizi benimle bu kadar açık paylaştığınız için teşekkür ederim. Gelecek hafta, bazı sorularımı daha yanıtlayacağız ve bir tedavi planına biraz daha yaklaşmış olacağız.

    SALLIE: Oh, iyi. Ben gerçekten yeniden Charlie hakkında konuşmak istiyorum.

    TERAPİST: Hâlâ biraz zamanımız var. Ben de Charlie hakkında konuşmak istiyorum. Bana biraz anlatır mısınız? Neyi paylaşmak istersiniz?

    Sallie’nin mevcut fiziksel sağlığının yanı sıra, kişisel ve ailesel tıbbi öyküsünü de kapsayan ayrıntılı bir tıbbi öykü alınmalıdır. Konsültasyonun bu bölümünde, her zaman bilinç kaybına yol açan ciddi ya da tekrarlayan kafa travması öyküsünü özellikle sorarım. Ciddi bir kafa travması durumunda, hasta bilişsel bozulma, nöbet geçirme ve duygusal dalgalanma riski taşır. Tekrarlayan beyin sarsıntıları, yaşam boyu depresyon gelişme riskini artırır. Böyle bir olay öyküsünün mevcut herhangi bir nörolojik sorunla birlikte görülmesi durumunda, hastanın bir nörolog ya da beyin hasarının davranışsal belirtilerine aşina bir psikiyatrist tarafından daha ileri değerlendirmeye alınması gerekebilir.

    Cinsel öykü almak çoğu zaman kolay değildir. Tedavinin başında, hastamın cinsel yönelimini bilmeyebilirim; ancak etkili bir terapist olabilmem için bu bilgiyi nihayetinde öğrenmem gerekir. Kaliforniya Üniversitesi, San Francisco’daki tıp fakültesinde, cinsellik hakkında soru sormanın iki aşamalı bir yöntemle yapılması gerektiği öğretilmişti: “Cinsel olarak aktif misiniz?” sorusunun ardından “Erkeklerle mi, kadınlarla mı, yoksa her ikisiyle mi?” sorusu gelir. Bu yaklaşım, daha genç ve açık fikirli bazı hastalar için beklendik ve rahat hissettirebilirken, daha yaşlı ve muhafazakâr hastalar için utandırıcı olabilir. Tedavinin başında açık konuşmaktan rahatsızlık duymayan hastalarla daha doğrudan bir yaklaşımı tercih edebilirim; diğerleriyle ise konunun zamanlamasını onların yönlendirmesine bırakır, daha kapsamlı bir cinsel öyküyü güven geliştikten sonra alırım. Her iki grup için de, açıkça ifade edilene kadar hastanın partnerinin karşı cinsten olduğunu varsaymam.

    Bölüm 5, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimle ilgili soruların kültürel kimlik hakkındaki bir sorunun içine nasıl yerleştirilebileceğini ele alır: “Kültürel kimliğiniz ya da geçmişiniz hakkında bilmem gerektiğini düşündüğünüz herhangi bir şey var mı? Her birey kendi kültürel kimliğini kendisi belirler ve bu genellikle kişinin kendini ait hissettiği ya da parçası saydığı gruplardan oluşur. Bu gruplar çok çeşitli olabilir -etnik köken, din, konuştuğunuz diller, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği, kendinizi yakın hissettiğiniz bölgeler ya da özel ilgi alanı grupları. Bir gruba aidiyet hissediyorsanız, bu onun sizin kültürel kimliğinizin bir parçası olduğu anlamına gelir.” Eğer hasta cinsel yönelimini paylaşmak konusunda kendini rahat hissediyorsa, kültürel kimlikle ilgili bu soru kolay bir giriş sağlar. Ancak eğer bu konuyu ele almak istemiyorsa, bu soruya geçmişinin diğer yönlerine odaklanarak da yanıt verebilir.

    Bir terapist, çoğu zaman hastasının fiziksel ya da duygusal açıdan kendisini riske atan kötü yargılarını dinlemek gibi imrenilmeyecek bir konumda olur. Sallie’nin durumunda, Charlie ile korunmasız cinsel ilişkiye girmiş olması, onu cinsel yolla bulaşan bir hastalığa maruz bırakmış olabilir. Bir sağlık uzmanı olarak, hastamın riskli davranışlarını görmezden gelmem sorumlu bir tutum olmaz; ancak, ahlaki bir doğruculukla yönlendirici bir tavır takınmak da değişimi teşvik etme olasılığı düşük bir yaklaşımdır. Psikoterapistliğe ilk başladığım aylarda, bu hassas konulara terapötik bir biçimde nasıl yaklaşacağımı bilmiyordum. Hastalar, prezervatif kullanmadan girdikleri çok sayıda cinsel ilişkiyi, çeşitli yasadışı maddelerle deneyimlerini ya da emniyet kemeri takmadan bir yan sokakta saatte 100 kilometre hızla araba kullandıklarını anlatırken, içimden defalarca “DUR!” diye bağırdığım rahatsız edici seanslar yaşadım.

    Eğer vaaz vermek işe yarasaydı, ben de bunu kullanırdım; ama herhangi bir hastanın hayatında ihtiyaç duyduğu son şey, bir başka yönlendirici ve empatik olmayan kişidir. Hastalarımın güvenliği konusunda endişelenmek ürkütücü olabilir, ancak onların davranışlarını nihayetinde değiştirmelerini sağlayacak tek şey, kendilerini korumaya yönelik içsel dirençlerini aşmalarıdır. Bu süreç genellikle zaman alır ve terapi yavaş yavaş ilerledikçe gelişir. Bu arada benim görevim, davranışın tehlikeli olduğunu kabul etmek ama dırdırcı biri olmaktan kaçınmaktır. Örnek 4.5’te açıklanan strateji dengelidir; çünkü baskıcı bir tavır takınmadan hem eğitim hem de anlayış sunar. Terapist olarak hedefimiz, ustaca rehberlik etmektir; ama kontrol bizdeymiş gibi davranmak değildir.

    Hasta, seansın büyük bölümünü tıbbi ve psikiyatrik öyküsünü anlatmakla geçirmeye itiraz etmese bile, seansın sonunda mutlaka en az 10–15 dakikayı onu tedaviye getiren asıl zorluğa odaklanmak için ayırırım. Hastanın esas meselelerini unutmadığımı fark etmesi, onun açısından takdir edilen bir durum olur. Aynı zamanda bu süre, üçüncü seansı planlamak için de bir fırsattır.

    ÖRNEK 4.6

    İkinci seansı sonlandırmak

    TERAPİST: Deneyimleriniz konusunda bu kadar açık olmanızı gerçekten takdir ediyorum. Gelecek hafta biraz daha öykünüzü alacağım, ardından bir tedavi planına daha da yaklaşmış olacağız.

    SALLIE: Ah, iyi. Gerçekten Charlie hakkında konuşmaya geri dönmek istiyorum.

    TERAPİST: Bugün hâlâ yaklaşık 15 dakikamız var. Beni biraz bilgilendirebilir misiniz? Bana ne anlatmak istersiniz?

    SALLIE: Hımm, bilmiyorum. Bu ayrılık size mantıklı geliyor mu? Ne olduğunu gerçekten anlayamıyorum.

    TERAPİST: İlişkiyi ve ne olduğunu anlamamın benim için de zaman alacağını düşünüyorum. Görüşmelerimiz sırasında bahsettiğiniz birkaç fikri gelecekteki seanslarda daha derinlemesine ele almayı umuyorum. Charlie’nin bazı önerilerinizi ve fikirlerinizi sizin tarafınızdan yönlendirilmek gibi algıladığını, ancak bu etkileşimleri sizin sorunlu görmediğinizi söylediğinizi hatırlıyorum. Bu doğru mu? [Sallie’nin konsültasyon süresince paylaştığı bilgileri derinlemesine düşünerek [reflection]]

    SALLIE: Evet, doğru. İnsanların bana geri bildirimde bulunmasını takdir ederim. Annem bana hep yön verir ve bence bu çok faydalı. Gerçekten anlamıyorum.

    TERAPİST: Zamanla bunu daha ayrıntılı konuşarak birlikte daha çok şey anlayacağımızı düşünüyorum. Keşke acınızı bir anda ortadan kaldırabilecek sihirli sözler söyleyebilsem ama ne yazık ki bu kadar basit değil. Eğer çözümü kolay olsaydı, zaten beni görmenize gerek kalmazdı; çoktan kendi başınıza üstesinden gelmiş olurdunuz. Bunun üzerinde birlikte çalışmaya devam edeceğiz ve daha iyi anlayışla zamanla kendinizi daha iyi hissedeceğinize dair oldukça umutluyum.

    SALLIE: Ah, tamam. Keşke bu daha hızlı olabilseydi, ama eğer böyle olması gerekiyorsa, elimden geldiğince idare edeceğim. Kendimi oyalamaya devam ederim; moralim bozukken en iyi o işe yarıyor.

    TERAPİST: Hangi oyalayıcılar en iyi işe yarıyor?

    SALLIE: Filmler, koşmak -bazen ders çalışmak bile. (Gülerek.)

    TERAPİST: Kulağa iyi geliyor. Gelecek haftaya kadar…

    SALLIE: Evet, o zaman görüşürüz.

    Konsültasyon süreci artık yoluna girmiş durumda. Sallie bana güvenmeye başlıyor ve ben de yavaş yavaş onun hikâyesinin hem bugüne hem de geçmişe dair ana hatlarını ediniyorum.

    TERAPİST ARACI 4.1

    Örnek Hasta Konsültasyon Anketi

    Devam edecek…

  • İttifaka Öncülük Etmek ve Güvenliği Değerlendirmek (3. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 3. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Bir konsültasyon/istişare [consultation] sürecinde terapist yalnızca tanı koyma ve tedavi planlaması için gerekli bilgileri toplamakla kalmaz. Süreç boyunca, hastanın sıkıntısına empatik bir şekilde yanıt verir, terapötik bir ittifakı [therapeutic alliance] başlatır, hastanın güvenliğini değerlendirir ve konsültasyon sürecinin işleyişini açıklar. Bu bölümde, çalışma ittifakının kurulmasına ve hastanın güvenliğinin ele alınmasına odaklanıyorum.

    KONSÜLTASYONUN AMACI VE İŞLEYİŞİ

    Sallie, ilk seansa erkek arkadaşı Charlie ile yaşadığı son ayrılığı anlatarak başladı. Sonra bir an durakladı. “Hayatımda hiç bu kadar kötü hissetmemiştim. Sizce ne yapmalıyım?” dedi.

    Hastalarım bana ne yapmaları gerektiğini sorduklarında bundan hiç hoşlanmam. Bu tür sorular, insanı kolayca yanıt vermeye teşvik eder: “Şey, Sallie, bence kendini meşgul tutmalı ve kendine nazik davranmalısın.” Bu kötü bir yanıt değil. Kesinlikle iyi niyetli. Ama büyük olasılıkla işe yaramayacak.

    Bir hasta sizin ofisinize gelene kadar muhtemelen sayısız öneri duymuştur. Zaten bu öneriler işe yaramadığı için sizin ofisinizdedir. Psikodinamik psikoterapi farklıdır; çünkü bu çalışma kişiye dıştan içe değil, içten dışa doğru yardımcı olmayı hedefler. Bu süreç doğası gereği yavaştır ve bu anlaşılır bir durumdur. Bu yüzden artık yeni bir hasta benden hızlı bir çözüm istediğinde, bunu bir fırsat olarak görür ve önümüzdeki üç-dört seansın nasıl ilerleyeceğini açıklamak için kullanırım.

    Yeni bir hastayla yaptığım ilk birkaç seansı, temel sorununu daha iyi anlamak, geçmişine dair bazı bilgiler toplamak ve ön hazırlık niteliğinde bir formülasyon ile tedavi planı geliştirmek için kullanırım. Yeni bir hasta için hangi tür psikolojik tedavinin uygun olduğunu bilmediğimden, bu erken seansları psikoterapinin başlangıcı olarak değil, “konsültasyon/istişare [consultation]” görüşmeleri olarak görüyorum. Bu görüşmeleri tanımlarken değerlendirme [evaluation] yerine konsültasyon kelimesini tercih ediyorum; çünkü konsültasyon daha az yargılayıcı bir çağrışım taşır ve aynı zamanda bu etkileşimin süre-sınırlı olduğunu ima eder.

    ÖRNEK 3.1

    İlk üç görüşmenin çerçevelenmesi

    SALLIE: Hayatımda hiç bu kadar kötü hissetmedim. Peki sizce ne yapmalıyım?

    TERAPİST: Sıkıntılı hissettiğinizin farkındayım, ancak size makul bir öneride bulunabilmem için şu aşamada çok daha fazla bilgiye ihtiyacım var. Örneğin, bu zor dönemde kendinizi daha iyi hissetmek için şimdiye kadar neleri denediniz?

    SALLIE: Bilmiyorum. Pek çok şeyi denedim ama işe yaramadılar ki zaten burada bulunuyorum! Sizin beni daha iyi hissettirecek yolu biliyor olacağınızı düşünmüştüm.

    TERAPİST: Belki de, size yardımcı olabilecek bir yol belirlemeden önce daha fazla bilgiye ihtiyacım olduğunu duymak sizi hayal kırıklığına uğrattı. Derinlemesine bir iyileşme zaman alır; ama bugünkü görüşmemizin sonunda kısa vadede faydalı olabilecek bazı stresle başa çıkma tekniklerini birlikte gözden geçireceğiz.

    SALLIE: Tamam, bazı stres yönetimi tekniklerini öğrenmek isterim, ama burada hızlı bir çözümün olmaması beni gerçekten hayal kırıklığına uğrattı. Bu kadar kötü hissetmekten çok yoruldum. Ne bilmek istiyorsunuz?

    TERAPİST: Uzun süredir kendinizi bu kadar kötü hissetmeniz gerçekten çok sarsıcı olmalı. Şu noktada, size en çok yardımcı olabileceğim şeyin Charlie ile yaşadığınız deneyimi daha ayrıntılı dinlemek ve geçmişiniz hakkında biraz daha fazla bilgi edinmek olduğunu düşünüyorum.

    SALLIE: Peki sonra ne olacak?

    TERAPİST: Bu ilk birkaç görüşmeyi genellikle bir istişare süreci olarak değerlendiriyorum. Bu benim sizi daha iyi tanımam ve size yardımcı olup olamayacağımı görmem için bir fırsat. Aynı zamanda siz de benimle çalışmanın sizin için uygun olup olmadığını değerlendirebilirsiniz. Bu üç-dört görüşmenin sonunda, birlikte bu zor durumla ilgili ön bir tedavi planı oluşturabilmiş olmalıyız. Bu size nasıl geliyor?

    SALLIE: Sanırım olur.

    TERAPİST: Konuşurken birkaç not almam sizin için uygun olur mu?

    SALLIE: Tabii. Son birkaç ay hayatımın en kötü dönemiydi.

    TERAPİST: Eğer konuşmak çok acı verici olmayacaksa, bu dönemin hayatınızın en kötü zamanı olmasına neyin neden olduğunu biraz daha anlatabilir misiniz? (Sallie’nin kendi kelimelerini kullanarak çağrışımlarını kolaylaştırır)

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum. Sürekli keyifsizim. Üniversitede ekonomi okuyorum; üçüncü sınıftayım. Normalde çok iyi odaklanabilirim ama haftalardır dikkatimi toplayamıyorum.

    İlk birkaç seans konsültasyon olarak adlandırıldığında, bu görüşmeler belirli bir yapı ve amaca kavuşur. Hastalar ayrıca, bir terapi görüşmesine katılmanın onları uzun soluklu bir tedavi sürecine mecbur bırakmadığını öğrendiklerinde rahatlama hissedebilirler. Üç-dört görüşmeden oluşan konsültasyon formatı ideal olsa da, birçok klinikte terapistlerin yeni bir konsültasyonu tek bir 90 dakikalık seansta tamamlamaları beklenir. Çok seanslı yöntemin sunduğu esneklik olmasa bile, burada açıklanan birçok terapötik yaklaşım yine de etkili bir şekilde kullanılabilir.

    Devam etmekte olan bir psikoterapi sırasında not tutmasam da, konsültasyon sürecinde mevcut başvuruya ve hastanın geçmiş öyküsüne ilişkin önemli bilgileri, ayrıca isim ve tarih gibi ayrıntıları (hastanın söylediklerini kelimesi kelimesine yazmak yerine) not alırım. Bu bilgiler, hastanın öyküsünü tutarlı bir yazılı özet hâline getirmemde bana yardımcı olur. Bu özetin bir kopyasını kendi kayıtlarım için saklarım ve eğer Sallie’yi başka bir uzmana yönlendirirsem, ondan izin alarak bu özetin bir kopyasını ilgili kişiye iletirim.

    Konsültasyon formatı, terapist ile hasta arasında uyumsuzluk olması durumunda her iki taraf için de bir çıkış yolu sunar. (Hasta–terapist uyumu hakkında daha ayrıntılı tartışma için bkz. Bölüm 1.) Eğer hasta terapistle ilişkisinde ciddi biçimde rahatsızlık duyuyorsa, başka bir terapist aramaya teşvik edilir ve bu, terapistin onayıyla gerçekleşir. Bir uzman/konsültan olarak benim sorumluluğum, üç ila dört görüşme sonunda bir tedavi önerisi ve gerekli yönlendirmeleri sunmaktır; ancak konsültasyon süreci tamamlandıktan sonra hastanın terapisti olarak devam etmek zorunda değilim.

    Daha önce de belirttiğim gibi, çoğu hasta konsültasyon formatına iş birliğiyle yaklaşsa da, Sallie Gane gibi pek çok hasta psikoterapinin vaat edebileceğinden daha hızlı bir rahatlama talep eder. Bu tür anlarda terapist adeta bir ipte yürür -hastanın yoğun sıkıntısını kabul eder, kendini bunalmış ve yönsüz hisseden hastaya yardımcı olacak bazı başa çıkma stratejileri sunar (ayrıntılar için bkz. Örnek 3.5), ama aynı zamanda hastaya daha derin bir anlayış ve tatmin duygusunun aceleye getirilemeyeceğini de öğretir. Hastaların sabırsızlığına yanıt olarak, “Bu sorunu ele almaya devam etmek ve beklemeye tahammül etmek zor olabilir, ama karmaşık meseleleri gerçekten anlamak zaman alır. İçgörümüz arttıkça, birlikte makul bir yol haritası oluşturabiliriz,” demenin sayısız yolunu öğrendim.

    Yeni başladığımda, kendi çalışmama güvenmek ve terapinin etkinliğine hastaları ikna etmek benim için zordu; çünkü bu alana henüz adım atmıştım. Kendi psikoterapi sürecimde yaşadığım olumlu deneyim, başkalarını iyileştirme becerime duyduğum güvene doğrudan dönüşmedi. Bu alandaki kuşkuculuğumu süpervizyon sürecinde öğrenimimi yönlendirmek için kullandım. Zamanla, hastalarımda ilerlemeler gördükçe, klinik becerilerime olan güvenim de arttı. Klinik araştırmalar ve deneyimler, terapi doğru bir şekilde uygulandığında hastaların iyileştiğini açıkça göstermektedir. Nasıl ki hastalar terapi sürecinde kendi sorunlarıyla çalışırken sabra ihtiyaç duyuyorsa, aynı şekilde bu zor ama ödüllendirici mesleği öğrenmeye çalışan terapist adaylarının da kendilerine karşı sabırlı olması büyük önem taşır.

    İLK GÖRÜŞMEYİ YÖNLENDİRMEK

    Konsültasyon sürecini yeni bir hastaya açıkladıktan sonra, ilk görüşmeyi yönlendirmek terapistin sorumluluğudur. Pek çok yaklaşımı denedikten sonra, ilk görüşmenin en iyi şekilde; terapötik bir ittifak kurmaya odaklanarak ve gerekliyse intihar riskini değerlendirme sürecini tamamlayarak yürütüldüğüne inanıyorum. Deneyimli süpervizörler sıklıkla, ilk seansın en önemli amaçlarından birinin ikinci seansa zemin hazırlamak olduğunu söyler. Hastam, ilk görüşmede kendini anlaşılmış ve duyulmuş hissetmezse, bir daha geri dönmeyebilir. Terapistin, bir klinikte çalışıyor olması ve uzun bir ilk görüşmede hastanın geçmişine ve mevcut durumuna dair gerekli bilgileri toplaması bekleniyor olsa bile (bkz. Bölüm 4 ve 5), ilk seansın temel hedefleri değişmez: hasta ile bağ kurmak ve onun güvende olduğundan emin olmak.

    Bir psikoterapinin başlangıcında terapötik bir ittifak kurmanın ne kadar önemli olduğunu söylemek kolaydır ancak yeni başladığımda bu tür ifadeler beni rahatsız ederdi çünkü kulağa fazlasıyla belirsiz ve kuramsal gelirdi. Bu hataya düşmemek için, bu bölümün ilerleyen kısımlarında terapötik ittifak oluşturmak için kullanabileceğiniz bazı somut stratejileri ayrıntılı şekilde sunacağım. Öncelikle, bu sürecin nasıl yanlış gidebileceğine dair bazı örneklerle başlayacağım.

    Terapötik bir ittifakı teşvik edebilmek için terapistin duyarlı olması gerekir, ancak bu duyarlılık baskıcı olmamalıdır -ki bunu söylemek, uygulamaktan her zaman daha kolaydır. Yeni başlayan biri olarak, ilk seansı ya fazla pasif bir şekilde yönetmek ya da aşırı yönlendirmek oldukça kolaydır. Şimdi her iki duruma dair birer örnek sunacağım.

    ÖRNEK 3.2

    Terapistin ilk görüşmede aşırı pasif bir tutum sergilemesi

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum… Konsantrasyonum da tamamen bozuldu.

    TERAPİST: Yani, pek iyi beslenemiyorsunuz?

    SALLIE: Evet. Hiç iştahım yok. Kendimi yemek yemeye zorluyorum ama tüm yiyecekler bana talaş gibi geliyor. Çoğu zaman midem bulanıyor. Tek güzel gelen şey dondurma.

    TERAPİST: Hımm…

    SALLIE: Dün akşam üç saat boyunca televizyon izledim ve akşam yemeği olarak bir kutu çikolata parça kurabiyeli dondurma yedim. İğrenç, değil mi? Günün çoğunda kendimi berbat hissediyorum.

    TERAPİST: Evet…

    SALLIE: Geçen hafta tüm gün evde oturup ağladım. Ara ara böyle oluyor. Artık bir şey yapmam gerektiğini fark ettim ve bu yüzden bu randevuyu aldım.

    Örnek 3.2, ilk seansa ilişkin geleneksel psikanalitik yaklaşımı örneklemektedir. Terapist olarak, Sallie’nin çağrışımlarını dinlerken görüşmeyi herhangi bir şekilde yönlendirmekten kaçınırım. Yıllar önce, birçok ilk seans bu yaklaşımla yürütülürdü. Psikoterapist hastaya birkaç soru sorabilir, ancak genel olarak müdahaleyi en aza indirmeye çalışırdı. Hasta ise aklına gelen her şeyi serbestçe ifade ederdi. Kuramsal olarak, terapist hastanın düşünce akışına ne kadar az engel olursa, hastanın bastırılmış önemli materyallere ulaşması da o kadar olası olurdu.

    Bu geleneksel bakış açısına göre, psikanalitik psikoterapistin soru sorması faydalı değil, terapötik süreci bozacak istenmeyen bir etki olarak görülürdü. Terapistin amacı mümkün olduğunca nötr kalmaktı ve bu nedenle boş bir levha [blank slate] metaforu ortaya atılmıştı. Bunun sonucu olarak, en kötü örneklerde bir terapist hastayı yıllarca tedavi edebilir ve eğer hasta kendiliğinden paylaşmadıysa, onun kendine zarar verme dürtüleri yaşayıp yaşamadığını, ciddi bir kafa travması geçirip geçirmediğini ya da çocukken lösemiden iyileşip iyileşmediğini bile bilmeyebilirdi.

    Spontan çağrışım, terapistler için hâlâ son derece değerli bir bilgi kaynağıdır ve özellikle konsültasyon süreci tamamlandıktan sonra ve psikodinamik psikoterapi başladığında kullanılmalıdır (bkz. Bölüm 6 ve 15). Ancak, tanı amaçlı seanslarda tamamen yönlendirmesiz bir yaklaşımı önermiyorum. Ayrıca, serbest çağrışım stratejisi eskiden düşünüldüğü kadar nötr de değildir. Gerçek anlamda bir boş levha olmak imkânsızdır. Aslında, hastasına soru sormayan ya da insani bir biçimde yanıt vermeyen bir terapist, çoğu zaman nötr bir dinleyici gibi değil, tuhaf ya da mesafeli biri olarak algılanır.

    Boş levha yaklaşımından kaçınmaya çalışan bir acemi, ilk seansı önceden belirlenmiş sorular listesini temel alarak fazla yapılandırabilir. Bu strateji anlaşılır bir şekilde fazla yönlendirici olma riskini taşır ve çoğu zaman gerekenden daha fazla kontrolcü bir tutuma yol açabilir.

    ÖRNEK 3.3

    İlk görüşmede aşırı yapılandırılmış bir yaklaşım

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum… Konsantrasyonum da tamamen bozuldu.

    TERAPİST: Yani, beslenme, uyku ve konsantrasyonunuzun hepsi etkilenmiş? Motivasyon sağlamak da bazen zor oluyor mu?

    SALLIE: Evet.

    TERAPİST: Görünüşe göre bu dönem sizin için oldukça zor geçmiş. Hiç umutsuz hissettiniz mi?

    SALLIE: Bazen.

    TERAPİST: Hımm (sempatik bir şekilde). Umutsuz hisseden bazı insanlar sık sık ölümü düşünmeye ya da artık yaşamak istememeye başlar. Bu sizin deneyiminizin bir parçası oldu mu?

    SALLIE: Ah, hayır. Ben Katoliğim. Kendime asla zarar veremem.

    TERAPİST: Yani, hiç kendinize zarar vermeyi düşünmediniz?

    SALLIE: Hayır.

    TERAPİST: Daha önce hiç bu kadar kötü hissetmiş miydiniz?

    Örnek 3.3’teki yaklaşım, bir psikoterapi görüşmesinden ziyade bir dahiliye uzmanı ya da aile hekiminin yaptığı ilk hasta değerlendirmesini andırmaktadır. Belirtiler tanımlanır, şiddetleri netleştirilir ve tanı koymak amacıyla veri toplanır. Soruların çoğu yalnızca kısa, tek kelimelik yanıtlar gerektirir. Terapist, beş nörovejetatif [otonom sinir sistemiyle ilgili] semptomu beş dakikadan kısa sürede tespit ederek olası bir majör depresyon tanısı koyabilecek duruma gelir.

    Bu yaklaşım, görece stabil hastalar için bazı dezavantajlar taşısa da, bazı bireyler için bu görüşme tarzı en uygun yapıyı sunar. Eğer hasta psikotik bir bozukluk, mani, madde kullanımı ya da benzeri bir durum nedeniyle içsel yapısal bütünlükten yoksunsa, yapılandırılmış bir görüşme bu eksikliği dengeleyebilir. Artan yapılandırma, kendini kontrol edemeyen hasta için bir rahatlık kaynağı olabilir. Terapist, bir tanı koyucu gibi davranarak sorunu etkin biçimde netleştirmeye başlayabilir ve acil bir tedavi stratejisi planlayabilir. Bu görüşme tarzı, bir acil servis psikiyatrik değerlendirmesi ya da psikofarmakolojik konsültasyon formatını andırır. (Psikiyatrik bir acil duruma nasıl müdahale edileceği hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 9.)

    Daha yapılandırılmış bir görüşme tarzı, yeni hastam ilk görüşmede dili tutulmuş gibi kaldığında da işe yarayabilir. “Belki de konuşacak bir şey bulmakta zorlanıyorsunuz çünkü bu konu gerçekten rahatsız edici ve karmaşık olabilir. Biraz soluklanalım, bu arada benim ihtiyaç duyduğum bazı bilgileri birlikte tamamlayalım,” gibi empatik bir ifadeyle süreci yumuşatabilir ve ilk seansı hastanın öyküsünü mümkün olduğunca ayrıntılı şekilde toplamak için kullanabilirim.

    Bölüm 4’ün sonuna, edinmek istediğim klinik bilgileri toplamaya yardımcı olabilecek örnek bir anket ekledim. Bu anketi iki farklı şekilde kullandım. Eğer konsültasyon sırasında hastam ne söyleyeceğini bilemez haldeyse, görüşmeyi yönlendirmek için bu anketten yararlanabilirim. Ayrıca, ilk seansın sonunda hastaya bu anketin bir kopyasını verip, ikinci görüşmede ya da öncesinde doldurarak bana geri getirmesini de isteyebilirim.

    Yapılandırılmış görüşmeyi, özellikle dağınık düşünce yapısına sahip hastalar ya da ilk seansta kendiliğinden konuşmakta zorlanan bireyler için nasıl kullanacağınızı bilmek önemlidir. Bununla birlikte, özellikle psikoterapi bağlamında, yoğun bir öykü alma süreci terapötik ittifakın gelişimini engelleyebilir. İdeal olan yaklaşım; dinleme becerisini, hastanın çağrışımlarını takip etme yetisini ve intihar riskini değerlendirme öngörüsünü dengeleyen ilgili ve dikkatli bir tutumdur. Bu denge, hem hastanın güvenliğini korur hem de terapötik ittifakın gelişimini destekler.

    ÖRNEK 3.4

    İlk konsültasyon seansında bilgi toplama ihtiyacı ile terapötik ittifak kurma ihtiyacını dengelemek

    SALLIE: Yani, pek iyi uyuyamıyorum ya da düzgün beslenemiyorum… Konsantrasyonum da tamamen bozuldu.

    TERAPİST: Bu dönemde neler olduğunu biraz daha anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Normalde çok enerjik olurum. Ama artık hiçbir şeyi umursamıyorum. Mesela cumartesi günü odamdan çıkmadım, sadece müzik dinledim. Son zamanlarda tam bir ezik oldum. Hava o kadar güzeldi ki, ben aşk şarkıları dinleyip hüngür hüngür ağladım. Ne hâle geldim!

    TERAPİST: Yoğun bir üzüntü ve sıkıntı hissediyorsunuz. Sizce bu durumu bu kadar zorlaştıran ne oldu?

    SALLIE: En başta, Charlie’nin beni terk etmiş olmasına hâlâ inanamıyorum. PAT! Her şey bir anda oldu. Hiç beklemiyordum. Bana doğru düzgün bir neden de söylemedi. Aslında onu rahatsız eden bir şeyden bahsetmişti…

    TERAPİST: Neydi o?

    SALLIE: Bilmiyorum -belki ses tonumla ilgili bir şeydi. Bazen ona sadece fikrimi söylüyordum ama bana bağırıyormuşum gibi hissettiğini söylüyordu. Bu bana hiç mantıklı gelmiyor. Ben çok hassas biriyim, Charlie ile hep en iyi hâlimdeydim. Ve bu, gerçekten birini bu kadar sevdiğim ilk seferdi. Normalde ilişkileri bitiren hep ben olurum. (Mendile uzanır.)

    TERAPİST: Bu ayrılık sizin için gerçekten çok acı verici olmuş. Bu ne zaman oldu?

    SALLIE: Yaklaşık altı ay önce.

    TERAPİST: Altı aydır süren bir yas… Görüyorum ki Charlie sizin için çok şey ifade ediyormuş. İlişkiyi ve ayrılığı biraz daha anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Onun “o kişi” olduğunu sanmıştım. İlk gördüğüm anda mükemmel gelmişti. İlk dört haftamız harikaydı. Her şeyi vardı -yakışıklı, zeki, komik, nazik. Ama birkaç haftadan sonra eskisi gibi olmadı. Müzik okuyordu ve bu alanın bir geleceği olmadığını düşündüğüm için onu ekonomi bölümüne geçmeye ikna etmeye çalıştım, tıpkı benim gibi. İlk başta ilgileniyor gibiydi ama sonra uzaklaşmaya başladı, mesajlarıma cevap vermemeye başladı. Anlamıyorum çünkü ben sadece ona yardımcı olmaya çalışıyordum ve bunu biliyordu. Belki de sonun başlangıcı buydu. Önerilerime neden bu kadar duyarlı davrandığını anlayamıyorum. Birkaç ay birlikteydik, sonra artık ilgilenmediğini söyledi. Bu çok acımasızcaydı çünkü haftalar önce bana âşık olduğunu söylemişti. Ne yaptım da böyle oldu bilmiyorum, ama kesinlikle her şeyi mahvettim.

    TERAPİST: Bu gerçekten sert bir durum gibi görünüyor. Gelecek vaat eden bir ilişki yürümediğinde bu çok acı verici olabilir. Sanki bu ayrılıktan dolayı kendinizi tamamen suçluyormuşsunuz gibi geliyor. Bunu biraz açar mısınız?

    SALLIE: Eğer gerçekten yetkin biri olsaydım, bu ilişkiyi sürdürebilirdim. Reddedilen kişi olmak çok garip geliyor. Gördüğünüz gibi, normalde ilişkileri bitiren kişi hep ben olurum. Charlie’den önce iki ciddi ilişkim oldu. İyi çocuklardı ama belki fazla iyiydiler. Ne istersem yapıyorlardı ve ben de sıkılıp bitiriyordum. Charlie farklıydı; bağımsızdı. Kendi fikirleri vardı. Ve ben bunu mahvettim, nasıl yaptım bilmiyorum. Ona kariyer tavsiyesi verirken sadece yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama artık hiçbir şeyi doğru yapamıyormuşum gibi hissediyorum. Nasıl oldu da bu kadar iyi bir şeyi berbat ettim?

    TERAPİST: Sanki her şeyin sizin hatanız olduğunu düşünüyorsunuz?

    SALLIE: Evet, tamamen. Bazen bütün gün büzülüp yatmak ve acıdan kaçmak istiyorum.

    TERAPİST: Anladığım kadarıyla çok fazla acı çekiyorsunuz. Bazen bir insan kendini bu kadar umutsuz hissettiğinde, ölümü düşünmeye ya da artık yaşamak istememeye başlayabilir. Bu sizin deneyiminizin bir parçası oldu mu?

    SALLIE: Ah, ben Katoliğim. Kendime asla zarar veremem.

    TERAPİST: Aklınızdan geçti mi peki?

    SALLIE: Birkaç kez. Yani tam olarak değil. Mesela, tatilden dönerken bindiğim uçağın düşmesi ya da sabah uyanamamak pek umurumda olmazdı. Ama kendime asla bilerek zarar vermem.

    TERAPİST: Tam bir değerlendirme yapabilmek için, kendinize zarar verme davranışlarınızı da sormam gerekiyor. Şimdiye kadar çok sıkıntılı olduğunuzda kendinizi kesme ya da kendinize bilerek zarar verme gibi bir davranışta bulundunuz mu?

    SALLIE: Hayır, öyle bir şey yapmadım ve yapmayı da düşünmüyorum. Ama üniversitede böyle yapan bazı insanlar tanıyorum, gerçekten çok kötü hissedince.

    TERAPİST: Yani doğru anlıyorsam, fiziksel olarak güvendesiniz ama yaşadığınız acı çok yoğun. Bu doğru mu?

    SALLIE: Evet, tam olarak öyle.

    Örnek 3.4’te dengeli bir yaklaşım benimsiyorum: Sallie’nin anlatısını takip ediyor, durumuna empatiyle yaklaşıyor ve onun umutsuzluğuna yanıt olarak intihar değerlendirmesini araya yerleştiriyorum. Örnek 3.4, hastanın izinden giderken, Örnek 3.3 bunun tersine hastayı yönlendiren bir yaklaşım sergiler. İntiharla ilgili soru, depresyonun nörovejetatif belirti ve semptomlarının önceden belirlenmiş bir taraması içinde değil de, konuşmanın doğal akışı içinde kolaylıkla yer bulur. Örnek 3.4’te kullanılan bu yaklaşımla, ilk görüşmede psikiyatrik sistem taramasının tamamını gerçekleştiremeyebilirim; ancak Sallie’nin yaşantısını anlatmasına yardımcı olarak onun en acil kaygılarına empatik bir şekilde yaklaşabilirim.

    NASIL DİNLENİR VE TERAPÖTİK BİR İTTİFAK NASIL GELİŞTİRİLİR

    Zamanla, terapötik ittifakı geliştirmeye yardımcı olan bazı özel teknikler öğrendim. İlk olarak, hastanın temel sıkıntısıyla ilgili ayrıntılı sorular sorarım. Eğer hasta bana birkaç bilgi verdikten sonra sözünü yarıda keserse (örneğin: “Erkek arkadaşımla ayrılmamdan dolayı üzgünüm”), öyküyü derinleştirmek için şu tür sorular sorarım: “Bana biraz daha anlatabilir misiniz?” ya da şu tür ifadeler kullanırım: “Lütfen devam edin.”

    İkinci olarak, her hastaya neden tam da bu zaman diliminde terapiye başvurmaya karar verdiğini sorarım. Sallie’nin durumunda, altı aydır acı çekiyor. Peki, onu geçen hafta ya da gelecek hafta değil de, şimdi terapiye gelmeye iten şey neydi? Bu tür bir sorgulamayla, hastanın mevcut içsel çatışmaları ve kaygıları hakkında daha fazla şey öğrenmem neredeyse kesindir.

    Üçüncü olarak, hastanın duygusal bir ifadesini bir soruyla takip etmek uygun gelmiyorsa, onun paylaştığını küçümsemeden, duygunun yoğunluğunu azaltmadan yeniden çerçeveleyen onaylayıcı bir yorumla yanıt veririm. Örneğin, Sallie “Ne yaptığımı bilmiyorum… Tam bir başarısızım!” dediğinde, onun duygusal durumuna odaklanarak bunu adlandırırım: “Bu kendinize karşı oldukça sert bir ifade gibi geliyor. Umut vadeden bir ilişkinin yürümediğini görmek gerçekten çok acı verici. Bu ayrılık sizi bir başarısız gibi mi hissettirdi? Ne demek istiyorsunuz?”

    Empatik bir şekilde dinleyebilme becerisi, etkili bir terapistin sahip olduğu en güçlü araçlardan biridir. Buna rağmen, eğitim yıllarım boyunca empatik müdahale fırsatlarını kaçırdım ve içimdeki “çözüm üretme” dürtüsüne karşı koymakta zorlandım. Defalarca, ağzımdan iyi niyetli tavsiyeler ve moral verici cümlelerle dolu paragraflar döküldü: “İlişkinin yürümemesi sizin suçunuz değildi. Zaten Charlie çok da hoş biri gibi görünmüyordu. Eminim dışarıda birlikte olabileceğiniz daha birçok insan vardır.”

    Eğer “çözüm üretmeye yönelik” ifadeler gerçekten işe yarasaydı, kısa sürede usta bir terapist olabilirdim. Ama bu ifadeler işe yaramaz. Duygusal acıyı küçümsemek ya da kişileri rahatsızlıklarından uzaklaştırmaya çalışmak, aksine duygusal sıkıntıyı daha da artırabilir. Bir terapist olarak, hastamın kendine özgü yaşantısına dikkat kesildiğimde ve onun krizini nasıl çözeceğimi bildiğimi varsaymadığımda en faydalı konumda olurum. Artık, duygusal acıyı küçümsemekten kaçınan empatik dinlemeyi, sıkıntıyı gerçekten hafifletmenin bir yolu olarak görüyorum. Bu araçla, hastam anlaşılmış hisseder -ve bu, iyileştirici güce sahip güçlü bir deneyimdir.

    Terapötik ittifak, hastaya terapistle birlikte ortak bir hedef doğrultusunda çalıştıklarını hatırlatarak da güçlendirilir: Bu hedef, hastanın iyileşmesi, sağlığına kavuşması ya da sorunlarının çözülmesidir. Bu ise, terapi sürecindeki çalışmalara, görev ya da hedeflere atıfta bulunurken biz, bize, bizim gibi birinci çoğul şahıs zamirlerinin kullanılmasıyla sağlanır. (Örnek: “Birlikte yapacağımız çalışma, sizin için en uygun hareket yolunun ne olduğunu bulmak olacak.”)

    Bu strateji, hastaya sorularımı neden sorduğumu açıklayarak daha da pekiştirilir. Örneğin: “Ailenizle ilgili bu soruları sormamın nedeni, şu anda yaşadığınız zorlukları bağlamına oturtmama yardımcı olması ve ayrıca depresyona yatkınlığın kuşaktan kuşağa devam edebilecek bir özellik taşımasıdır.”

    Son olarak, Sallie “burada ve şimdi” bunalmış hissettiğiyle ilgili yardım istediğinde, kısa vadede başa çıkmasına yardımcı olabilecek bazı stres yönetimi teknikleri sunmam faydalı olur. Örnek 3.5’te, bu stratejileri nasıl tanıtabileceğimi gösteriyorum; aynı zamanda daha derin bir anlayış ve iyileşmenin zaman alacağını da kabul ediyorum.

    Bu araçları elimde bulundurarak -hastanın önem verdiği konular hakkında sorular sormak; “neden şimdi?” diye sormak; duygulanımı onaylamak; görüşmeyi “birlikte yürüttüğümüz bir çalışma” olarak çerçevelemek; görüşme sürecini ilerledikçe açıklamak ve Sallie’nin krizle başa çıkmaya yönelik bazı strateji taleplerine yanıt vermek- ilk birkaç seansta terapötik ittifakı geliştirebilirim.

    İNTİHAR EĞİLİMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

    Konsültasyon sırasında hangi tarzı benimserseniz benimseyin, eğer hastanızın kendine zarar verme riski olduğuna dair herhangi bir belirti varsa, ilk görüşmede mutlaka bir intihar değerlendirmesi yapmalısınız. Sallie’nin durumunda, depresyon belirtileri oldukça yoğun olduğu için intihar riskini erken aşamada tarıyorum. Kendine zarar verme riskini artıran diğer etmenler arasında madde kullanımı, psikotik belirtiler, yas süreci, HIV pozitiflik ya da başka bir hastalık, travma, iş kaybı, borderline kişilik bozukluğu, mani, agorafobili panik bozukluk, terk edilme algısı veya boşanma gibi durumlar yer alır.

    Eğer yeni bir hastada kendine zarar verme açısından herhangi bir risk faktörü yoksa ve gelecek odaklı, net bir yönelimi varsa, intiharla ilgili soru sormak, hastanın ihtiyaçlarından çok klinisyenin kendi kaygılarına yanıt niteliğinde olabilir. Ancak, hastanın kendine yönelik yıkıcı dürtüleri konusunda en ufak bir kuşkum varsa, mutlaka sorarım. Birçok intihar riski taşıyan hasta, doğrudan sorulduğunda bu tür yıkıcı dürtüleri dürüstçe paylaşır; ancak çok azı bu bilgiyi kendiliğinden dile getirir. (Hâlihazırda risk altında olan bir hastaya yönelik intihar değerlendirmesinin nasıl yapılacağına dair daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 9.)

    Eğer hastada herhangi bir risk faktörü varsa, intihar değerlendirmesi, psikiyatrik görüşmenin gelecekteki seanslarına ertelenebilecek bir bölüm değildir. Gerçekleşen intiharların büyük bir kısmı, öncesinde bir sağlık uzmanıyla kurulmuş temaslarla birlikte seyreder. Sessiz yardım çağrıları çoğu zaman duyulmaz. Ayrıca, intihara zemin hazırlayan en önemli etkenlerden biri olan depresyon tanısı, ruh sağlığı taramaları konusunda eğitim almamış birçok sağlık çalışanı tarafından sıklıkla gözden kaçırılır. Tüm bu nedenler, ilk görüşmede intihar değerlendirmesinin yapılmasını desteklemektedir. Ancak buna rağmen, terapistlerin bu değerlendirme bölümünü “unutmaları” kolaydır; çünkü bu konu hakkında soru sormak, anlaşılabilir şekilde, rahatsız edici olabilir. Ne var ki, bu kısmı görmezden gelmek ölümcül sonuçlar doğurabilir.

    İLK SEANSIN SONUNDA TEMEL BİLGİLERİN TOPLANMASI

    Sallie ile yaptığım ilk görüşmenin bitmesine yaklaşık 20 dakika kala, bazı stres yönetimi tekniklerini gözden geçiriyor, idari nitelikte bazı temel bilgileri toplar ve ardından seans bitmeden önce konuyu yeniden Sallie’nin temel sorununa getiriyorum.

    Örnek 3.5

    İlk seansın sonunda başa çıkma stratejileri sunmak ve bazı temel bilgileri toplamak

    TERAPİST: Charlie ile yaşadığınız durumun gerçekten zorlayıcı olduğu çok açık.

    SALLIE: Berbat bir dönemdi. Bir dahaki görüşmemize kadar kendimi biraz daha iyi hissetmeme yardımcı olabilecek bazı önerileriniz olduğunu söylemiştiniz?

    TERAPİST: Hatırlattığınız iyi oldu. Bu başa çıkma stratejilerini sizinle gözden geçirmek istiyorum ama aynı zamanda şunu da netleştirmeliyim: Bu öneriler tüm acınızı ortadan kaldıracak güce sahip değiller. Eğer kendinizi kolayca daha iyi hissedebilseydiniz, şu anda burada, benim ofisimde olmazdınız. Kaygılarınızı daha derinlemesine anlamak -ve bu da daha derin bir iyileşmeyle bağlantılıdır- biraz zaman alacak.

    Şunu da eklemek isterim ki, bu önerileri COVID-19 pandemisi sırasında, yani küresel bir durumsal kriz döneminde tavsiye etmiştim; bu önerileri günlük yaşam rutinlerine dahil eden kişiler bunların faydasını gördüklerini söylediler.

    İlk olarak, pek çok insan büyük stres dönemlerinde meditasyonu faydalı buluyor. Bu konuda yardımcı olabilecek birçok meditasyon uygulaması var; isterseniz size bazı somut önerilerde de bulunabilirim. YouTube’da da ücretsiz birçok meditasyon seçeneği bulunuyor.

    SALLIE: Meditasyon hakkında pek bir şey bilmiyorum.

    TERAPİST: Meditasyonu, beyniniz için bir tür yeniden başlatma işlevi gören rehberli bir gevşeme süreci olarak düşünebilirsiniz. Rehberli meditasyonlar size ne yapmanız gerektiğini adım adım anlatır -yani fayda görmek için önceden bir deneyime sahip olmanız gerekmez. Eğer günde 15 dakikanızı ayırmayı taahhüt ederseniz, bu uygulama, bunalmış ve kontrolü kaybetmiş hissettiğiniz anlarda durumu yönetmenize yardımcı olabilir.

    Evde yoga yapmak, günde sadece 15 dakikanızı ayırsanız bile, başka bir seçenek olabilir. Yeni başlayanlara yönelik yoga içerikleri, birçok mobil uygulamada ve YouTube’da mevcut. Bazı okullarda öğrencilere yönelik yoga dersleri de veriliyor.

    SALLIE: Peki ya dersteyken bunalmış hissedersem? YouTube videosunu açıp meditasyon ya da yoga yapamam ki.

    TERAPİST: O zaman, eğer kendinizi savrulmuş ya da kontrolü kaybetmiş hissediyorsanız, sinir sisteminiiz yeniden dengelemek için kutu nefesi [box breathing] yöntemini öneririm. Olağanüstü stres altında kalan birçok kişi -hatta ABD Deniz Kuvvetleri komandoları bile- bu tekniği kullanıyor.

    SALLIE: Kutu nefesi ne demek

    TERAPİST: Kutu nefesinde, önce dört yavaş ve derin nefes alırsınız, sonra o nefesi dört saniye tutarsınız, ardından dört saniyede nefes verirsiniz ve tekrar dört saniye tutarsınız. Bu döngüyü gün boyunca uygulayabilirsiniz ya da sadece gerçekten zor anlarda kullanabilirsiniz. İsterseniz birlikte pratik yapabiliriz

    SALLIE: Hayır, gerek yok. Bu önerilerin bazılarını denemeyi düşüneceğim ama size katılıyorum, bunlar beni eski mutlu halime geri döndürmeyecek.

    TERAPİST: Katılıyorum. Bu stratejiler, son derece zorlayıcı bir dönemde ihtiyaç duyulan bazı başa çıkma desteğini sağlayabilir ama altı aydır süren yoğun bir duygusal sıkıntıyı anlamak ve hafifletmek zaman alır. Zamanla, kendinizi daha derin düzeyde iyi hissetmenize yardımcı olabilecek şeyleri birlikte keşfedeceğiz.

    Şimdi, bugünkü görüşmemizi bitirmeden önce kayıtlarım için bazı bilgileri toplamam gerekiyor.

    SALLIE: Tamam. Bilmeniz gerekenler neler?

    TERAPİST: Öncelikle, adresiniz nedir? [Bu bilgi önceki telefon görüşmelerinde alınmadıysa, ilk seansta mutlaka kaydedilmesi gerekir.]

    SALLIE: Boston’da, 1111 Central Street’te yaşıyorum.

    TERAPİST: Posta kodu nedir?

    SALLIE: Ah, 02114.

    TERAPİST: Eğer size görüşme saatleriyle ilgili bir değişiklik için ulaşmam gerekirse, geçen hafta ofis hattıma bıraktığınız numarayı mı aramalıyım?

    SALLIE: Aslında bana ulaşmanızın en iyi yolu cep telefonum. 617-555-6666.

    TERAPİST: Bu cep telefonunu aramam ya da mesaj bırakmam gerekirse, kendimi doktor olarak tanıtmamam daha mı iyi olur?

    SALLIE: Hayır, sorun değil. Cep mesajlarımı benden başka kimse dinlemez. Ama diğer numaradan aramanız gerekirse, kendinizi doktor olarak tanıtmamanız daha iyi olur. Uygun mu bu?

    TERAPİST: Elbette, hiç sorun değil. Pek çok kişi böyle hissediyor, bu yüzden özellikle soruyorum. Ayrıca, acil bir durumda ulaşabileceğim bir kişinin telefon numarasını da almayı tercih ederim.

    SALLIE: Ne demek istiyorsunuz?

    TERAPİST: Genel olarak, hastalarımın mahremiyetine çok önem veririm. Biri beni arayıp sizin benimle görüşüp görüşmediğinizi sorsa, yazılı izniniz olmadan bu bilgiyi açıklamam. Ancak öngörülemeyen acil bir durum olasılığına karşı, acil bir durumda ulaşabileceğim bir kişiye ait iletişim bilgisine sahip olmak isterim.

    SALLIE: Bence hiç kimseyi aramanız gerekmez ama size ailemin numarasını verebilirim. İsimleri Jane ve Anthony Gane. Rhode Island, Providence’da yaşıyorlar.

    TERAPİST: Ben de acil bir durum olmasını beklemiyorum, ama böyle bir durumda ne tür bir prosedür izlediğimi bilmenizi isterim. Ayrıca eğitimim ve süpervizyonum hakkında da bilgi vermek istiyorum.
    Bildiğiniz gibi burası bir eğitim hastanesi ve ben burada önümüzdeki iki yıl boyunca eğitim alacağım. Burada hizmet almanın avantajlarından biri de, benim gibi eğitiminin bir aşamasında olan terapistlerin deneyimli ve tam yetkin klinisyenlerden düzenli olarak süpervizyon almasıdır. Bu rehberliği alabilmem için süpervizörümle sizinle ilgili bazı bilgileri paylaşmam gerekecek. Bu süreç hakkında bazı sorularınız olması gayet doğal. Bu size nasıl geliyor?

    SALLIE: Bilmiyorum. Konuştuğumuz şeyleri başka birisinin bilmesini istemiyorum.

    TERAPİST: Neyden endişelendiğinizi anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Benim hakkımda ne düşünecekler? Kimsenin özel hayatımı bilmesini istemiyorum.

    TERAPİST: Mahremiyet arzunu anlıyorum. Şunu bilmeniz önemli: Süpervizörlerim, hasta bilgilerini tamamen gizli tutmakla yasal olarak yükümlüdürler.

    Onların sürece dahil olması ikimiz için de faydalı olacak. Onların desteğiyle size en kapsamlı tedaviyi sunabileceğim.

    SALLIE: Başka kimseye anlatmıyorlar mı?

    TERAPİST: Hayır, anlatmıyorlar. Süpervizörümle yaptığım görüşmeler gizlidir ve korunur.

    SALLIE: Daha önce böyle bir şey duymamıştım ama düşününce mantıklı geliyor. Her neyse. Hoşuma gitmedi ama sanırım sorun değil.

    TERAPİST: Bu konuda başka sorularınız olursa, lütfen bana sormaktan çekinmeyin.

    Şöyle diyelim, seanslar arasında benimle iletişime geçmeniz gerekirse nasıl ulaşabileceğinizi de bilmenizi isterim. Sesli mesaj sistemim var ve ayrıca e-posta yoluyla da ulaşabilirsiniz. E-posta ile iletişim kurarsak, yazışmalarımız için ek bir güvenlik katmanı sağlayan güvenli bir portal üzerinden şifreli bir e-posta sistemi kullanıyorum. Bununla birlikte, konuşulacak konu karmaşıksa, e-posta yerine telefonda konuşmak için bir zaman ayarlamanın genellikle daha iyi çalıştığını gördüm.

    Bazen hastalar, güvenli portal üzerinden mesajlara erişimi zorlaştırdığı için şifreli e-posta sistemini kullanmamamı rica ediyorlar. Genel e-posta ise erişim açısından çok daha kolay, ancak o kadar korunaklı değil çünkü hacklenebilir ve sunucular tüm yazışmaların kopyalarını saklar. Size göre hangi e-posta sistemi daha uygun olur?

    SALLIE: Aslında şifreli e-posta iyi bir fikir gibi geliyor, ama fikrimi değiştirirsem size haber veririm.

    TERAPİST: Kulağa iyi geliyor. Hafta içi mesajlarımı ve e-postalarımı günde birçok kez kontrol ederim. Hafta içinde gönderilen mesajlara her zaman 24 saat içinde yanıt vermeye çalışırım. Acil olmayan hafta sonu mesajlarına ise pazartesi günü yanıt veriyorum; bu yüzden en uygun zaman, pazartesi sabahı mesaj göndermek, böylece sıranın önüne geçiyorlar. Hafta sonu acil bir durum olursa, bana mesaj atmak yerine çağrı cihazımdan ulaşmanızı isterim.

    Tüm yeni hastalarla, acil bir durumda bana nasıl ulaşılacağını da gözden geçiririm. Acil bir durumda, lütfen e-posta veya sesli mesaj yerine çağrı cihazımı kullan. Çağrı cihazım 24 saat açık. Her zaman anında cevap veremeyebilirim; bir saat ya da iki saatlik bir gecikme olabilir, ama sessiz ve özel bir yerde olur olmaz size geri dönerim. Eğer acil durum benim dönüşümü beklemeyecek kadar ciddiyse, en yakın acil servise gitmeniz önemli olur.

    SALLIE: Tamam, ama dediğim gibi, gerçek bir acil durum beklemiyorum.

    TERAPİST: Bunu duymak güzel, ama yine de her yeni hastayla bu bilgileri paylaşıyorum, her ihtimale karşı. Şimdi önümüzdeki birkaç hafta için görüşebileceğimiz bir zaman bulalım. Çarşamba günleri saat 16:00 sizin için uygun mu?

    SALLIE: Takvimime bir bakayım. Evet, sanırım bu zaman bana uyar.

    TERAPİST: Muhtemelen bunu biliyorsunuzdur ama, terapi diğer tıbbi randevulardan farklıdır çünkü tam saatinde başlar ve biter. Her seans 50 dakika sürer.

    Sallie: (Başını sallar.) Tamam.

    TERAPİST: Tamam. Sanırım aktarmam gereken idari bilgilerin hepsini konuştuk. Birkaç dakika içinde bitirmemiz gerekecek, ama sana şunu sormak istiyorum: Bu görüşme sizin için nasıl geçti? Bu konuları benimle konuşmak nasıl hissettirdi?

    SALLİE: Bilmiyorum açıkçası. Garip geliyor. Genelde ben daha çok dinleyen tarafım, konuşan değil, ve 50 dakika biraz uzun gelebiliyor.

    TERAPİST: O zaman terapinin alışılmadık gelmesi çok normal. Görüşme boyunca kendinizi rahatsız hissettiniz mi?

    SALLIE: Biraz.

    TERAPİST: Bir yabancıya özel meseleleri anlatmak rahatsız hissettirebilir ve bunu yapmak cesaret gerektirir. Bu rahatsızlık, sizi tekrar gelmekten alıkoyacak kadar mıydı?

    SALLIE: Sanmam. Gerçekten bu konuda yardıma ihtiyacım var ve kendi kendine geçmiyor.

    TERAPİST: Bunları benimle paylaşabildiğinize sevindim. Konsültasyon seansları, ilgili bir arkadaşla ya da akrabayla yapılan bir konuşmadan farklıdır çünkü burada tüm dikkatimizi zini endişelerinize veriyoruz. Bu başta farklı hissettirebilir. Bir sonraki seansımıza kadar bu görüşmeyle ilgili başka duygularınız olabilir ve ben bunları duymayı çok isterim.

    SALLIE: Tamam.

    TERAPİST: Gitmeden önce size, bilgileri daha hızlı toplamamıza yardımcı olacak bir form vereceğim. Dilerseniz doldurup bana posta yoluyla gönderebilir ya da bir sonraki randevuna getirirsiniz. Bu sizin için uygun olur mu?

    SALLIE: Olur.

    TERAPİST: Charlie’yle olanlar, geçmişe dair diğer konulardan daha çok aklınızı kurcalıyor, bunun farkındayım. Kalan zamanı onun hakkında konuşmak için kullanalım.

    Bu bölümde, Sallie’yi bir klinik hastası olarak sunuyorum; bunun amacı, bir hastayla süpervizyon hakkında nasıl konuşulacağını göstermek. Klinik mali konuları yürüttüğü için ücret ve ödeme konularını konuşmam gerekmiyor. Sekizinci bölümde ise Sallie benim özel hastam olarak yer alıyor ve tedavinin başında maddi konuların nasıl ele alınacağını örnekliyorum.

    Bu görüşme sırasında destekleyici bir müdahale [supportive intervention] sunmak faydalı olur. Sallie, gözden geçirilen başa çıkma stratejilerini (meditasyon, yoga ve kutu nefesi egzersizi) takip eden hafta boyunca hemen uygulayabilir. Bu öneriler, yaşadığı acıyı tamamen ortadan kaldırmasa da, mevcut disfori ve anksiyetesini yönetmesine yardımcı olabilir. (Şiddetli sıkıntıyı hafifletmeye yardımcı olabilecek uyumlu başa çıkma becerilerine odaklanan kaynaklar için lütfen “Ek Okumalar ve Kaynaklar” bölümüne bakınız.)

    Örnek 3.5’te gösterildiği gibi, bu seansı Sallie’yi 50 dakikalık seans süresi hakkında bilgilendirmek için kullanıyorum. Bazı terapistler 45 dakikalık bloklar halinde çalışır; bu da kabul edilebilir bir alternatiftir. Seans süresini sürecin başında belirtmenin en kolay yol olduğunu gördüm. Bu açıklama yapılmadığı takdirde, Sallie neden saatin tam bitiminden 10 dakika önce seansı sonlandırdığımı anlayamayabilir.

    İlk konsültasyon görüşmesi, seanslar arasında terapiste nasıl ulaşılabileceğine dair bir bilgilendirmeyi de içermelidir (sesli mesaj, e-posta ve acil durum iletişim bilgileri). Günümüzde birçok terapist, acil durum iletişim numarası olarak görev amaçlı kullandıkları cep telefonu numarasını kullanmakta ve Örnek 3.5’te çağrı cihazı için belirtilen güvenlik kurallarını bu numara için de uygulamaktadır.

    Bu ilk görüşme sırasında, eğer Sallie konuyu açarsa, psikoterapi sürecinde mesajlaşma (texting) hakkında bir konuşma da yapabilirim (psikoterapide mesajlaşma hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 1). E-posta konusunda ise, Sallie’nin tercihlerini hasta dosyasına kaydedebilir ve ilk e-posta alışverişimiz sırasında bu tercihleri onaylayabilirim. Ayrıca, e-posta kullanımına dair riskleri gözden geçiren ve hastanın tercihlerini belirten bir tedavi sözleşmesini de imzalatabilirim. (Bölüm 1, hastalarla e-posta kullanımı hakkında daha kapsamlı bir tartışma içermekte; Terapist Araçları 1.1 ve 1.2, ilk görüşmeden önce hastayla e-posta yoluyla iletişim kuruluyorsa, ilk e-postaya nasıl yaklaşılacağına dair şablonlar sunmaktadır.) Terapist Araçları 3.1 ve 3.2 ise biraz farklıdır; bu araçlar, e-posta kullanımına dair bir tedavi sözleşme şablonu olup, ilk konsültasyon görüşmesinde hastaya sunulabilir.

    Seansın sonlarına doğru, Sallie’nin bu görüşmeyi nasıl deneyimlediğini de soruyorum. Bazen yeni bir hasta bu fırsatı, terapiye dair ambivalansını (ikircikli duygularını) dile getirmek için kullanır; Sallie de böyle yapmıştır. İlginçtir ki, bir hasta belirsizliğini açıkça ifade ettikten sonra ikinci seansa gelme olasılığı aslında artabilir. Sallie’nin etkileşimimiz hakkında açıkça konuşabilme becerisini takdir ederek, bu konuyu gelecekte de konuşabileceğimiz bir zemin yaratmaya çalışırım. Bu ilk görüşmeye dair daha fazla duygusu olabilir ve artık bunları benimle paylaşmak konusunda kendini daha rahat hissedebilir.

    Özetle, başarılı bir ilk seans için dört temel hedefi gerçekleştirmeye çalışırım. Hastanın yaşadığı sıkıntıya empatik bir şekilde yanıt verirsem, konsültasyon sürecini açıklar ve gerekliyse intihar riskini değerlendirir, ayrıca hastayla bir terapötik ittifak kurmaya odaklanırsam, konsültasyon süreci sağlıklı bir şekilde başlamış olur.

    TERAPİST ARACI 3.1

    Şifreli E-Posta Portalı Kullanımına Erişimi Olan Terapist İçin E-Posta ile Tedavi Sözleşmesi


    İnternet üzerinden gönderilen e-postalar, her iki taraf da portal üzerinden şifreleme teknolojisi kullanmadığı sürece güvenli değildir. Şifreleme olmadan gönderilen e-postalara, yalnızca alıcı değil, başka kişiler de erişebilir ve bu durum, bilgilerinizin yetkisiz şekilde kullanılması veya ifşa edilmesiyle sonuçlanabilir. Şifreleme kullanılsa bile güvenli bir portal olmadan, e-posta hizmeti sağlayıcıları bu iletişimleri görüntüleyebilir, kopyalarını saklayabilir ve bu iletiler üzerinde denetim sahibi olabilir. Bu nedenle, güvenli olmayan e-posta ile yapılan yazışmalar, yalnızca randevu ayarlamaları gibi basit konularla sınırlandırılmalı; önemli ve gizli bilgiler bu yolla paylaşılmamalıdır.

    Kliniğimde hasta hasta bilgilerini korumak için bir portal aracılığıyla çalışan bir şifreleme sistemi bulunmaktadır. Bu güvenli sistemi kullanırken, hastaların e-posta yanıtlarımı okuyabilmek için sisteme giriş yapmaları gerekecektir. Portal tabanlı şifrelenmiş e-postalar, temel e-postalara kıyasla biraz daha zahmetli erişim gerektirse de, bu sistem üzerinden alınan ve gönderilen tüm iletişimler güvenli ve koruma altındadır.

    Şifrelenmemiş e-posta da bir seçenektir ancak yukarıda belirtildiği üzere bazı riskler içermektedir.

    Eğer başta şifrelenmemiş e-posta ile başlanırsa, ileride daha şifreli bir formata geçme seçeneği her zaman vardır; bunun tersi de mümkündür.

    E-postalar Pazartesi’den Cuma’ya kadar yanıtlanacaktır. Hafta sonu gönderilen e-postalar Pazartesi günü (ya da Pazartesi bir tatil gününe denk geliyorsa Salı günü) incelenecek ve yanıtlanacaktır.

    E-postalar acil bilgileri paylaşmak için kullanılmamalıdır. Acil klinik ihtiyaçlar için lütfen benimle şu numaradan iletişime geçin: …………………

    …… Yukarıda adı geçen terapistin uygulamasında e-posta yoluyla iletişim kurma konusunda sorular sorma fırsatım oldu.

    ……. Yukarıda belirtilen riskleri ve diğer bilgileri anladım ve terapistimle e-posta yoluyla iletişim kurmak istiyorum.

    Şifrelenmemiş e-postayı tercih edin: İmza / Tarih

    YA DA

    Şifresiz e-posta tercih ediyorum: İmza / Tarih

    Adı Soyadı [printed name]: ………… E-posta:………………………………………..

    Bu formu hastaya verdim ve tüm sorularını yanıtladım.

    Terapistin adı-soyadı ve imzası:


    Bu materyal, Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why? (İkinci Baskı) adlı kitaptan alınmıştır. Yazarları Suzanne Bender ve Edward Messner’dır. Telif hakkı © 2022 The Guilford Press’e aittir. Bu metni paylaşma amacınız kişisel kullanım veya danışanlarla kullanım içinse, kitapta belirtilen telif hakkı koşulları dahilinde bunu yapma hakkınız bulunmaktadır.

    TERAPİST ARACI 3.2

    Terapistin Şifreli E-posta Portalı Olmadığı Durumlar için E-posta İletişim Sözleşmesi


    İnternet üzerinden gönderilen e-postalar, her iki taraf da bir portal aracılığıyla şifreleme teknolojisi kullanmadığı sürece güvenli değildir. Şifreleme olmadan, e-posta gönderilen kişi dışında başka bireyler de bu e-postalara erişebilir ve içeriği okuyabilir; bu da bilgilerin izinsiz kullanımı ya da ifşasıyla sonuçlanabilir. Portal kullanılmaksızın yapılan şifrelemelerde dahi, e-posta sağlayıcıları bu yazışmalara erişebilir, bunları saklayabilir ve üzerinde kontrol sahibi olabilir. Bu nedenlerle, güvenli olmayan (şifrelenmemiş) e-postalar, yalnızca randevu planlama gibi basit konularla sınırlandırılmalı ve önemli ya da gizli bilgilerin paylaşımı için kullanılmamalıdır.

    Ne yazık ki, şu anda özel bir portal üzerinden çalışan şifreli bir e-posta sistemine erişimim bulunmamaktadır.

    Benim uygulamamda e-postalar Pazartesi’den Cuma’ya kadar yanıtlanır. Hafta sonu gönderilen e-postalar Pazartesi günü (veya Pazartesi bir tatil gününe denk geliyorsa Salı günü) gözden geçirilir ve yanıtlanır.

    E-postalar acil bilgileri paylaşmak için kullanılmamalıdır. Acil klinik ihtiyaçlar için lütfen benimle şu numaralı telefondan iletişime geçin: ……..

    Eğer herhangi bir noktada portal kullanan bir şifreleme seçeneği olmaksızın e-posta yoluyla iletişim kurmaktan kendinizi rahat hissetmezseniz, seanslar arasında iletişim kurmak için telefon kullanırız.

    …… Yukarıda belirtilen terapist/uygulama ile e-posta yoluyla iletişim kurma konusunda soru sorma fırsatım oldu.

    …… Yukarıda belirtilen riskleri ve diğer bilgileri anlıyorum ve terapistimle e-posta yoluyla iletişim kurmak istiyorum.

    Fikrimi değiştirebilir ve dilediğim zaman e-posta yoluyla iletişimden vazgeçebilirim.

    İmza/Tarih

    Adı Soyadı [printed name]: ………… E-posta:………………………………………..

    Bu formu hastaya sundum ve tüm sorularını yanıtladım.

    Terapistin adı-soyadı ve imzası:


    Bu metin, Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why? (Second Edition) adlı kitaptan alınmıştır (Yazarlar: Suzanne Bender & Edward Messner, © 2022 The Guilford Press). Kitabın satın alanlara özel olarak, kişisel kullanım veya hastalarıyla kullanmak üzere çoğaltma izni verdiğini belirten telif hakkı açıklaması yapılmış. Ayrıca, kitabın içindekiler tablosunun sonundaki kutucuktan materyallerin büyütülmüş versiyonlarının indirilebileceği de belirtilmiş.

  • İlk Anlar (2. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Bir Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 2. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Psikoterapi konsültasyonunun/değerlendirmesinin [consultation] ilk görüşmesindeki ilk izlenimler önemlidir. Terapist, yeni hastayı, mahremiyetini/gizliliğini [privacy] koruyacak şekilde karşılamalıdır. Seans, konuşmayı kolaylaştıracak açık uçlu bir soruyla başlatılır.

    GİRİŞ

    Sallie Gane kliniğe girişini yaptırır ve ortak bekleme alanına oturur. Randevusundan 20 dakika erken gelmiştir. Gergin bir şekilde bir haber dergisi alır ve hızlıca sayfalarını karıştırır. Ben ise içimden geri saymaya başlarım: Saat 14.00’e 10 dakika, 14.00’e 5 dakika…

    İlk hastalarımla çalışırken kendimi bir klinisyenden çok bir sahtekâr gibi hissediyordum. İlk görüşmelere önceden hazırlanamıyor oluşum beni çok rahatsız ediyordu. Selamlaşma kısmını planlayabiliyordum, ama hastanın ne söyleyeceğini duymadan seansın geri kalanını kurgulamak imkânsızdı. Yeni bir terapist olarak, ilk seans planımı Dr. Messner ile gözden geçiriyordum.

    Açıkçası, onunla bu konuyu bu kadar uzun süre tartışacağımı beklememiştim. “Dr. Messner,” diye başlamıştım, “Bekleme odasında hastamın adını çağıracağım ve birlikte ofise yürüyeceğiz, ama sonra ne yapacağım?” Soruma hemen cevap vermedi, duraksadı. Bunun yerine, mevcut eylem planımın hastamın gizliliğini yeterince koruyup korumadığını tartıştık. Hastanın daha ofise girmeden önce gizliliğin terapötik bir mesele olabileceğini hiç düşünmemiştim.

    Dr. Messner’ın açıkladığı gibi, bir hastanın gizliliğini korumak her şeyden önce bir öncelik olmalıdır. Ortak bir bekleme alanında hastamın adını yüksek sesle çağırmak, kimliğini koruma görevimi yerine getirmemiş olacağım anlamına gelirdi. Psikoterapinin başarılı olabilmesi için, terapistin tedavinin başladığı andan itibaren hastanın gizliliğine saygı duyarak onu koruması ve böylece hastanın güvenini kazanması gerekir.

    Dr. Messner, bekârlık yeminini sorgulamakta olan ve kilisedeki gelecekteki rolünü netleştirmek için psikoterapiye gelen bir rahibi tanıyordu. Rahip, sivil kıyafetler giymişti ve randevusunu beklerken bir kadınla el ele tutuşuyordu. Psikoterapisti ortak bekleme alanına girip ona “Merhaba, Peder” diye seslendi. Bekleme salonundaki düşük düzeyli uğultu kesildi; insanlar bakakaldı ve fısıldaşmaya başladılar. Terapistin görünüşte masum olan bu selamı, en hafif ifadeyle utanç vericiydi; en kötü ihtimalle küçük düşürücüydü: Yeni kurulan bir ilişkiye güven aşılamak için pek de iyi bir başlangıç değildi.

    Benzer bir hataya düşmemek için, Dr. Messner hastamla buluşurken adını yüksek sesle söylemeden kendimi tanıtmamı önerdi. Bu strateji sayesinde, bekleme alanındaki biriyle dolaylı bir bağlantısı olabilecek hastanın kimliğini koruyabilirdim. Böylece, Sallie’nin psikiyatrik görüşme arayışı da gizli kalırdı. (Gizlilik konusunun daha ayrıntılı tartışması için bkz. Bölüm 11.)

    ÖRNEK 2. 1

    Hastanın gizliliğini koruyan bir tanışma yöntemi

    Sallie Gane şu anda bekleme odasında, beklenti içinde oturmaktadır. Diğer dört kişi başka klinisyenleri beklemektedir.

    Sallie’nin kaydını yapan sekreterden bana onu göstermesini istiyorum. Henüz onun yeni hastam olduğunu doğrulamadığım için temkinli bir şekilde yaklaşıyorum.

    TERAPİST: Affedersiniz, kimi bekliyorsunuz?

    SALLIE: Dr. Bender?

    TERAPİST: Merhaba, ben Dr. Bender. Sizi ofisime götüreyim.

    SALLIE: Teşekkürler. Ben Sallie.

    Eğer Sallie, ben kendimi tanıttıktan sonra, kendini kendiliğinden tanıtmasaydı, ofise geçtikten sonra kimliğini şu şekilde doğrulayabilirdim: “Adınız neydi?” ya da “Affedersiniz, isminizi alamadım…”

    İlk izlenimde, Örnek 2.1 bana adeta bir tanışma jimnastiği gibi gelmişti. Dr. Messner’ın açık ve duyarlı açıklaması için kendimi minnettar hissetmedim. Aksine, fazlasıyla karmaşık ve kısıtlayıcı gelen bu öneriye karşı bir direnç geliştirdim. Diğer birkaç süpervizöre de bu yaklaşıma katılıp katılmadıklarını sordum. İlginç bir şekilde, bu konuda hepsi tamamen hemfikirdi. Önce gizlilik… ve daima gizlilik, dediler.

    Yine de kendimi huzursuz hissediyordum. Bu yeni kurallarla birlikte adeta sosyal bir sıkı disiplin içine sokulmuş gibiydim. Sallie’nin bu özel olarak kurguladığım tanışma biçimini son derece garip bulacağından emindim. Ayrıca, dolu bir bekleme odasında ayakta durup “Beni görmek için gelen var mı?” diye sorduğumda kimsenin cevap vermemesiyle oluşacak o garip anları da kafamda canlandırıyordum. Bu kadar törensel davranmak bana doğal gelmiyordu. Bir başka endişem daha vardı: Eğer selamlaşmayı bile süpervizyon olmadan nasıl yapacağımı bilemiyorsam, tüm bir seansta ne gibi zararlar verebilirdim? Bu yabancı yaklaşıma alışmam için birkaç derin nefes ve bazı katartik dertleşmeler eşliğinde stajyer arkadaşlarımla yapılan yakınma seansları gerekti.

    Psikoterapi öğrenmeyi yeni bir spor öğrenmeye benzetmek faydalı oldu. Basketbol gibi yeni bir oyuna başladığınızda, topu sektirmek ve potaya atmak başlangıçta çok garip gelir. Hareketler doğal hissettirmez, çünkü gerçekten doğal değildirler; ama oyunu iyi oynayabilmek için gereklidirler. Psikoterapideki hareketler -örneğin bir hastayla tanışma şekli- gündelik dili farklı bir biçimde kullanmayı içerir. Başlangıçta bu tür uygulamalar kısıtlayıcı, hatta biraz garip gelebilir ancak psikoterapi bağlamında bunlar yerindedir ve gereklidir.

    Dr. Messner’ın tavsiyesine uydum ve gerçek hastalarımın yeni selamlaşma biçimime şaşkın bakışlarla ya da “Siz kimsiniz?” ifadeleriyle tepki vermemesine şaşırdım. Aslında, bazı tedavilerin, eğer en başından itibaren hastanın gizliliğini dikkatle korumasaydım, ciddi sorunlarla karşılaşabileceğine dair net bir farkındalığım oluştu. Başlangıçta garip bir selamlaşma ritüeli gibi gelen şey zamanla doğal ve olağan hissettirmeye başladı. Psikoterapideki pek çok müdahale buna benzer: İlk başta rahatsız edici ve yapay gelir, ama zamanla hem işe yarar hem de kolaylaşır.

    HASTAMA NASIL HİTAP ETMELİYİM?

    Bekleme odasında hastamın adını yüksek sesle çağırmadığım için, hastama ismiyle mi yoksa soyadıyla mı hitap edeceğim sorusu psikoterapide ilk anda doğrudan gündeme gelmez. Yine de, bu konu hakkında daha ilk “merhaba”dan itibaren bilinçli bir şekilde düşünmek faydalıdır.

    Kendi yaşımda olan Bay Jim Smith’e ismiyle mi yoksa soyadıyla mı hitap etmeliyim? Benden on yaş büyük olan ve kendisi de bir hekim olan hastama Dr. Powell mı demeliyim, yoksa Julie mi? Benden oldukça genç bir yetişkin olan Sallie’ye nasıl hitap etmeliyim? Her yaklaşımın artıları ve eksileri nelerdir? Bu soru basit gibi görünse de, cevabı şaşırtıcı derecede çok yönlüdür. Kesin doğru bir yanıt olmasa da, hangi hitap biçimi seçilirse seçilsin, bu karar bilinçli ve düşünülmüş olmalıdır.

    Bir psikoterapist olarak, bir hastanın en mahrem sırlarına vakıf olurum; ancak ne bir aile üyesiyimdir ne de yakın bir arkadaşı. Hastayla etkileşimlerim bütünüyle profesyonel olsa da, onun yaşadığı zorluklara dair ayrıntılı özel bilgilere ulaşırım. Terapinin işlevsel olabilmesi için, bu sınır ve yakınlık ikiliği arasında dikkatle manevra yapmam gerekir.

    Bir hastaya nasıl hitap ettiğim, klinik açıdan önemli sonuçlar doğurabilir. Adıyla hitap etmek, psikoterapi sürecindeki önemli sınırları bulanıklaştırabilir. Soyadıyla hitap etmek ise hastada mesafeli ve kopuk bir his yaratabileceği gibi, bunun aksine, ilişkinin özel niteliğini olumlu biçimde de vurgulayabilir. (Hastanın terapiste nasıl hitap edeceği ise doğal olarak bundan sonra gelir ve bu durum eğitim, unvan ve kişisel tercihlere göre değişir.) Terapistler olarak nihai amacımız, sınırların korunduğu, açık ve güvenli bir terapötik ortamı en çok destekleyen şekilde hastaya hitap etmektir.

    Bir terapist olarak tercihlerim yıllar içinde değişti. Örneğin, daha genç bir kadınken, hastaların çoğuna soyadıyla hitap etmek benim için önemliydi. Bu resmiyet, tedavi ilişkisi içindeki profesyonel sınırı pekiştiriyor ve özellikle erkek hastalarla bu sınırın korunması bana daha da önemli geliyordu. Yaş aldıkça, daha genç hastalara isimleriyle hitap etme konusunda kendimi daha rahat hissediyorum; artık 50’li yaşlarımda, 30’lu yaşlarımda sahip olmadığım bir yaş ve deneyim zırhını terapi çerçevesine taşıyorum.

    Bazı terapistler, ilk görüşmede hastalarına nasıl hitap edilmeyi tercih ettiklerini sorabilirler. Bu yaklaşım, açık ve doğrudan olması açısından avantaj sağlar; ancak aynı zamanda hastanın sınırlarının sağlıklı olduğunu varsayar ve terapistin ileride daha resmi bir etkileşim tarzı isteyebileceğini göz ardı eder. Örneğin, “Tom Baker” adlı erkek bir hasta, kadın terapistine karşı yoğun bir erotik aktarım geliştirebilir; böyle bir durumda terapist ona “Tom” yerine “Bay Baker” şeklinde hitap ederek ilişkiye daha profesyonel bir çerçeve kazandırmayı dileyebilir.

    Bir başka seçenek olarak terapist, tedavinin başında daha mesafeli bir duruş benimseyebilir ve ilişki geliştikçe daha rahat bir yaklaşıma geçme seçeneğini elinde tutabilir. Ben bu uygulamayı tercih ediyorum; çünkü resmiyetten daha samimi bir tarza geçiş yapmak, kaybedilmiş bir resmiyeti sonradan yeniden tesis etmekten daha kolay geliyor.

    Her hastaya nasıl hitap edeceğime karar vermek için acele etmeme gerek yok; çünkü hastanın adını kullanmamı gerektiren çok fazla an yok. Hastayı telefonla aradığımda, genellikle adını ve soyadını birlikte kullanırım ve tercih ettikleri zamirleri bilene kadar Bay, Bayan ya da Mx. gibi unvanlardan kaçınırım. E-postalar ise daha zorlayıcıdır. Bazı meslektaşlarım, hastanın adını belirtmeden yalnızca basit bir “Merhaba” ile e-postaya başlayarak bu konudan kaçınırlar. Ben de hastaya nasıl hitap edeceğim konusunda gerçekten kararsızsam, bazen bu yolu tercih edebilirim. Ancak genelde içgüdülerime güvenirim: Genç hastalara isimleriyle, daha yaşlı hastalara ise daha resmi bir biçimde hitap ederim. Bazı yaşlı hastalar, bu şekilde kendilerine gösterilen saygıyı takdir edebilir. Genç hastalar ise genellikle daha az resmi bir tutuma sahiptir; bu nedenle fazla mesafeli bir yaklaşım, terapi sürecinde onları rahatsız edebilir.

    Her bölgenin kendine özgü kültürel normları da vardır. Daha muhafazakâr bir toplulukta, hastaya daha resmi bir şekilde hitap etmek en doğal yaklaşım olabilir. Buna karşılık, daha ilerici bir bölgede soyadıyla hitap etmek garip ve mesafeli hissedilebilir; bu durumda hastaya adıyla hitap etmek daha uygun ve rahatlatıcı bir tercih olabilir.

    Eğer bir hasta özellikle adıyla hitap etmemi isterse, büyük çoğunlukla bu talebe memnuniyetle uyarım. (Not: Bu yalnızca benim bakış açım. Çok saygı duyduğum bir meslektaşım yakın zamanda tüm yaş gruplarından hastalarına soyadıyla hitap ettiğini ve yeni hastalara bunun tedaviye en çok saygı gösteren yaklaşım olduğunu düşündüğünü açıkladığını paylaştı.) Hasta kendisinden bir takma adla söz ediyorsa (“Samantha” yerine “Sam” gibi), hangi ismi tercih ettiğini netleştiririm. Genellikle benim görüşüm, bir kişinin nasıl hitap edilmek istiyorsa o şekilde çağrılma hakkı olduğudur -nadir istisnalar dışında. Erotik aktarım yaşayan ya da sınırları çok zayıf olan hastalarda, isimle hitap etmeyi kibarca reddedebilir ve şöyle açıklayabilirim: “Terapi, daha resmi bir yaklaşımla daha sağlıklı işler.”

    Şimdi, bekleme odasındaki Sallie’ye geri dönelim…

    Sallie Gane ayağa kalkar. Ben gülümserim, o da karşılık verir. Elini uzatır. Peki, tokalaşmalı mıyım?

    Bazı geleneksel psikoterapistler, terapist ile hasta arasında tanışma amacıyla yapılan basit bir tokalaşmanın bile uygun olup olmadığını sorgularlar. Ancak tokalaşma, Amerikan kültüründe oldukça kabul görmüş bir selamlaşma biçimi olduğundan, bundan kaçınmak hasta tarafından reddedilme gibi algılanabilir. Üstelik tokalaşma, size sözsüz bazı bilgiler de sunar: Hasta elini rahatça mı uzatıyor, yoksa temkinli mi? Tutuşu sıkı mı, gevşek mi? İlginç bir not: Psikoterapide her tür fiziksel teması en aza indirmeye çalışıldığı için, bu tokalaşma belki de hasta ile kurduğunuz ilk ve son fiziksel temas olabilir -tedavi bitiminde el sıkışarak veda etmediğiniz sürece.

    İlk olarak ben mi elimi uzatmalıyım? Bu sorunun kesin bir doğru cevabı olduğunu düşünmüyorum, ancak şahsen tokalaşmayı başlatmamaya karar verdim. Bu ilk anlarda yeni hastam hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve belki de tokalaşmaktan kaçınmayı tercih ediyor olabilir -bu tercih, COVID-19 pandemisinden bu yana daha yaygın hale geldi. Gelecekteki terapi etkileşimlerine zemin hazırlamak adına, en temel “merhaba”da bile hastanın öncülüğünü takip etmeyi tercih ediyorum.

    Sallie’yi ofisime yönlendiriyorum. Genellikle benim oturduğum koltuğa doğru ilerliyor; koltuğun ayağının yanında açıkça görünen sırt çantam duruyor. Peki, ne yapmalıyım?

    Tanışmaları nasıl kurgulayacağıma dair beklenmedik ve ayrıntılı öneriler aldıktan sonra, başka hangi öngörülmemiş klinik durumlarla karşılaşabileceğimi düşünmeye başladım. Belki de hastanın, terapistin önceki planlarından bağımsız olarak, ofiste istediği sandalyeye oturmasına dair özel bir kural vardı. Neyse ki, gizlilikle ilgili olmayan klinik durumlara genellikle sağduyu ile yaklaşmak en iyisidir. Bu durumda sizin için terapist olarak koltuğunuzda rahat hissetmeniz ve masanıza, telefonunuza, not defterinize, bilgisayarınıza veya diğer eşyalara kolayca erişebilmenizdir. Eğer kendimi yukarıda tarif edilen durumda bulsaydım, uygun olan sandalyeyi işaret edip Sallie’yi nazikçe yönlendirerek şöyle diyebilirdim: “Şu koltuğa geçebilir misiniz lütfen?” ya da “Lütfen şuraya oturun.”

    OFİSİ DÜZENLEMEK

    Psikoterapistlerin genel giderleri oldukça azdır. Bu tür bir terapi uygulamak için gerçekten ihtiyacım olan tek şey dört duvar, birkaç sandalye ve bir telefon.

    Terapistler, kendi kültürlerine ve tarzlarına bağlı olarak ofislerindeki sandalyeleri farklı mesafelerde düzenlerler. Eğer hasta ve ben yanlışlıkla birbirimizin ayaklarına çarpabilecek kadar yakınsak, bu mesafe fazla dar demektir. Çalıştığım hasta grubuna bağlı olarak, odayı kapıya daha yakın oturabileceğim şekilde düzenleyebilirim; bu da fiziksel olarak tehditkâr hale gelebilecek bir durumda hızlı bir çıkış olanağı sağlar. Umarım ofisimden hiç kaçmak zorunda kalmam, ancak acil bir durumda bu yerleşim kolay bir çıkışı mümkün kılar.

    Bir masanın üzerinden konuşmak fazla resmi olabilir ve samimi bir konuşmayı kolaylaştırmaz; hasta, amirine rapor veren bir çalışan gibi hissedebilir. Ancak hasta masanın ucuna oturur ve ben de masanın köşesinden onunla konuşursam, bu düzeni kendi lehime kullanabilirim. Bu yerleşim daha rahat bir atmosfer sunar ve bazı hastalar için açık alanda doğrudan yüz yüze oturmaktan daha az tehdit edici hissedilebilir.

    Pek çok sağlık profesyonelinin masa başında aile fotoğraflarını sergilemesinin aksine, psikoterapistler genellikle kişisel fotoğrafları açık alanda bulundurmaktan kaçınırlar. Kişisel hatıralar, hastanın mahrem sorunlarından dikkati uzaklaştırır ve hastanın kendi deneyimlerine odaklanmasını, utanç verici ya da acı verici konuları dile getirmesini zorlaştırabilir. Aile fotoğrafları ayrıca hastanın merakını cezbederek, terapistin daha fazla kişisel bilgi paylaşmaktan kaçındığı bir ilişkide tutarsız bir mesaj iletebilir.

    Pek çok psikoterapist, psikoterapiyi ev ofisinde [home office] yürütür; ancak profesyonel alanı kişisel eşyalarla dekore etmez. Buna rağmen, meraklı hastalar ev ortamına dikkatle odaklanır; araba yolundaki araçların türünü, diğer odalardan gelen sesleri ve mutfaktan gelen kokuları fark ederler. Ev ofisi, kolaylık ve vergi avantajları sağlasa da, özellikle yeni başlayan bir terapist için önemli bir zorluk teşkil eder.

    Ofisinizi nasıl dekore edeceğiniz tamamen size bağlıdır. Ancak açık nedenlerle, şiddet içeren, cinsel ya da rahatsız edici temalara sahip görsellerden kaçınmak tercih edilir. Daha nötr sanat eserleri dikkat dağıtmaz ve ortamı daha dengeli kılar. Terapist ofisleri birbirinden oldukça farklıdır; dekorasyon tarzı, terapistin ilgi alanlarına ve geçmişine göre büyük çeşitlilik gösterir. Avrupa’daki tarihi yapıların çizimlerinin sergilendiği, yerel yaban hayatı koruma alanlarının büyük boy kişisel fotoğraflarının asıldığı ya da halk ve etnik sanat koleksiyonlarının bulunduğu ofisler gördüm -bunlar sadece birkaç örnek. Bir başka terapist ise hastanın oturduğu sandalyenin karşısındaki duvarı özellikle boş bırakıyor; dikkat dağılmasını en aza indirmek için. Açıkça görülüyor ki ofis oluşturmanın tek bir doğru yolu yok; önemli olan, sizin kendinizi rahat hissedeceğiniz bir alan yaratmanızdır.

    İLK SEANSIN İLK BİRKAÇ ANI

    Sallie Gane sandalyesine yerleşir ve hapşırır. Bana beklentiyle bakar; başlamamı beklemektedir.

    Terapi ilerledikçe hasta aklından geçenleri kendiliğinden anlatmaya başlayacaktır; ancak ilk seansta nasıl başlayacağını bilemeyen bir hastayla süreci başlatmak benim sorumluluğumdadır. Seansa başladığım ilk soru, bu ilk görüşmenin tonunu belirleyecektir. Aşağıda yer alan başlangıçların hiçbiri “kötü” değildir ancak bazıları konuşmayı diğerlerine göre daha kolay ve verimli biçimde başlatır.

    ÖRNEK 2. 2

    Seansa, iş birliğinden çok ataerkil [paternalistic] bir ilişki kurabilecek bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Size nasıl yardımcı olabilirim?

    SALLIE: Aslında bilmiyorum. Bir arkadaşım terapiye gitmem gerektiğini söyledi, ama sanırım pek bir sorunum yok.

    TERAPİST: Öyleyse neden buradasınız?

    “Size nasıl yardımcı olabilirim?” sorusu ilk bakışta nötr ve sade bir açılış gibi görünebilir; ancak bu soru, terapistin sağlayamayabileceği uzun süreli semptomlara yönelik hızlı bir rahatlama vaadini örtük biçimde içerebilir. Bu tür bir giriş, bağımlılığa ya da ataerkil bir ilişkiye zemin hazırlayabilir -hasta, gerçekte yürütülecek olan süreçten farklı bir terapi beklentisine girerse, bu durum istenmeyen bir regresyona (gerilemeye) yol açabilir.

    Psikoterapi, terapistin pasif bir hastaya iyileştirici bir iksir sunmasıyla etkili hale gelmez. Aksine, tedavinin gücü, terapist ile hasta arasındaki iş birliğinde yatar; burada hasta, ele alınan konuya dair kendi deneyiminin uzmanı olarak aktif bir rol üstlenir.

    Pek çok tıbbi tedavinin aksine, psikoterapi genellikle yavaş ilerleyen bir süreçtir ve “İki tane al, sabah beni ara” modeliyle işlemez. Duygusal acıyı hızla dindirecek, istikrarlı bir romantik ilişki sağlayacak ya da kariyer motivasyonu kazandıracak sihirli bir iksir yoktur. Gerekli durumlarda reçete edilen psikiyatrik ilaçların bile çoğu hemen etkili olmaz. Elbette, hastaların çoğu hızlı bir çözüm umar; ancak bu genellikle mümkün olmadığından, daha nötr bir başlangıç sorusu genellikle daha uygundur.

    İşte sorun yaratabilecek başka bir açılış örneği:

    ÖRNEK 2. 3

    Seansa, hastayı savunmaya geçirebilecek bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Sizi rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Yani, bilmiyorum. Fena hissetmiyorum. Aslında o kadar da kötü değilim. Son zamanlarda okulda biraz sorun yaşadım ama belki de bu çok sıra dışı bir şey değildir.

    “Size ne rahatsızlık veriyor?” ya da bunun bir benzeri olan “Sorununuz nedir?” gibi sorulara, hastalar genellikle sıkıntılarını küçümseyerek yanıt verme eğilimindedir. Ruh sağlığı tedavisine dair damgalanmaya karşı hassas olan hastalar için, bu masum görünen soru bile incitici ve utandırıcı bir etki yaratabilir. Bu nedenle, duygusal bir yönlendirme içermeyen bir açış sorusu tercih edilmelidir.

    ÖRNEK 2. 4

    Seansa, konuşmayı kolaylaştırabilecek bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Sizi buraya getiren şeyin ne olduğunu anlatabilir misiniz?

    SALLIE: Annem! Sürekli profesyonel yardım almam gerektiğini söylüyor.

    TERAPİST: Bu rahatsız edici olabilir. (Annesiz) Sizi neden rahatsız etmeye devam ediyor?

    Her ne kadar pek çok hasta “Sizi buraya getiren şey nedir?” sorusuna olumlu yanıt verse de, Örnek 2.4’teki Sallie gibi bazıları bu soruyu dışsallaştırma fırsatı olarak kullanabilir. Örneğin: “Benim bir sorunum yok. Annem terapiye gelmemi istediği için buradayım.” Diğer hastalar içinse bu tür bir açış tehdidkâr hissedebilir; çünkü terapistin daha “merhaba” demeden doğrudan konuya girmek istediğini ima ediyor olabilir.
    Örnek 2.4’te Sallie’nin ifadesine empatik bir şekilde yanıt verir ve onun yönlendirdiği biçimde devam ederim. Eğer Sallie için kendi sorunlarından çok annesinin kaygılarından bahsetmek daha kolay ise, başlangıçta odak noktam da bu olur.

    İşte savunmaya yol açmaktan kaçınan, denenmiş ve güvenilir bir açış sorusu:

    ÖRNEK 2. 5

    Seansa, savunmayı tetiklememesi muhtemel bir ifadeyle başlamak

    TERAPİST: Nasıl başlamak istersiniz?

    SALLIE: Umm, yani… neden burada olduğumu mu kastediyorsunuz?

    TERAPİST: Evet, olabilir. Bana ne anlatmak istersiniz?

    SALLIE: Yani, bilmiyorum… Sanırım hayatım son zamanlarda biraz darmadağın.

    TERAPİST: (endişeli bir bakışla) Nasıl yani?

    SALLIE: Altı ay önce biri benden ayrıldı ve zamanla daha iyi hissetmem gerekirken, aksine, gittikçe daha kötü hissediyorum. Onu düşünmeden duramıyorum. İlişkinin çok iyi gittiğini düşünüyordum ama bir anda bitirdi. Hâlâ ne olduğunu anlayabilmiş değilim.

    TERAPİST: Ayrılık beklenmedik miydi?

    SALLIE: Tamamen! Hiçbir uyarı yoktu.

    Örnek 2.5’teki açış sorusu, sunulan seçenekler arasında en az yönlendirici olanıdır; ancak yeni başlayan bir terapist için aynı zamanda en garip hissedilebilecek olanıdır. Psikoterapiye özgü diğer “hamleler” gibi, bu da biraz pratikle birlikte daha doğal ve rahat gelecektir. Ayrıca, “Sizi buraya getiren şey nedir?” gibi daha doğrudan bir sorunun savunmacı bir tepkiyle karşılandığı durumlarda, etkili bir yedek seçenek olarak da kullanılabilir.

    Tebrikler! Artık ilk hastanızla tanışmaya ve konsültasyon sürecini başlatmaya hazırsınız. Önümüzdeki üç bölümün odak noktası, ilk üç seansta dört temel amacı dengelemektir: empatik yanıtlar vermek, hasta ile bir terapötik ittifak kurmak, hastanın güvenliğini değerlendirmek ve temel geçmiş bilgilerini edinmek.

  • İlk Temas (1. Bölüm)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?‘ın [Bir Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum?] 1. bölümünün çevirisidir. Tüm bölümler için şuraya bakınız.

    Yeni bir hasta ile kurulan ilk temas, acemi terapist için zorlayıcı olabilir. Bu an, gelecekteki terapi süreci için zeminin hazırlandığı ilk fırsattır. Tüm iletişimlerde, hastanın mahremiyeti ve kaygıları göz önünde bulundurularak bir yaklaşım benimsenmelidir.

    TELEFON GÖRÜŞMESİ

    “Merhaba, benim adım Sally Gane ve aile hekimim bana sizin numaranızı verdi. Sanırım terapiyle ilgileniyorum. Beni geri arayabilir misiniz? Numaram 555-2121.”

    Sally’nin çağrısına dönmeden önce, ilk psikoterapi yönlendirmemde hissettiğim kaygıyı kabul etmek istiyorum. Sadece 48 saattir geçerli olan profesyonel kimliğimi benimsemek zordu. Duruma şiddetli bir hazımsızlık atağıyla tepki verdim.

    Benzer psikosomatik eğilimlere sahip arkadaşlarım yüzlerinin kızardığını hissettiklerini ve ardından aniden yüksek tansiyon geliştirmiş olabileceklerinden endişelendiklerini söylediler. Bazı meslektaşlar, durumla, hasta bakımı ile seminerler arasında buldukları kısa boşluklarda kalın psikoterapi kitaplarını gözden geçirerek başa çıkmaya çalıştılar. Bir sınıf arkadaşım ise olağanüstü sakin ve fazlasıyla kendinden emin görünüyordu; “Psikoterapi tamamen sezgidir zaten. Ben içgüdülerime güvenirim, bu yüzden hemen hemen herkesi tedavi etmeye hazırım,” gibi laflar ediyordu.

    Temelde tüm bu tepkiler, çoğu psikoterapi öğrencisinin yaşadığı yoğun ve normal kaygıyla başa çıkmanın farklı yollarını göstermektedir. Muhtemelen sizin süpervizörleriniz de eğitime ilk başladıklarında benzer endişeler yaşamışlardır, ancak zamanla uzmanlaştıkça bu anıları başarıyla bastırmış olabilirler. İyi haber şu ki, kaygı ezici olmadığında motive edici olabilir ve işe yarayabilir. Benim önerim, endişeli olduğunuzu kabul etmeniz ve bu deneyiminizi duyarlı meslektaşlarınızla paylaşarak destek almanızdır. Kaygı, onunla savaşılırsa ya da yokmuş gibi davranılırsa genellikle daha da artar.

    Psikoterapi eğitimi alan ve hâlâ çok şey öğrenmesi gerektiğini kabul edebilen kişiler, hastalarına en iyi şekilde yardımcı olabilecek konumdadır. Psikoterapi süreci, bilmemekle ilgilidir; hastanın size kendi deneyimini öğretmesiyle ilerler. hastalarınıza ne kadar çok soru sorarsanız, birlikte o kadar çok şey öğrenirsiniz. Süpervizörünüze ne kadar çok soru sorarsanız, üzerinde çalıştığınız vakayı o kadar iyi anlarsınız. “Her şeyi biliyorum” ya da “İşte çözüm” gibi büyüklenmeci yaklaşımlar, özellikle de kesinlikle ihtiyaç duyacağınız rehberliği aramaktan kaçınırsanız, hastalarınıza fayda sağlamaz.

    Psikoterapiyi öğrenmeye başladığımda, hastalarımın psikoterapi camiasındaki daha deneyimli bir terapist yerine benimle çalışmak zorunda kalmalarından dolayı suçluluk duyuyordum. Benimle aynı durumdaki pek çok meslektaşım da benzer bir endişeyi paylaşıyordu. Dr. Messner, haftalık bir seminerde asistanlara bu konuda kendi bakış açısını paylaşmıştı; eğitimin ilk günlerinde bize şunu söyledi: yeni başlayan terapistlerin hastalarına sunabileceği çok özel bir şey vardır. Ondan bir alıntı “Bir psikoterapi stajyerinin ilk hastaları şanslıdır.” Evet, şanslı.

    Bir stajyerin gözetiminde olan hastalar, ilgili, şefkatli ve öğrenmeye açık bir psikoterapistten coşkulu, dikkatli ve özenli bir terapi alırlar. Süpervizyon yoluyla, hasta aynı zamanda klinik uzmanlıktan da dolaylı olarak faydalanır. Bu birleşim, camiada sunulan bir terapiden daha avantajlı olabilecek, düşünceli ve faydalı bir tedavi sağlayabilir; zira orada enerji, idealizm ve iyimserlik zamanla körelmiş olabilir. Hatta bazı hastaların, terapistlerinin ilk hastası olmaktan gurur duyduklarını ve bu benzersiz konumda olmaktan dolayı kendileriyle övündüklerini bile duydum.

    Bazılarına açık görünebilir ama ilk seans gerginliğini hafifletmek için etkili ve yaygın bir başa çıkma stratejisini paylaşmak istiyorum. Yeni bir hastayla yapılan görüşme sırasında her ne durumda olursanız olun, odadaki en kaygılı kişi büyük olasılıkla hastanın kendisidir. Kalıcı duygusal zorluklar nedeniyle bir yabancıya açılmaya karar vermiştir. İlk randevuyu ayarlamak bile, haftalar ya da aylar almış zorlu bir adım olabilir. Psikoterapi süreci terapist için karmaşık ya da kaygı verici hale geldiğinde, hastanın nasıl hissettiğini hatırlamak terapistin şefkatini ve içsel dinginliğini tazeleyebilir.

    Şüpheyle yaklaşanlar için, neden bir bölümü yeni bir hastayla ilk temasın nasıl kurulacağını tartışmaya ayırdığımı açıklamak istiyorum. Bu olay dışarıdan bakıldığında basit görünse de, aslında oldukça önemlidir. Bir terapistin, potansiyel bir psikoterapi hastasından gelen telefon mesajına ya da e-postasına verdiği yanıt, ilk klinik etkileşimdir. Terapötik ilişkinin kendine özgü niteliklerinin ilk kez gösterildiği andır. Terapistin odağı hasta üzerindedir; ancak bu etkileşim aynı zamanda profesyoneldir ve belirli, katı sınırlar içerir. Bu bağlamda, terapistin Sally’ye bırakacağı sesli mesaj ya da göndereceği e-postada seçeceği kelimeler bile, olası bir terapötik ilişkinin zeminini ve tonunu oluşturmak açısından büyük önem taşır.

    Peki, nasıl yanıt verilmeli?

    Eğer ilk görüşmeyi ayarlamak üzere bir telefon çağrısı alırsam, geri dönüşümde bırakacağım sesli mesajın, hastanın mahremiyetini korumaya uygun bir sesli yanıt sistemi kullandığını varsaymam doğru olmaz. Bazı bireyler hâlâ ortak kullanılan ev tipi telesekreterler kullanıyor olabilirler. Her ne kadar bir cep telefonunun sesli mesajına başkasının erişmesi daha az olası olsa da, hastanın numarasının başka biriyle paylaşılıp paylaşılmadığını kesinleştirene kadar, yeni bir hastaya bırakılacak ilk mesajın daha sade ve mahremiyete duyarlı olması tercih edilir.

    Mahremiyeti korumak adına, geri dönüş mesajı bırakırken “psikoterapi”yi açıkça çağrıştıran ifadeler kullanmaktan kaçınırım. Yaklaşan görüşmeyi “randevu” ya da “görüşme” olarak adlandırmak mümkündür. Henüz Sally ile tanışmadığım için daha resmi bir hitap tarzı kullanmayı tercih edebilirim -örneğin “Sally Gane” ya da “Sayın Sally Gane” şeklinde.

    İlk telefon mesajında kendime “Dr. Suzanne Bender” değil, sadece “Suzanne Bender” demeyi tercih ediyorum. Diğer klinisyenler bu yaklaşımı onaylamayabilir; bazıları, mesleki unvanın her zaman tutarlı bir şekilde kullanılmasının önemli olduğunu savunur. Bu konuda her iki yaklaşımın da artıları ve eksileri vardır. Örneğin, telefonda hastama daha resmi bir hitap kullandıysam, kendi unvanımı da kullanmak tutarlı olabilir. Ancak, Sally’nin telesekreterinin yalnızca kendisi tarafından dinlenip dinlenmediğinden emin olana kadar, psikoterapiye başlamak istediği bilgisinin gizliliğini korumak adına temkinli davranmayı tercih ederim.

    Bir mesaja geri dönmek basit bir iletişim gibi görünebilir, ancak bazı mesajlar gelecekteki etkileşimleri diğerlerinden daha iyi kolaylaştırır. İşte bir aksaklığa yol açabilecek bir mesaj örneği:

    ÖRNEK 1.1

    Terapistin, hastanın ilk aramasına yanıt olarak bıraktığı belirsiz telefon mesajı:

    TERAPİST: Merhaba, ben Suzanne Bender. Sally Gane’den gelen bir mesajı yanıtlıyorum. Bana 555-0001 numaralı telesekreterimden ulaşabilirsiniz ya da daha sonra tekrar ararım, böylece bir görüşme zamanı ayarlayabiliriz.

    Bu mesaj ilk bakışta oldukça açık gibi görünse de, belirsiz yönlendirmeleri gelecekte yaşanacak bir “telefon trafiğine [phone tag]” zemin hazırlar. Öncelikle, telefonu ne zaman açabileceğime dair bir açıklama yapmıyorum; Sally, başka bir hastayla görüşme halindeyken ya da eve giderken ulaşmaya çalışabilir ve bana dakikalarca ulaşamayabilir. Eğer Sally, benim geri aramam sırasında telefona cevap vermezse, bu durumda yeni hastamla bir görüşme zamanı ayarlamak için onu kovalar duruma düşerim.

    Bazı olası çözümler:

    İlk olarak, potansiyel hastaya ulaşma olasılığımın daha yüksek olduğu akşamın erken saatlerinde, gelen ilk telefonları yanıtlamaya çalışırım. Eğer hastaya ulaşmak hâlâ zorsa, aşağıdaki mesaj etkili bir seçenek olabilir.

    ÖRNEK 1.2

    Terapistin, hastanın ilk aramasına yanıt olarak bıraktığı net telefon mesajı

    TERAPİST: Merhaba, ben Suzanne Bender. Sally Gane’in aramasını yanıtlıyorum. Önümüzdeki birkaç gün içinde telefonda konuşup bazı ayrıntıları gözden geçirebileceğimiz bir zaman bulmayı umuyorum. Yarın sabah 10.00 ile 11.00 arasında, çarşamba günü ise öğleden sonra 14.00 ile 15.00 arasında konuşmak için uygunum; bana 555-0001 numaralı telefondan ulaşabilirsiniz. Bugün ya da yarın bağlantı kuramazsak, lütfen sizi arayabileceğim uygun zamanları içeren bir mesaj bırakın.

    Sally’nin aramasını hızlıca yanıtlayabileceğim saatleri paylaşarak, gelecekte yaşanabilecek telefon trafiği ihtimalini azaltmış oldum. Eğer benim girişimim işe yaramazsa, sıradaki adım Sally’ye aittir; onu tekrar tekrar aramama gerek yoktur, onun konuşmak için uygun olduğu zamanları belirten bir mesaj bırakmasını bekleyebilirim.

    HASTALARLA KABLOSUZ İLETİŞİM: E-POSTA VE MESAJLAŞMA1

    1Bu bölümün geliştirilmesinde, MGH Sağlık Bilgi Yönetimi Direktörü ve Gizlilik Görevlisi Christine Griffin, JD ile yapılan görüşmeler son derece yardımcı olmuştur.

    Son on yılda, yeni teknolojiler terapistlerin ofis dışındaki hasta iletişim biçimlerini dönüştürmüştür. E-posta ve mesajlaşma, birçok terapistin kullandığı, verimli ve kolay erişilebilir iletişim yollarıdır. (Uzaktan sağlık hizmeti, yani sanal görüşmeler aracılığıyla tedavi sunumu, psikoterapiyi dönüştürmüş olup, bu konu 18. bölümde ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır.) Hastalara bu olanak tanındığında, terapistlerine program değişikliklerinden randevuya geç kalma bildirimlerine, ilaç yenilemelerinden acil klinik sorunlara kadar pek çok konuda e-posta ve mesaj yoluyla ulaşmaktadırlar. Ne yazık ki, bu iletişim türleri tamamen güvenli ve gizli olmayabilir; özel önlemler alınmadıkça, bu yazışmaların ele geçirilmesi ya da izinsiz erişimle okunması mümkün olabilir ve içerikler e-posta ya da mesaj servis sağlayıcıları tarafından erişilebilir durumda olabilir. Bu nedenlerle, hastalarla yapılan elektronik iletişim özel bir önlem ve müzakere gerektirir.

    Psikoterapinin işe yarayabilmesi için, bir hastanın her şeyden önce gizliliğinin terapisti tarafından korunacağından emin olması gerekir. Bu bölümde sunduğum yeni öneriler, internet ve kablosuz iletişim teknolojilerinin kullanımıyla ilgili kurum politikalarının ve prosedürlerinin geliştirilmesine ve uygulanmasına rehberlik eden sağlık bilgi gizliliği uzmanlarıyla yapılan birkaç saatlik danışma sonrasında oluşturulmuştur. E-posta veya mesaj yoluyla iletişim kurarken gizliliği korumak için gerekli olan (aşağıda ele alınacak) çok sayıda önerilen sınırlama konusunda rehberlik aldıkça, bu süpervizyonu sindirmem zaman aldı.

    Başlangıçta, bu bilgiler karşısında kıvranırken ve itiraz ederken buldum kendimi; tıpkı psikoterapinin kendine özgü gizlilik kurallarını ilk öğrenmeye başladığım dönemdeki acemiliğim gibi. Kablosuz iletişim konusundaki bu sürekli ihtiyat gerçekten gerekli miydi? Yanıt kesin bir “evet” oldu. Bir anın içinde kaybolup, bir hastaya hızlı ve etkili şekilde e-posta ya da mesaj yoluyla yanıt vermek çok kolay olabilir, ancak gizliliği korumak her zaman önceliğim olmalıdır; güvenli olmayan bir ağ üzerinden hastalarla iletişim kurmanın güvenlik risklerini göz ardı edemem. Neyse ki, terapistlerden beklenen diğer iletişim uygulamalarında yaşadığım gibi, başlangıçta rahatsız edici derecede kısıtlayıcı gelen şeyler zamanla daha rahat hale geldi ve nihayetinde doğallaştı.

    Sağlık Sigortası Taşınabilirlik ve Sorumluluk Yasası (HIPAA), elektronik ortamda paylaşılan ya da iletilen Korunan Sağlık Bilgilerinin (Protected Health Information – PHI) güvenliğini sağlama konusunda sağlık hizmeti sunucularını sorumlu tutar. Günümüzde, iletişim portalı üzerinden e-postaların şifrelenmesi, hastanın hassas bilgilerinin korunması için standart bir uygulama olarak kabul edilmektedir. Bu yöntemle, e-posta sağlayıcısı iletişimin kopyalarına sahip olmaz ve mesajlar güvenli biçimde iletilir.

    2013 tarihli HIPAA ek düzenlemesi olan 2013 Omnibus Nihai Kuralı (Omnibus Final Rule), elektronik iletişimde hasta tercihlerinin de klinisyenler tarafından dikkate alınması gerektiğini belirtir. Eğer bir hasta, olası gizlilik riskleri konusunda bilgilendirildikten sonra (tercihen yazılı olarak) şifrelenmemiş e-postayı açıkça tercih ettiğini belirtirse, terapist gelecekteki iletişimlerde bu daha kolay erişilebilir ancak daha az güvenli yöntemi kullanabilir.

    Diyelim ki Sally ile telefonla birbirimize ulaşamadığımız bir durum sürüyor ve ben ona bir sesli mesaj bırakıyorum: “Merhaba, ben Suzanne Bender. Geri arıyorum. Sürekli telefonda birbirimize denk gelemediğimiz için, isterseniz önümüzdeki birkaç gün içinde konuşmak için uygun olduğunuz zamanları (adres belirtilir) e-posta yoluyla bana yazabilirsiniz, ben de size o zamanlarda ulaşmaya çalışırım. Gizliliğinize saygılı olmak adına şunu da eklemek isterim: Bazı kişiler, standart e-posta kurulumunun güvenli bir iletişim yöntemi ya da tamamen gizli olmadığını düşündükleri için bu şekilde iletişim kurmamayı tercih ederler. Güvenli bir giriş portalı aracılığıyla e-posta üzerinden gizli bir biçimde iletişim kurmamız mümkün; bağlandığımızda bunun hakkında size daha fazla bilgi verebilirim. Eğer yalnızca telefonla iletişim kurmayı tercih ediyorsanız, lütfen arayabileceğim birkaç uygun zaman dilimini içeren bir mesaj bırakın.” En başından itibaren, e-postayı yeterli gizlilik koruması sunmayan ama kolay erişilebilir bir iletişim yöntemi olarak tanıtıyorum.

    Eğer Sally e-posta yoluyla geri dönüş yaparsa, ona vereceğim ilk yanıtta şifrelenmemiş e-posta kullanımının beraberinde getirdiği güvenlik riskleri hakkında bilgi vermeli ve daha güvenli ya da daha az güvenli e-posta tercihine ilişkin tercihini sormalıyım. İletişime ancak mesajlaşma tercihini netleştirdikten sonra, programlama bilgilerini paylaşarak devam edeceğim. Sağlık bilgisi gizliliği alanındaki uzmanların desteğiyle, ilk e-posta alışverişini yönlendirmek üzere iki şablon oluşturdum: Terapist Aracı 1.1 ve Terapist Aracı 1.2. İlk şablon, hasta iletişimi için korumalı bir portal aracılığıyla şifrelenmiş e-postaya erişimi olan terapistler içindir; ikinci şablon ise bu imkâna sahip olmayan terapistler içindir. Bir uyarı: Klinik bakımda teknoloji kullanımına ilişkin yasal düzenlemeler sürekli değişim halindedir. Bu şablonları kullanmadan önce, terapist ilgili meslek kuruluşuyla iletişime geçmeli ve HIPAA gizliliğine ilişkin en güncel yönergeleri gözden geçirmelidir. HIPAA’nın resmi web sitesi (www.hhs.gov/hipaa/index.html) bu konuda mükemmel bir kaynaktır.

    Standart bir kişisel e-posta kullanıldığında, hastanın gizlilik risklerini tam olarak anlaması son derece önemlidir. E-postayı özel bir iletişim biçimi olarak görmek çok kolaydır; ancak bu tür iletişim, e-posta sağlayıcısı tarafından ele geçirilebilir, hacklenebilir, görüntülenebilir ya da ifşa edilebilir. Hasta, bu riskler hakkında bilgilendirildikten sonra standart e-postayı (portal sistemi aracılığıyla sağlanan güvenli e-posta yerine) kullanmayı tercih ederse, bana gönderilen mesajları kabul eder ve okurum; ancak yanıtlarımda konuşma dizisine yeni herhangi bir özel bilgi eklemem. Örneğin, bir hasta e-posta aracılığıyla duygusal olarak karmaşık bir konuyu gündeme getirirse, ben buna klinik açıdan ek hassas bilgilerle karşılık vermem; yanıtım bir uzaktan görüşme, yüz yüze randevu ya da telefonla görüşme zamanı planlamak olur.

    Sally’nin onayını aldıktan sonra, e-posta; fazla gizli bilgi içermeyen, doğrudan ve karmaşık olmayan iletişimler için uygun bir yöntemdir. Haftasonları e-postalarımı düzenli olarak kontrol etmediğim için, hastalarıma yalnızca hafta içi yanıt alabileceklerini bildiririm. Ayrıca, acil durumlarda bana ulaşmak için e-postanın kullanılmaması gerektiğini açıkça belirtir ve kriz anlarında kullanılabilecek acil iletişim bilgilerimi hastalarımla gözden geçiririm.

    Sally ile, uygulamam ve genel olarak psikoterapi hakkında sorularını yanıtlamak üzere karşılıklı uygun bir zaman belirlemek için e-posta kullanabiliriz. Ayrıca, gelecekteki program değişiklikleri için de e-posta kullanabilirim. İşlemleri basitleştirmek adına, süregiden tedavi sürecindeki hastalar, güvensiz standart e-postayı tercih etseler bile, bazen ilaç yenileme taleplerini e-posta yoluyla iletmeyi tercih ederler. Ancak ilaç yenileme talebi gizli bilgi içerdiğinden, güvensiz e-posta kullanan hastalara, yalnızca ihtiyaç duydukları ilacın ilk harfini paylaşmalarını öneririm; tıbbi notlarıma dayanarak taleplerini anlamam genellikle oldukça kolay olur. Ek sorularım olursa, açıklık getirmek için hastayı telefonla arayabilirim.

    Bazı bilgiler asla e-posta yoluyla paylaşılmamalıdır. Kişisel tanımlayıcı bilgiler kablosuz ağlarda özellikle savunmasızdır ve sağlık bilgisi uzmanlarına göre, bu tür bilgiler (bu amaçla belirlenmiş özel bir şifreli ağ kullanılmadıkça) e-posta ve/veya mesajlar aracılığıyla kesinlikle iletilmemelidir (bkz. Tablo 1.1, madde 4). Bir hastanın sigorta bilgilerine özel olarak ihtiyaç duymam halinde, bu bilgiyi telefonla ya da bir uzaktan görüşme veya yüz yüze görüşme sırasında edinmem gerekir. Massachusetts eyaletinde, kişisel tanımlayıcı verilerin (örneğin Sosyal Güvenlik numarası ya da sürücü belge numarası) güvensiz kablosuz ağlar üzerinden iletilmesini kısıtlayan özel bir yasa bulunmaktadır; diğer birçok eyalette de benzer koruyucu düzenlemelerin bulunması muhtemeldir.

    TABLO 1.1 Hastalarla Mesaj Yoluyla Asla Paylaşılmaması Gereken Bilgiler
    1. Hasta talimatları veya reçete yenileme bilgileri
    2. Hastaya ya da aile üyelerinden birine ait tanı bilgileri
    3. Uzun klinik değerlendirme ya da danışmanlık içeriğia
    [aBazı özel klinik programlar, mesaj yoluyla danışmanlık hizmetini içerecek şekilde tasarlanmış olabilir; ancak bu tür uygulamalar, özel ve ayrı bir onay gerektirir.]
    4. Kişisel tanımlayıcı bilgiler (örneğin Sosyal Güvenlik numaraları, ehliyet numaraları, devlet tarafından verilmiş kimlik kartı numaraları, banka hesap numaraları, kredi kartı numaraları, banka kartı numaraları ya da bireyler için finansal risk teşkil eden herhangi başka bir tanımlayıcı)

    Bazı klinik uygulamalar, güvenli e-posta ihtiyacına yanıt olarak, elektronik tıbbi kayıt (EMR) sistemine şifrelenmiş, güvenli kablosuz portallar entegre etmişlerdir; bu sayede hastalar, doğrudan klinisyenleriyle iletişim kurabilir ve her görüşme doğrudan tıbbi dosyaya kaydedilir. (Terapist Araçları 1.1 ve 1.2 bu tür bir e-posta seçeneğini kapsamaz; eğer bu seçenek mevcutsa, sağlık kurumu ya da klinik, hastalara bu iletişim biçimi hakkında bilgilendirme sağlar.) Bu yaklaşım, kablosuz iletişimin doğasında bulunan birçok gizlilik endişesini giderse de, birçok hasta, EMR sistemindeki hasta portallarını kullanmak konusunda çeşitli çekinceler dile getirmiştir. Portal, hastanın geç kaldığını bildiren mesajı iletmek için yeterince hızlı mı çalışır? Portalın, taşınabilir bir cihazda kullanımı kolay mı? Bazı hastalar ise, terapistlerle yapılan yazışmalar da dâhil olmak üzere tüm iletilerin tıbbi kayda geçtiğini bildikleri için bu portalı kullanmakta kendilerini daha az rahat hissetmişlerdir; zira bu özel yazışmalar, yalnızca terapist tarafından değil, hastanın tüm sağlık hizmeti sağlayıcıları tarafından erişilebilir ya da incelenebilir olabilir.

    Benim vardığım sonuç şu: Hastalarla etkili ve gizliliği tam anlamıyla koruyan mükemmel bir elektronik iletişim biçimi henüz mevcut değil, ancak büyük olasılıkla yakın zamanda ortaya çıkacaktır. Bu arada, bizim görevimiz; her tedavi sürecinin başında, e-posta kullanımına dair tüm seçenekleri hastalarla dikkatle tartışmak, her yaklaşımın risklerini ve faydalarını birlikte gözden geçirmektir.

    Hastanızla Mesajlaşmak İstiyorsanız Dikkate Almanız Gerekenler

    HIPAA, sağlık hizmeti sunucularının gizli bilgileri yetkisiz erişim, kullanım ve ifşadan korumasını zorunlu kılar (bkz. Tablo 1.1). Endüstri güvenlik standartlarına ve HIPAA’nın şifreleme gerekliliklerine uygun mesajlaşma platformları mevcuttur; bir klinisyen hastalarıyla mesajlaşmak istiyorsa, kullanacağı mesajlaşma platformunu dikkatle değerlendirmeli ve yasal olarak uygun olup olmadığını, HIPAA’nın tüm standart ve kurallarına uyup uymadığını kontrol etmelidir. Kişisel cep telefonundaki standart mesajlaşma uygulamaları bu özel güvenlik kriterlerini karşılamaz.

    Birçok dikkatli klinisyenin hastalarıyla düzenli olarak mesajlaştığını biliyorum; ancak şifrelenmiş bir platform kullanılmadan yapılan mesajlaşmalar yeterli gizlilik koruması sağlamaz. Buna ek olarak, sağlık hizmeti sunucuları, Telefon Tüketiciyi Koruma Yasası (Telephone Consumer Protection Act – TCPA) tarafından getirilen kuralları da (aşağıda ele alınacaktır) dikkate almak zorundadır. Şifrelenmiş bir platform kullanılsa bile, hastalarla mesajlaşma kararı dikkatle değerlendirilmeli, olası riskler ve faydalar titizlikle tartılmalıdır.

    Mesajlar, istenmeyen kişiler tarafından oldukça kolay bir şekilde görüntülenebileceği için, mesajlaşma yalnızca sınırlı olarak ve özgün klinik durumlarda kullanılmalıdır. Hastayla planlanan bir randevunun teyidi ya da iptali için ya da taraflardan birinin gecikmesi durumunda mesajlaşmak faydalı olabilir. Hastanın psikoterapi sürecinde olması bile gizli bir bilgi olarak değerlendirilmelidir; bu nedenle, terapistin hastaya gönderdiği mesaj yalnızca ofis adresi ve seans saatine dair temel bilgileri içermelidir: “Suzanne Bender ile 11/18 tarihinde saat 16.30’da [ofis adresi]ndeki randevunuz teyit edilmiştir.”
    Mesajda görüşme nedeni ya da kliniğin adı yer almamalıdır.

    Ben hastalarımla mesajlaşmama kararı aldım (nedenleri aşağıda sıralanacaktır); ancak bu konuda hastalarıyla mesajlaşmak isteyen klinisyenleri bilgilendirmek amacıyla, sağlık bilgi güvenliği uzmanlarıyla görüşerek bu alandaki en güncel yaklaşımları öğrendim. Uzmanlar özellikle şunlara dikkat çekti: reçete yenileme bilgileri, hasta ya da aile üyesine ait tanı bilgileri, danışmanlık müdahaleleri veya kimlik tanımlayıcı bilgilerin mesajla gönderilmesi kesinlikle önerilmemektedir (kimlik hırsızlığı riskine karşı).² (Bkz. Tablo 1.1.) Ayrıca, bir hasta ile mesajlaşmaya başlamadan önce, terapistin hastayla birlikte cep telefonu numarasını onaylaması gerekir; böylece yanlış kişiye mesaj gönderme riski azaltılmış olur. Terapi seansı sırasında bir deneme mesajı gönderilerek numaranın doğru girildiği ayrıca teyit edilebilir. Ek bir not: Hastalara toplu mesaj göndermek hiçbir zaman uygun değildir; çünkü telefon numaraları, benzersiz hasta tanımlayıcıları olarak kabul edilir ve bu tür mesajlarda diğer alıcılara ifşa edilmiş olur.

    ² Ayrıca, klinik talimatların yatan hasta hizmetlerine mesaj yoluyla iletilmesi, Joint Commission ile Medicare ve Medicaid Hizmetleri Merkezi (CMS) tarafından açıkça yasaklanmıştır; çünkü mesajla gönderilen talimatlarda, talimatı veren sağlık sağlayıcısının kimlik doğrulaması ve imzası bulunmamaktadır. Bu önemli bir bilgidir; ancak ayakta tedavi hizmeti sunan psikoterapistler genellikle diğer sağlık hizmeti sunucularına klinik talimat mesajı gönderme konumunda değildir.

    1991 tarihli Telefon Tüketiciyi Koruma Yasası (TCPA), özellikle otomatik arama kapasitesine sahip teknolojiler söz konusu olduğunda, telefon ve mesaj yoluyla yapılan tüm iletişim türleri için hastanın sürekli onayını şart koşar. Örneğin, hastalara otomatik olarak sistem tarafından oluşturulmuş mesajlar gönderebilen herhangi bir sistem, TCPA hükümlerine uymak zorundadır. TCPA, hastaların terapistleriyle olan mesajlaşma iletişiminden istedikleri zaman vazgeçebilmelerine (opt-out) olanak tanır. Bu aracın (mesajlaşmanın) psikoterapi alanındaki kullanımı hâlen gelişim sürecinde olduğu için, yeni düzenlemeler ve güvenlik önlemleri hakkında güncel kalabilmek adına, terapistlerin kendi meslek kuruluşlarıyla düzenli olarak iletişimde olmalarını önermekteyim.

    Eğer bir terapist planlama amaçlı olarak mesajlaşmayı tercih ederse, hastanın mesajlaşmanın gizlilik sınırlarını gözden geçiren, bu iletişim biçimini yalnızca belirli durumlar için (örneğin randevu ayarlamaları) onaylayan ve mesajların klinik konular ya da acil durumlar için kullanılmaması gerektiğini açıkça belirten bir onay formunu imzalaması gerekir. Tedavi süreci içinde mesajlaşmanın nasıl kullanılacağına dair sınırların net bir şekilde çizilmesi faydalı olsa da, bu sınırların uygulamada hayata geçirilmesinin zor olabileceğinden endişe duymaktayım.

    İdeal olarak, terapistin mesajlaşma ve telefon görüşmeleri için şifrelenmiş, HIPAA onaylı bir platformu ve bu platforma ait özel bir numarası olmalıdır. Ancak birçok terapist, cep telefonunu ofis iletişim numarası olarak kullanmaktadır. Bu durumda şu sorular gündeme gelir: Terapist yalnızca planlama konuları için özel olarak ayrılmış, HIPAA onaylı bir mesajlaşma numarası mı kullanacaktır, klinik açıdan gizli içerikli konular ise yalnızca telefonla mı ele alınacaktır? Eğer ofis numarası da bir cep telefonu ise ve mesajlaşma tedavi sürecinde bir iletişim yöntemi olarak kabul ediliyorsa, hastalar zamanla size doğrudan bu cep telefonu numarasından mesaj atmaya başlar mı? Özel olarak belirlenmiş ve şifrelenmiş platform yerine bu kolay yolu tercih ederler mi? Telefon görüşmeleriyle mesajlaşma arasında konuya dayalı yapay bir sınır koymak (örneğin planlama mesajla, klinik konular telefonla) işe yarar mı? Bu tür bir ayrım, pratikte sürdürülebilir olur mu? Tüm bu sorular, terapistlerin hem yasal hem de mesleki sorumluluklarıyla hastaların iletişim alışkanlıkları arasında denge kurmalarını gerektirir.

    Duygusal bir kriz yaşayan bir hastanın, aylar önce imzaladığı bir sözleşmenin sınırlarını hatırlamaması ve çaresizlik içinde bana mesaj atması ihtimali beni endişelendiriyor. Benim bakış açıma göre, tedavi sürecinin başında onam formunda açıkça belirtmiş olsam bile -yani mesajlaşmanın acil durumlar için uygun olmadığını ve yalnızca sabah 9 ile akşam 5 arasında mesajlara yanıt verdiğimi bildirmiş olsam da- böyle bir acil mesaj karşısında etik ve muhtemelen yasal bir sorumluluk taşıyorum.

    İşte beni endişelendiren bir başka olası senaryo: Ya hastam tatildeyken bana doğrudan mesaj atarsa ve benim yerime bakacak kişiyi devre dışı bırakırsa? Eğer yalnızca klinik kullanım için ayrılmış ayrı bir cep telefonum varsa, bu telefonu evde bırakacağım için gelen mesajı almayacaksam. Öte yandan, eğer HIPAA onaylı bir platform üzerinden mesajlaşıyorsam, tıpkı e-posta yanıtlayıcısında olduğu gibi, hastaları ben müsait değilken yerime bakacak kişiye yönlendiren, kolay erişilebilir bir otomatik yanıt sistemi kurmam mümkün olabilir. Ancak bu tür gizlilik korumalarını kullanmamışsam ve hastalarla kişisel cep telefonum üzerinden mesajlaşıyorsam, hastam tatilim sırasında bana sınırsız şekilde ulaşabilir. Sesli mesajımda ve e-postamda yerime bakan kişiyi bildirmiş olsam da, hastam bunu fark etmeyebilir ya da göz ardı edebilir. Bu durumda tatilim sırasında mesajı yanıtlamak, yerime bakan kişinin bilgilerini yazmak zorunda kalacağım bir durumla karşılaşmam çok olası. Eğer mesaj acilse, etik olarak bu durumu görmezden gelemem; en azından bir kriz müdahalesinin sağlanabilmesi için yerime bakan kişiyle temasa geçmem gerekir.

    Benim kişisel görüşüm, bir hastayı benimle mesajlaşmaya davet etmenin kafa karıştırıcı bir teklif olduğudur. Mesajlaşma, yüzeyde gündelik konularda (örneğin randevu ayarlamaları gibi) hızlı ve kolay iletişim kurmanın bir yolu olarak sunulsa da, gerçekte hastaya, bir çağrı cihazı (beeper) aracılığıyla sağlanan türden, anlık ve doğrudan bir klinik erişim hissi verir. Bir kriz anında, hastanın mesajlaşma sınırlarını unutmasını anlayabiliyorum; ancak bu durumda, hastam bana her an sınırsız şekilde ulaşabilir hâle gelir ve bu da beklenmedik acil iletişimlerin ortaya çıkmasına yol açabilir.

    Daha önce de belirttiğim gibi, artılarını ve eksilerini dikkatle değerlendirdikten sonra, hastalarımla mesajlaşmamaya karar verdim. Hastaların cep telefonu numarama yanlışlıkla ulaşmalarını önlemek için, cep telefonumdan geri arama yaparken numaramı gizliyorum. Farklı bir numarada bulunan güvenli bir telesekreter sistemi, bir e-posta adresi ve bir çağrı cihazı sayesinde, hastalarım bana ulaşmak için yeterli imkâna sahip oluyor ve tedavi çerçevesi korunmuş oluyor. Bu, tek ideal sistem değildir; ancak benim için oldukça iyi işliyor. Terapist olmanın bir parçası da, ofis dışındaki hasta iletişimi için kişiye özgü bir sistem geliştirmektir. Nihai tercih her ne olursa olsun, her etkileşimde hastanın gizliliğini öncelikli tutmak ve kullanılan herhangi bir elektronik iletişim teknolojisinin riskleri ve faydaları hakkında hastadan bilgilendirilmiş onam almak son derece önemlidir.

    İLK TELEFON GÖRÜŞMESİ

    İdeal olarak, terapist ve hasta ilk randevunun ayrıntılarını telefonla görüşerek belirler; çünkü bu konuşma yalnızca bir zaman ve mekân seçmekten ibaret değildir.

    ÖRNEK 1.3

    İlk telefon görüşmesi: Terapist heyecanla uygun olmayan bir zamana randevu verir

    TERAPİST: Merhaba, Sally Gane ile mi görüşüyorum?

    SALLY: Evet, benim.

    TERAPİST: Merhaba, ben Dr. Suzanne Bender. Mesajınızı aldım.

    SALLY: Ah, merhaba. Sizin adınızı okulda doktorum olan Dr. Newman’dan aldım.

    TERAPİST: Mesajınızda terapiyle ilgilenebileceğinizi belirtmiştiniz. Ne aradığınızla ilgili biraz bilgi verir misiniz?

    SALLY: Umm, yani, pek emin değilim… Terapi yapıyor musunuz?

    TERAPİST: Evet, yapıyorum. Şu anda ajandam önümde açık. Görüşmek için bir zaman ayarlamak ister misiniz?

    SALLY: Tamam.

    TERAPİST: Hangi günler sizin için uygun?

    SALLY: Şu anda yarı zamanlı çalışıyorum ve okula gidiyorum, bu yüzden programım biraz sıkışık. Ama Salı günü saat 19:00 ya da Cuma günü saat 18:00 olabilir mi?

    TERAPİST: (Günün bu kadar geç saatinde görüşme yapma düşüncesiyle içi sıkılır, ama başka ne yapacağını bilemediği için kabul eder.) Tamam, Salı 19:00 uygun görünüyor.

    PLANLAMA

    İlk psikoterapi hastalarımda, ulaşılabilir görünmeyi sürdürmek ve potansiyel bir hastayı kaybetmemek adına, ne kadar uygunsuz olursa olsun neredeyse her randevu saatini kabul ederdim. Ancak deneyim kazandıkça stratejim değişti. Artık, ilk randevuyu ayarlamak için bir geri arama yapmadan önce, yeni hastalar için ayırdığım uygun saatleri net olarak belirliyorum. İlk telefon görüşmesi sırasında yalnızca bu seans saatlerini öneriyor ve bana çok erken ya da çok geç gelen, korumaya özen gösterdiğim zaman dilimlerinde randevu vermekten kaçınıyorum.

    İlk görüşmenin saati, terapisti gelecekteki seanslar için o saati sürdürmeye mecbur kılmaz; ancak hasta bu yönde bir beklenti geliştirebilir. Eğer Cuma akşamı saat 18:00 yalnızca bir kerelik bir randevuyduysa, terapist sonraki görüşmeleri planlarken kendi zaman sınırlamalarını hastayla açıkça gözden geçirmelidir.

    Terapistliğimin ilk yılında, yalnızca bir hastayla sabah 6:30’da görüşmek için Çarşamba sabahlarımı çok erken saatlerde yola çıkarak geçiriyordum. Başlarda bundan hiç rahatsızlık duymuyordum. Benimle çalışmak isteyen herhangi bir hastamın olması beni öylesine heyecanlandırıyordu ki. Görüşmelere yaz aylarında başladık ve güneş, 30 dakikalık yolculuğuma başlamadan önce doğmuş oluyordu. Hastam tüm randevulara eksiksiz katıldı ve onunla yaptığım seans günümün en keyifli anıydı.

    Aralık ayına gelindiğinde, artık bu düzenlememiz beni eskisi kadar heyecanlandırmıyordu. Programın ne denli mantıksız olduğunun, bir sabah gün doğmadan önce buz tutmuş bir yokuştan metro durağıma doğru 15 dakika boyunca adım adım inmeye çalıştığımda tam anlamıyla farkına vardım. O gün hastam gelmedi. Ne olduğunu öğrenmek için aradığımda, bana bu kadar erken bir saatte gelmek için havanın çok soğuk olduğunu söyledi.

    Bu, kış boyunca sürecek birçok devamsızlığının yalnızca ilkiydi. Haftalık görüşme saatini yeniden planlamaya çalıştım, ancak haftada sadece bu saatte benimle görüşebileceğini ısrarla belirtti. Yeni başlayanların sıkça yaşadıkları bir ikilemle karşı karşıya kaldım: Onun terapisine ondan daha fazla yatırım yapıyordum ve sınır koymaktan hoşlanmıyordum. (Kullanabileceğim sözler şunlar olabilirdi: “Ne yazık ki sabah 6:30’daki görüşmelerimize artık devam edemeyeceğim. Gelin birlikte programlarımıza bakalım ve bir çözüm bulalım.”) Bu arada, hastam yalnızca her ikinci ya da üçüncü seansa katılmaya devam etti ve ben de birçok Çarşamba sabahını öfkeyle yalnız başıma bekleyerek geçirdim. Sonuç olarak, terapi zarar gördü. Olabileceğim kadar duyarlı ya da sürece dahil değildim. İçten içe öfke doluyken nasıl olabilirdim ki?

    Sizi bu tür bir hatadan korumayı umuyorum. Kendi zamanınızı korumak, etkili bir terapist olmanın kritik bir parçasıdır. Uygunsuz bir randevu saati ayarlamak, terapi artan bir hoşnutsuzluk nedeniyle zarar görürse, sonunda ters tepebilir. Günümüzde, uzaktan terapi seçeneği kış aylarında hastamın seanslara katılımını iyileştirebilirdi, ancak yine de çıkarılacak ders aynıdır: Terapi seanslarını planlarken yalnızca hastanın ihtiyaçlarını değil, kendi ihtiyaçlarınızı da fark etmek önemlidir.

    Çalışan hastalar genellikle sabahları ve akşamları müsait olurlar. Bu hastalara yer açmak ve aynı zamanda kendi ihtiyaçlarınıza da dikkat etmek için, yoğun çalışma programı olan hastaları sabah erken ya da akşam geç saatlere, kendi çalışma tarzınıza göre planlayabilirsiniz. İlk çocuğum olmadan önce sabah erken saatlerde çalışmaya başlamayı tercih ediyordum, ancak çalışmaya devam eden bir anne olduğumda, haftalık Çarşamba akşamı ve Cumartesi sabahı seansları hem ailem hem de programı zor uyan hastalarım için en uygun seçenek oldu. Buna ek olarak, uzaktan terapi daha fazla esneklik sağlar ve katı programlar ya da kötü hava koşulları hastanın terapi seanslarına katılımını zorlaştırdığında bir seçenek olarak sunulabilir. (Uzaktan terapi hakkında daha fazla bilgi için bkz. Bölüm 18.)

    Öngöremediğim ve artık katlanmak istemediğim bir randevu karmaşasıyla karşılaştığımda, durumu bir öğrenme deneyimi olarak görmeye çalıştım. Eğitim sürecindeyken, sınır koymayı bu denli zorlaştıran şeyin ne olduğunu incelemek için süpervizyonu kullandım. Bu ikilem tartışılıp anlaşıldığında, öfke dolu hislerim dağıldı; bir sonraki adım, hasta ile bir program değişikliğini nasıl hassas bir şekilde gündeme getireceğimi öğrenmekti.

    İlk telefon görüşmesini yeniden kurgulayalım ve makul randevu saatleri sunarak programımı nasıl koruyabileceğimi örneklendirelim.

    ÖRNEK 1.4

    İlk telefon görüşmesi: Terapist uygun bir randevu saati belirler

    TERAPİST: Merhaba, Sally Gane ile mi görüşüyorum?

    SALLY: Evet.

    TERAPİST: Merhaba, ben Dr. Suzanne Bender. Şu an konuşmak için uygun bir zaman mı?

    SALLY: Evet, elbette. Geri dönüş yaptığınız için teşekkür ederim. Adınızı dahiliye doktorum Dr. Newman’dan aldım; geçmişte size hasta yönlendirdiğini söyledi.

    TERAPİST: Mesajınızda terapiyle ilgilenebileceğinizi belirtmiştiniz. Biraz daha bahseder misiniz? Ne tür bir destek arıyorsunuz?

    SALLY: Umm, yani, tam emin değilim… Üniversite epey stresli geçiyor, bu yüzden biriyle konuşmanın faydalı olabileceğini düşündüm. Siz böyle bir terapi yapıyor musunuz?

    TERAPİST: Evet, yapıyorum ve bir değerlendirme görüşmesi için sizinle memnuniyetle görüşebilirim. Ajandam önümde açık. Bir görüşme zamanı ayarlamak ister misiniz?

    SALLY: Tamam.

    TERAPİST: Hangi günler sizin için uygun?

    SALLY: Yarı zamanlı çalışıyorum ve okula gidiyorum, bu yüzden programım biraz sıkışık. Ama Salı günü saat 19:00 veya Cuma günü saat 18:00 olabilir mi?

    TERAPİST: Bakalım… Bu saatlerde uygun değilim çünkü hafta içi en geç görüştüğüm saat Salı günü 18:00. Sabah saatlerimde ve öğle aralarında bazı boşluklarım var. Perşembe sabah 08:00 nasıl olur?

    SALLY: Ah, Perşembe günleri görüşemem, ama şimdi hatırladım, Pazartesi öğleden sonraları boşum.

    TERAPİST: Bu Pazartesi, 20 Mart saat 14:00 nasıl?

    SALLY: Olur, o zaman gelebilirim.

    TERAPİST: Harika, uygun bir zaman bulduğumuza sevindim. Ücretimi şimdi mi konuşmak istersiniz, yoksa ilk görüşmede mi?

    SALLY: Umm, ilk görüşmede konuşabilir miyiz? Uygun olur mu?

    TERAPİST: Tabii ki. Şimdi size ofisimin adres tarifini vereyim.

    Örnek 1.4 aynı zamanda, ilk telefon görüşmesinde ücret konusunu nasıl gündeme getirdiğimi de göstermektedir. “Ücretimi şimdi mi konuşmak istersiniz, yoksa ilk görüşmede mi?” sorusu, para konusunu saygılı ama açık bir şekilde ele alır. Alternatif bir yaklaşım ise, “Hangi sağlık sigortasına sahipsiniz?” diye sorarak başlayıp, sigortanın sizin hizmetlerinizi kapsayıp kapsamadığını konuşmak olabilir.

    Çoğu yeni psikoterapist, faturalandırma işlemlerinin idari personel tarafından yürütüldüğü bir klinikte eğitim aldığı için, bu bölümde finansal konulara ve sigorta meselelerine ayrıntılı olarak değinmedim. Ancak kendi özel muayenehanemi açtığımda, yeni hastalarla ücret ve ödeme konularını nasıl konuşacağımı bilmem gerekti. Bu konuları 8. bölümde ayrıntılı olarak ele alıyorum.

    Sally ile telefon görüşmem sona ererken bazı temel bilgileri edinmek faydalı olacaktır.

    TERAPİST: Şimdilik bitirmeden önce, kayıtlarım için adınızı ve adresinizi doğru şekilde alabilir miyim?

    SALLIE: Tabii. Adımı “ie” ile yazıyorum -yani S-a-l-l-i-e. Soyadım Gane, G-a-n-e. Adresim Boston’daki Central Street 1111 numara.

    TERAPİST: Posta kodu nedir?

    SALLIE: Hımm, 02114.

    TERAPİST: Çok teşekkür ederim. Size ulaşmak için en uygun numara bu mu?

    SALLIE: Aslında hayır, şu anda bahar tatili için ailemin yanındayım ve bu numara onların ev telefonu. Size cep telefonumu vermem daha mantıklı olur; 617-555-6666.

    TERAPİST: Çok teşekkürler. Bu numaraya mesaj bırakmamda bir sakınca var mı?

    SALLIE: Hayır -mesaj bırakmanızda sorun yok. Cep telefonum neredeyse her zaman yanımda. Bana mesaj da atabilirsiniz.

    TERAPİST: Çok teşekkür ederim. Mesajlaşmıyorum [text] çünkü yeterince korumalı veya gizli değil, ama ihtiyaç olursa bu numaradan sizi arayıp mesaj [message] bırakabileceğimi bilmek iyi oldu.

    Bir hastanın ismini doğru şekilde yazmak, saygı ve özen göstermek anlamına gelir. Bu bilgiyi danışma görüşmesi sırasında sorarım, çünkü bu basit soruyu süregiden bir tedavi sürecine sonradan dâhil etmek rahatsızlık verici olabilir. Hastanın ismini nasıl yazdığını asla varsaymamaya çalışırım; çünkü daha önce yanıldığım oldu. En basit isimlerin bile alışılmadık yazımları olabilir -bu örnekte olduğu gibi, Sallie ismini geleneksel “y” harfiyle değil, “ie” ile yazmaktadır.

    Bir terapi sürecinde hastanın adresine ne zaman ihtiyaç duyacağımı asla bilemem, bu nedenle bu bilgiyi ilk telefon görüşmesi ya da ilk yüz yüze buluşma sırasında alırım. Psikiyatrik bir acil durumda bir adres, hayat kurtarıcı olabilir. Sallie tedaviyi aniden sonlandırırsa, kendisine bir mektup ya da fatura göndermem gerekebilir. Tam ve doğru bir adresin alınması, gizliliğe ilişkin sorunların da önüne geçebilir. Kayıtlarım için ifadesini kullanmam, kurulan sözleşmenin profesyonel niteliğini vurgular ve terapide korunan mahremiyetin altını çizer.

    Görüşme sona ermeden önce Sallie’nin bazı soruları olabilir.

    SALLIE: Şey, sadece merak etmiştim, görüşmeden önce sormak istedim: Psikolojik yöneliminiz nedir?

    TERAPİST: Ne demek istiyorsunuz?

    SALLIE: Psikoloji dersi alıyorum ve orada kendilik psikolojisiyle bilişsel-davranışçı psikoloji ve psikanalitik yaklaşım arasında farkları tartışıyorlar. Sizin yaklaşımınız hangisi?

    TERAPİST: Ben birçok ekolün öğretilerini birleştiren eklektik bir yaklaşım benimsiyorum ama ağırlıklı olarak psikodinamik psikoterapiye odaklanıyorum.

    SALLIE: Peki ya bilişsel-davranışçı teknikler?

    TERAPİST: Ne aradığınızı biraz daha açabilir misiniz?

    SALLIE: Aslında tam olarak bilmiyorum. Sadece beni nelerin beklediğini daha iyi anlamak istiyorum.

    TERAPİST: Tedaviye bazı bilişsel-davranışçı terapi stratejilerini de dâhil ediyorum, fakat bunu şu anda konuşmaktansa, bu sorulara hak ettikleri zamanı ayırmayı tercih ederim. Umarım bu konuları görüşmemizde daha ayrıntılı ele alabiliriz ve siz de varsa kaygılarınızı ya da tercihlerinizi paylaşabilirsiniz.

    SALLIE: Tamam, o zaman görüşürüz.

    TERAPİST: Sizinle ayın 20’si Pazartesi günü saat 14.00’te tanışmayı sabırsızlıkla bekliyorum.

    İlk görüşmeyi ayarlarken, hastanın kaygılarını geçerli kılarak konuşmayı basit ve anlaşılır tutmaya çalışırım; ancak yanlış anlamalara açık olabilecek uzun bir tartışmadan kaçınırım.

    Bir hastanın daha ilk telefon görüşmesinde terapi süreciyle ilgili kaygılarını dile getirmesi alışılmadık bir durum değildir. Bazen bu sorular, hastanın tedaviye yönelik kararsızlığını yansıtabilir. Eğer hasta psikodinamik psikoterapiye karşı belirgin bir tereddüt gösterir ya da başka bir terapi türüne açık bir şekilde öncelik verirse, alternatif yönlendirme seçenekleri sunabilirim.

    İLK GÖRÜŞMELERİ BİR KONSÜLTASYON OLARAK ÇERÇEVELEMEK

    Ben, bir hastayla yapılan ilk birkaç seansı tedavinin başlangıcı olarak değil, bir konsültasyon/istişare [consultation] süreci olarak görürüm. Konsültasyon, birkaç görüşmeden oluşur; bu süreçte hastanın öyküsünü alır, bir tanı koyar ve bir tedavi planı öneririm. Bu paket, hastanın bireysel psikoterapisti olacağımın garantisini içermez. Aslında, konsültasyon süreci tamamlanmadan önce bireysel psikoterapinin uygun tedavi seçeneği olup olmadığını dahi varsaymam.

    Görüşmeyi [meeting] bir konsültasyon [consultation] sürecinin ilk seansı/oturumu [session] olarak çerçevelemenin birçok avantajı vardır. Hasta, tedaviye başlamadan önce benimle konuşurken kendini rahat hissedip hissetmediğini test edebilir; ben de onları tedavi etme konusunda kendimi yetkin hissedip hissetmediğimi değerlendirebilirim. Bu sayede her ikimiz de ilk görüşmeyi, devam etme zorunluluğu olmadan bir tanışma olarak görme özgürlüğüne sahip oluruz.

    Danışma yaklaşımı, her iki kişinin de birbirine uygun olup olmadığını görmesine olanak tanır; bu, psikoloji çevrelerinde sıkça kullanılan iyi/uyumlu eşleşme [good match] terimiyle ifade edilir. İyi bir eşleşme, hastanın anlaşıldığını hissetmesi ve terapistle çalışmaya istekli olması, terapistin ise hasta ile etkili bir şekilde çalışabileceğine dair umut duyması anlamına gelir.

    Bazen, bir hasta, daha ofise adım attığı anda terapist tarafından anlaşılmadığını hissedebilir. Kimi zaman terapist, hastanın neden bu kadar rahatsız hissettiğini anlayarak bu durumu terapötik bir avantaja dönüştürebilir (bkz. Bölüm 16). Ancak, kötü eşleşmeler de vardır. Bazen hasta ve terapist arasında basitçe bir “klik/uyum [click]” oluşmaz. Hastanın, kendisine benzer ya da farklı bir tarzda terapist arayıp aramadığına bağlı olarak, bazı kişiler birlikte daha kolay çalışabilir. Utangaç ve içine kapanık bir kadın, karizmatik ve etkileşimli bir erkek terapisti ya ezici bulabilir ya da ondan enerji alabilir. Öte yandan, dramatik bir kişi ya benzer bir mizaca sahip bir terapisti ya da daha sakin, yumuşak konuşan bir terapisti tercih edebilir.

    İleride yaşanabilecek yanlış anlamaların olasılığını azaltmak için, konsültasyon/istişare sürecini en baştan açıklamanın en iyisi olduğunu gördüm. Bazı terapistler, bu bilgileri ilk randevuyu ayarlarken telefon üzerinden gözden geçirmeyi tercih eder; böylece hasta ofise gelmeden önce düzenlemeler netleşmiş olur. Sallie’nin tedavisinde, ilk görüşmenin bir değerlendirme olduğunu telefon görüşmemizde belirtiyor ve süreci ilk seansımızda ayrıntılı olarak açıklıyorum (bkz. Bölüm 2 ve 3). Stajyerlere, her bir yöntemin artılarını ve eksilerini bizzat deneyimleyebilmek için birden fazla yaklaşımı denemelerini tavsiye ederim.

    TERAPİST ARACI 1.1

    Şifreli E-posta ile Hasta İletişimi Sağlanabiliyorsa Kullanılabilecek Örnek E-posta


    Merhaba, e-postanız için çok teşekkür ederim.

    Bir değerlendirme görüşmesi için uygun olabilecek zamanları yazmadan önce, terapistlerle hastalar arasındaki e-posta yazışmalarına ilişkin mevcut yasal koruma düzenlemeleri hakkında sizi bilgilendirmem gerekiyor.

    İnternet üzerinden gönderilen e-postalar, her iki taraf da bir portal üzerinden şifreleme teknolojisi kullanmadığı sürece güvenli değildir. Şifreleme olmadan, e-postanın yalnızca alıcısına değil, başkalarına da ulaşması ve okunması mümkündür; bu da bilgilerin izinsiz olarak kullanılması veya ifşa edilmesiyle sonuçlanabilir. Bazı e-posta sağlayıcıları iletişimlerin zaten şifrelendiğini belirtse de, güvenli bir portal olmadan bu sağlayıcılar da iletişimlere erişebilir, bunları saklayabilir ve kopyalarının kontrolünü elinde tutabilir. Güvenli olmayan e-postalar, zamanlama gibi basit konularla sınırlı tutulmalı ve önemli gizli bilgilerin paylaşımı için kullanılmamalıdır.

    Kliniğimde, hasta bilgilerini korumak için bir portal üzerinden çalışan bir şifreleme sistemi kullanılmaktadır. Bu güvenli sistemi kullandığınızda, e-postalarıma verdiğim yanıtları okuyabilmek için oturum açmanız gerekecektir. Portal üzerinden gönderilen şifreli e-postalar, standart e-postalara kıyasla biraz daha zahmetli olabilir; ancak bu sistem içinde alınan ve gönderilen tüm iletişimler güvenli ve koruma altındadır.

    Tercih ederseniz, yukarıda belirtildiği üzere bazı riskler içermekle birlikte, şifrelenmemiş e-posta yoluyla da iletişim kurabiliriz.

    Lütfen bu mesaja yanıt verirken e-posta iletişimi için tercihinizi belirtin (portal üzerinden şifreli ya da şifrelenmemiş). Daha güvenli bir iletişim tercih ederseniz, bir sonraki e-postamda şifreli portal sistemine nasıl erişip mesaj gönderip alabileceğinizi açıklayacağım. Eğer daha güvenli sistemi kullanmak istemezseniz, lütfen bunu da belirtin; böylece size doğrudan e-posta yoluyla yanıt verebilirim. Elbette, ileride isterseniz iletişim biçimini değiştirme seçeneğiniz her zaman olacaktır.

    Yakın gelecekte sizden haber almayı ve bir görüşme zamanı ayarlamayı sabırsızlıkla bekliyorum.

    Saygılarımla,


    Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why?, İkinci Baskı, yazarları Suzanne Bender ve Edward Messner. Telif Hakkı © 2022 The Guilford Press. Bu materyali kişisel kullanım veya hastalarla kullanım amacıyla fotokopiyle çoğaltma izni, kitabı satın alanlara verilmiştir (ayrıntılar için telif hakkı sayfasına bakınız). Satın alanlar, bu materyalin büyütülmüş versiyonlarını indirip yazdırabilirler (içindekiler tablosunun sonundaki kutuya bakınız).

    TERAPİST ARACI 1.2

    Terapistin Hasta İletişimi İçin Şifreli E-posta Erişimi Olmadığı Durumda Kullanabileceği Örnek E-posta

    Merhaba, e-postanız için çok teşekkür ederim.

    Bir değerlendirme görüşmesi için uygun olabilecek zamanları yazmadan önce, terapistlerle hastalar arasındaki e-posta yazışmalarına ilişkin mevcut yasal koruma düzenlemeleri hakkında sizi bilgilendirmem gerekiyor.

    İnternet üzerinden gönderilen e-postalar, her iki taraf da bir portal aracılığıyla şifreleme teknolojisi kullanmadığı sürece güvenli değildir. Şifreleme olmadan, e-postanın yalnızca hedef alıcısına değil, başkalarına da ulaşması ve onlar tarafından da okunması mümkündür; bu durum, bilgilerinizin izinsiz olarak kullanılması veya ifşa edilmesiyle sonuçlanabilir. Portal kullanılmaksızın yapılan şifrelemelerde dahi, e-posta sağlayıcıları bilgilere erişebilir, bunları saklayabilir ve kopyalarının kontrolünü elinde tutabilir. Bu nedenlerle, güvenli olmayan e-postalar zamanlama gibi basit konularla sınırlandırılmalı ve önemli gizli bilgilerin paylaşımında kullanılmamalıdır.

    Ne yazık ki, şu anda özel bir portal üzerinden çalışan şifreli bir e-posta sistemine erişimim bulunmamaktadır. Yukarıda belirtilen bazı riskler mevcut olmakla birlikte, bu e-posta yoluyla iletişime devam etmeyi uygun bulup bulmadığınızı lütfen bu mesaja yanıt vererek belirtin.

    Eğer portal üzerinden şifreleme seçeneği olmadan iletişim kurmak sizin için uygun değilse, lütfen (buraya telesekreter numarasını yazın) numaralı telesekreterimi arayarak bana ulaşın; böylece gelecekte yalnızca telefonla iletişim kurarız.

    Tedavi süreci boyunca tercihlerinizi değiştirme hakkınız her zaman vardır.

    Yakın zamanda sizden haber almayı ve bir görüşme zamanı ayarlamayı sabırsızlıkla bekliyorum.

    Saygılarımla,

  • Terapist Olmak: Neyi Neden Söylüyorum? (Kitap)

    Okuyacağınız metin Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why? adlı kitabın çevirisidir.

    Sunuş (Preface)

    Boş sandalyeye gülümsedim; yüz ifademin empati ve bilgelik yansıttığını umuyordum. On beş dakika içinde, ilk psikoterapi hastam bu sandalyeye oturacaktı ve mekâna bağlı öğrenmeye [site-dependent learning] güçlü bir şekilde inanan biri olarak, bu son provaların yaklaşan seansın ilk anlarına beni hazırlayacağını umuyordum.

    Not: Site-dependent learning (mekan-bağımlı öğrenme), bireyin belirli bir çevresel bağlamda (fiziksel konumda) edindiği bilginin, aynı çevresel bağlamda daha kolay hatırlanmasını ifade eden bir bilişsel psikoloji terimidir. (ChatGPT)

    Hazırladığım tanışma konuşmasının ayrıntılarını bir kez daha gözden geçirdim. Çeşitli “empatik duruşlar” sergilemeye çalıştım. Mendil kutusunu boş sandalyenin yanına yerleştirdim. Boşluğa doğru elimi uzattım. “Ben Dr. Bender,” dedim, elimden gelen en duyarlı ve profesyonel tonla. Duraksama. Duraksama. İlk selamlaşmadan sonra ise, dilim tutuldu.

    Psikoterapi eğitiminden önce, hastalarla konuşmakta hiç zorluk yaşamamıştım. Bir yıllık tıp stajım boyunca, ciddi şekilde hasta olan bireylerle iletişim kurmak güçlü yönlerimden biri gibi görünüyordu. Belki de psikoterapi asistanı olarak aniden kelimelerimi yitirmem, kendi içimde taşıdığım yüksek beklentilerle bağlantılıydı. Çok iyi bir terapist olmak istiyordum. Aslında dürüst olmak gerekirse, olağanüstü biri olmak istiyordum. Ama bunun yerine, psikiyatrist olarak geçirdiğim ilk yıl, ilk hastalarımı dikkatle dinlerken ter döktüğüm bir yıla dönüştü. İçimden (belki bekleyerek, belki umut ederek, belki dua ederek) iyileştirici kelimelerin içimden sihirli bir şekilde çıkmasını, tarihteki ilk kendiliğinden psikiyatrik iyileşmenin habercisi olmasını umuyordum. Bilirsiniz, hasta ofise ıstırap içinde girer ve 50 dakika sonra, ofisten insan olma hâline dair tazelenmiş bir umut ve inançla ayrılır.

    Üniversitede psikoloji okudum ve terapist olan bazı akrabalarım var; bu yüzden bu işe doğal bir yeteneğim olacağını umuyordum. Ancak söylemeye gerek yok bile: Hayal kırıklığına uğradım ve psikoterapi sanatını, herkes gibi aynı zahmetli ve yavaş tempoda öğrenmek zorunda kaldım.

    Eğitimimin ilk birkaç yılında, kelimeleri aramaya başladım: yatıştıran kelimeleri, nazikçe yüzleştiren kelimeleri ve teselli eden kelimeleri. Birçok süpervizörüm, seans öncesinde başvurmak üzere verdikleri tavsiyeleri birebir not almamı hafifçe alaya alarak karşılıyordu. Açıkçası, ben hâlâ bu yaklaşımın tamamen mantıklı olduğunu düşünüyorum. Psikoterapide kelimeler ve cümleler, müdahalenin araçlarıdır. Cümle yapısındaki küçük bir değişiklik, bir ifadeyi yargılayıcı olmaktan çıkarıp meraklı ve empatik bir hale getirebilir. Örneğin, “Eşinizle ilişkiniz karmaşık görünüyor” cümlesi, “Eşinizle başa çıkmakta kesinlikle zorlanıyorsunuz” ifadesine kıyasla çok daha az küçümseyici bir tondadır.

    Tüm bu yoğun hazırlığa rağmen, terapist olarak geçirdiğim ilk yılım sorunsuz geçmedi. İlk seansa hiç gelmeyen hastalara, birkaç görüşmeden sonra ortadan kaybolanlara katlandım. Bu tekrar eden kaçma tepkilerine istemeden ben mi neden oluyorum diye kaygılandım.

    Kulağımın içine gizlice yerleştirilecek, doğrudan süpervizörümün ofisine bağlanan gelişmiş bir telsiz sistemi hayal ederdim. Böylece zor bir seansta ihtiyaç duyduğum rehberliği anında alabilirdim. Danışan burnunu silerken ben gizli mikrofonuma fısıldardım: “Dr. Messner, hatta mısınız? Hiç konuşmuyor. Şimdi ne yapmalıyım?”

    “10-4, Suzanne, neden ona erkek kardeşiyle olan ilişkisini biraz daha sormuyorsun?”

    “Anlaşıldı. Teşekkürler. Şimdilik kapatıyorum. Gelişmeleri aktarırım.”

    “Orada gerçekten ne yapıyorsunuz?” sorusu, psikiyatrist olarak geçirdiğim ilk yıllarda zihnimde sürekli dolaşan bir soruydu. Tıp fakültesinde ya da staj sırasında psikoterapi süreci hakkında neredeyse hiçbir şey öğretilmemişti. Eğitimim sırasında filmlerdeki terapist temsillerini zihnimde canlandırmak pek yardımcı olmuyordu. Birçok terapist, filmlerde ya tuhaf, biraz eksantrik karakterler olarak mizahi unsurlar için kullanılıyor ya da en kötü ihtimalle hastalarıyla ya da hastalarının aile üyeleriyle ilişki yaşayan kişiler olarak betimleniyordu. Robin Williams’ın Good Will Hunting [Can Dostum] filmindeki sıcak, empatik terapisti bile sınır ihlalleri yapıyor ve klinik açıdan tartışmalı müdahale biçimleri sergiliyordu -ki bunlar en iyi ihtimalle sadece beyaz perdede kalmalıydı. Ordinary People filminde Judd Hirsch’ün canlandırdığı duyarlı terapist dışında (ve birkaç etkileyici sahneden ne kadar teselli edici yorum çıkarılabilir ki?), büyük perdede duyarlı, zeki ve etik terapist betimlemelerine nadiren rastlanıyordu. Çoğu zaman Hollywood, “ne yapılmamalı”ya dair oldukça net bir taslak sunuyordu.1

    1Becoming a Therapist kitabının ilk baskısının yayımlanmasından bu yana, birçok yeni dizi ve film psikoterapistleri eylem hâlinde tasvir etti. Örneğin, HBO’nun In Treatment dizisi (ilk versiyonu 2008–2010 yılları arasında yayınlandı), psikoterapi sürecine dair düşünceli ve incelikli bir tasvir sunar; her bölüm, bir terapi seansının yoğunlaştırılmış bir versiyonudur. Dizinin orijinal versiyonunda terapist Dr. Paul Weston, ciddi ve zaman zaman tehlikeli sınır ihlalleriyle mücadele eder. Big Little Lies (2017–2019) dizisinde ise Dr. Amanda Reisman, birden fazla karakterin terapisti olarak öne çıkar; bir karakterin evliliğinde yaşadığı duygusal ve fiziksel istismarı fark etmesine yardımcı olurken, yaklaşımı zaman zaman fazla basitleştirilmiş ve yer yer utandırıcı bulunarak eleştirilmiştir. In Treatment dizisinin yeni versiyonu ya da terapötik karşılaşmayı konu alan diğer diziler bu tür tuzakların bazılarını aşmış olabilir; ancak ben bu yapımların klinik formülasyon, kuram ve teknik açısından ideal modeller olarak kullanılmaması gerektiği görüşünü sürdürmekteyim. Bu diziler, psikoterapiye dair merak ve tartışmaları teşvik etmek, sorular uyandırmak ve ruh sağlığı tedavisine dair damgalamayı azaltmak açısından değerli kaynaklardır.

    Başlangıç düzeyindeki kuram/teknik derslerim ve süpervizyon görüşmelerim bana bazı yararlı rehberlikler sunsa da, sorularım cevaplardan çok daha hızlı ortaya çıkıyordu. Bir aceminin bakış açısından, yeni başlayan terapistler için yazılmış kitapların çoğu pek işe yaramaz görünüyordu. Bir kitap, kriz hâlindeki ajite bir hasta için “kapsayıcı bir ortam [holding environment]” yaratmamı öneriyordu. Bir diğeri, konuşmak istemeyen bir hastayla [direnci keşfetmenin [explore the resistance]” faydalı olabileceğini söylüyordu. Oysa sadece birkaç haftalık deneyimim varken, bu önerileri nasıl hayata geçireceğime dair en ufak bir fikrim yoktu.

    Durumu daha da zorlaştıran şey, bu kitaplarda yer alan hastaların fazlasıyla iyi huylu ve uyumlu olmalarıydı. Randevularına zamanında geliyor, karmaşık yorumları anlayabiliyor ve terapiste yönelik aktarım duygularını açıkça dile getiriyorlardı. Bu kadar olağanüstü ölçüde gelişmiş örnekler için tasarlanmış müdahaleleri, daha önce hiç psikoterapi deneyimi olmayan sıradan hastalarıma uygulayabileceğimi düşünmedim. Bu sırada kliniğim büyüyordu ve kendimi birçok karmaşık klinik durumun ortasında buluyordum. İhtiyacım olan şey, ne yapmam, ne söylemem ve neden yapmam gerektiğini açıkça anlatan net yönergelerdi.

    Becoming a Therapist: What Do I Say, and Why? kitabının temelleri, eğitim sürecim sırasında, Massachusetts General Hospital (MGH) kafeteryasında Dr. Edward Messner ile yaptığım masum bir sohbet sırasında atıldı. Dr. Messner, MGH’deki başlıca eğitmen ve mentorlardan biriydi ve karmaşık psikoterapötik kavramları açık ve öz bir şekilde açıklama konusunda özel bir yeteneğe sahipti. O anki bir içgüdüyle, terapinin nasıl uygulanacağını merak eden ama kafası karışık olan yeni başlayanlar için birgün bir kitap yazma umudumdan söz ettim. Daha fazla deneyim kazandığımda -belki 50 yaşıma geldiğimde-başkalarına yol gösterebileceğimi düşünüyordum. Ancak 20 yıl beklemek yerine, Dr. Messner bu kitabı birlikte yazmayı önerdi. Bu, benim için bir “aha” anıydı: iş birliğimiz, yeni başlayan terapistler için yazılacak bir kitabı yapılandırmanın mükemmel bir yoluydu. Ben hâlâ acemileri rahatsız eden kemirici sorularla iç içeydim, Dr. Messner ise ne yapılması gerektiğini, 40 yılı aşkın klinik deneyimine dayanarak açık ve net bir şekilde anlatabiliyordu.

    Kahve eşliğindeki o sohbetimiz, şu anda elinizde tuttuğunuz kitabın tohumu oldu -bu metin, özellikle psikoterapi eğitimi alanlar için hazırlandı (psikiyatristler, klinik psikologlar, ruh sağlığı danışmanları, psikiyatri hemşireleri ve sosyal hizmet uzmanları dâhil). Tüm yeni terapistlerin ortak yaşadığı güçlük, bir hastayla psikoterapötik bir bakış açısıyla nasıl konuşulacağına dair yaşadıkları tereddüttür. Biz bu kitabı hekim bakış açısından kaleme aldığımız için terapi arayışındaki kişiyi hasta [patient] olarak adlandırıyoruz; ancak bazı terapistler bu kişi için danışan [client] terimini tercih edebilirler.

    Her ne kadar kitabı yalnızca klinisyenler için eğitici bir kaynak olarak hazırlamayı hedeflemiş olsak da, yazar ve avukat gibi farklı mesleklerden birçok arkadaşımın projemize ilgi göstermesi beni çok mutlu etti. Görünüşe göre psikoterapi sürecine dair soruları olanlar sadece terapistler değil. İnsanlar, konuşmaya dayalı tedavide neler olup bittiğini, terapistlerin nasıl düşündüğünü ya da hissettiğini, ne söylediklerini ve neden söylediklerini merak ediyorlar. Bu nedenle yazım tarzında mesleki jargondan kaçınıldı; onun yerine, tüm ilgili okurlar için erişilebilir açık ve anlaşılır açıklamalar hedeflendi. Teknik terimlerin tanımlandığı bir terimler sözlüğü de metne dâhil edildi.

    İlk baskının yayımlanmasından bu yana on yılı aşkın bir süre geçti ve pek çok şey değişti. Dr. Messner’in 2006 yılında hayatını kaybetmesi büyük bir kayıptı, ancak onun bilgeliği hâlâ her hasta görüşmemde bana rehberlik ediyor. Becoming a Therapist’in onun rehberliğini ve derin düşüncelerini hem onu tanıyanlar hem de geleceğin yeni terapist kuşakları için yaşatıyor olmasından büyük bir minnettarlık duyuyorum. Şahsen, Dr. Messner’a yıllar önce sözünü ettiğim 50. yaşımı geçmiş durumdayım. Artık deneyimli bir klinisyen, süpervizör ve mentorum. Dr. Messner’ın izinden giderek, MGH Psikiyatri bölümünde (Çocuk Psikiyatrisi biriminde) asistanlara yönelik haftalık bir psikoterapi dersi veriyorum. Klinik becerilerime güveniyorum, ancak kariyerin her aşamasında mesleki gelişimin temelinde özdüşünümün [self-reflection] ve merakın yer aldığına olan inancımı sürdürüyorum. Bu ikinci baskıyı tek başıma kaleme alıyorum ve deneyimli bir eğitmen ve terapist olarak güncel bakış açımı ekliyorum. Dr. Messner artık yanımda olmasa da onun katkısı hâlâ hissediliyor -hem ilk baskıdaki bilgece içgörülerinde hem de sanki omzumun üzerinden bakarak yaptığı düşünceli yorumlarda ve yönlendirmelerde.

    İkinci baskı, bazı önemli klinik konularla ilgili ek bilgiler içermektedir. 1. Bölüm, hastalarla e-posta veya mesaj yoluyla nasıl iletişim kurulacağına dair rehberlik sunar. 5. Bölüm, kültürel kimlik, kültürel alçakgönüllülük ve ırkçılık üzerine yeni bir tartışma içermektedir. 12. Bölüm, bir klinisyen olarak sosyal medyada gezinmenin karmaşıklıklarını ele alır ve psikoterapinin elektronik sağlık kayıtlarında nasıl belgelenmesi gerektiğini tartışır. Madde kullanım bozukluklarına ayrılmış olan 13. Bölüm, baştan sona güncellenmiştir. 18. Bölüm ise COVID-19 küresel pandemisi sırasında edinilmiş kişisel bir hızlandırılmış deneyimden yola çıkarak, çevrim içi sağlık hizmetlerinin (tele-sağlık) artılarını ve eksilerini ele alır. Kitap boyunca, her bölümün sonunda yer alan ve terapistin tedavi planlamasına yardımcı olmayı amaçlayan faydalı kaynaklar (Terapist Araçları) bulunmaktadır; bu kaynaklara kitabın eşlik eden internet sitesinden de erişilebilmektedir (ayrıntılar için içindekiler tablosunun sonundaki kutuya bakınız).

    İlk baskıda birinci çoğul şahıs anlatımı yazım sürecimizi yansıtırken, gözden geçirilmiş ikinci baskı büyük ölçüde birinci tekil şahıs anlatımıyla kaleme alınmıştır -yalnızca Dr. Messner ile aramdaki belirli etkileşimleri anlatırken bir istisna yapılmıştır. Ayrıca, ilk baskıda hastalardan söz edilirken çoğunlukla she/her/hers zamirleri tercih edilirken, ikinci baskıda cinsiyeti belirtilmeyen kişiler için they çoğul zamiri kullanılmaktadır; bu kullanım, erkek, kadın ve ne erkek ne kadın olan [nonbinary/kendini belli bir cinsiyet içinde sınıflandırmayan] zamirleri olan bireyleri aynı anda kapsadığı için en kapsayıcı yaklaşım olarak benimsenmiştir.

    Psikoterapi sürecinde sıkça karşılaşılan temel meselelere nasıl yaklaşılacağını gösterebilmek amacıyla, Dr. Messner ile birlikte hayalî bir danışan yarattık: 21 yaşında, üniversite üçüncü sınıf öğrencisi Sallie Gane. Sallie Gane sayesinde, okuyucu adeta duvardaki bir sinek gibi terapi seansına kulak misafiri olabilir; Sallie ile onun varsayımsal terapisti olan benim aramdaki süreci takip edebilir. Onun öyküsü zaman içinde, gerçek bir terapi sürecinde olduğu gibi yavaş yavaş açığa çıkacaktır. Sallie’nin ses tonu, yüz ifadeleri, jestleri ve duruşu gibi beden dili unsurlarını tanımlayan notlar, sözel olmayan iletişimini anlamamıza yardımcı olacaktır. Benzer şekilde terapiste ait beden dili notları da yer alacaktır; çünkü terapistin beden dili, söylenen sözleri tamamlar ve etkili bir tedavi sürecinin vazgeçilmez bir parçasıdır.

    Sallie ile etkileşimlerimde tipik psikoterapötik ikilemleri deneyimledikçe, kitap çeşitli olası yanıtları örneklerle gösterecektir. Her diyalog başlığı, okuyucuya o örneğin klinik açıdan etkili bir stratejiyi mi temsil ettiğini yoksa kaçınılması gereken bir yaklaşımı mı gösterdiğini açıkça belirtir.

    Sallie’nin tedavisi, terapiye dair temel ilkeleri bütünlüklü bir çerçevede örneklemektedir; ancak onun psikolojik çatışmaları, birçok hastanınkine kıyasla daha basittir. Ekonomik zorluklarla mücadele etmemektedir. Kişisel ya da sistemik ırkçılıkla karşılaşmamıştır ve bu ayrıcalıktan faydalanmaktadır. Cisgender ve heteroseksüel bir kadın olarak dünyada yol almak görece daha kolaydır. Fiziksel sağlığı yerindedir ve bedensel olarak herhangi bir engeli yoktur. Şu anda bir madde kullanım bozukluğu bulunmamaktadır. Fiziksel, cinsel ya da duygusal istismar yaşamamıştır.

    Eğitim amaçlı olarak bu terapi, Sallie’nin üniversiteden arkadaşı Gwen ile yaşadığı zorluklar ve annesiyle olan çatışmaları etrafında şekillenmektedir. Bazı terapilerde odak tek bir ebeveynle olan ilişki üzerine daha fazla yoğunlaşabilir; ancak odağın yalnızca bu denli dar olması pek alışılmış değildir, çünkü çoğu hasta hem ebeveynleri hem de başka birçok kişinin etkilerine maruz kalmıştır. Yine de, Sallie’nin yaşadığı zorluklara yanıt olarak sunulan strateji ve ifadelerin, kendi hastalarınızla yapacağınız çalışmalarda da kullanılabilir olmasını umut ediyorum.

    Kitap boyunca, Sallie’nin tedavisinde ele alınmayan konuları tartışmak üzere başka hayalî hastalara da yer verdim. Candice Jones, stres altındayken gerçek ile fanteziyi ayırt etmekte zorlanan bir hastadır ve belli aralıklarla (5., 12., 17. ve 18. bölümlerde) yer alır; onun üzerinden bu tür zorluklar yaşayan hastalar için özel bir tedavi yaklaşımı örneklenmektedir. 13. bölümde yer alan Anthony Lee ise problemli alkol kullanımıyla mücadele etmektedir. Onun öyküsü, bir madde kullanım bozukluğu olan hastayla çalışırken terapistin stratejisinin nasıl değişmesi gerektiğini göstermektedir. 14. bölümde tanıtılan bir diğer hasta, Elaine Barber, psikoterapi ve psikiyatrik ilaç tedavisinin birlikte yürütüldüğü durumlarda ortaya çıkan terapötik meseleleri vurgulamak amacıyla ele alınmıştır. Ayrıca, diyalogları desteklemek için bazı gerçek hastalara da atıfta bulundum. Bu durumlarda, hastaların tanınmasını önlemek amacıyla birçok klinik ayrıntı ve ayırt edici özellik değiştirilmiştir. Hastaların mahremiyeti tamamen korunmuş, ancak eğitsel açıdan önemli noktalar titizlikle muhafaza edilmiştir.

    Kitabın ilk kısmı olan “Görüşme [The Consultation]”, yeni bir hastayla yapılacak ilk birkaç seansa nasıl yaklaşılması gerektiğini ana hatlarıyla ortaya koyar. Bu kısım, randevu ayarlamak amacıyla yapılan ilk telefon görüşmesi ya da e-posta ile başlar ve sürece yabancı olan bir hastaya psikoterapinin ne olduğunun açıklanmasıyla sona erer.

    İkinci kısım olan “Çerçeve ve Varyasyonlar [Frame and Variations]”, bir terapistle konuşmanın bir arkadaşla konuşmaktan nasıl farklı olduğunu açıklar. Bu seksiyon, terapi sürecinin temel kurallarının (örneğin belirli bir saatte başlaması ve bitmesi gibi) neden önemli olduğunu ele alır -bu kurallar, yeni başlayan bir klinisyen için keyfi ya da gereksiz görünebilir. Kısım ayrıca, terapi sınırlarının ihlal edildiği durumlarla nasıl başa çıkılacağını da örneklerle gösterir. İkinci baskıya eklenen yeni bir bölüm, terapistin yaşamındaki olayların (örneğin tatil, doğum izni ya da hastalık) psikoterapi süreci üzerindeki etkisini tartışır.

    Üçüncü kısım olan “Kimya [Chemistry]”, psikoterapi uygulamalarıyla ilişkili yararlı ve zararlı ilaçlara odaklanır. 13. bölüm, madde kullanımıyla ilgili zorluklar yaşayan hastaları tanıma ve tedavi etme yollarını ele alır. 14. bölüm ise psikoterapi ile birlikte yürütülen psikotrop ilaç tedavisinin nasıl koordine edileceğine dair öneriler sunar.

    Dördüncü kısım olan “Terapötik İkilemler [Therapeutic Dilemmas]”, terapi sürecinde ortaya çıkabilecek daha karmaşık meselelere nasıl yaklaşılacağını ele alır; bunlar arasında rüyalar, yorumlar ve aktarım gibi konular yer alır. Bu seksiyon genel olarak, tedavinin temelini oluşturan kurallardan ziyade, terapötik sürecin incelikli ve derinlikli işleyişine odaklanır.

    Beşinci kısım olan “Bir Terapist Olmak [Being a Therapist]”, ikinci baskıya yeni eklenmiştir. 19. bölümde, sizi terapist olma yolculuğumdan geçirmenin ardından, bir terapist olmanın nasıl bir deneyim olduğuna dair düşüncelerimi paylaşıyorum. Yıllar içinde faydasını gördüğüm bazı klinik ilkeleri gözden geçiriyor ve kimlik bilgileri değiştirilmiş şekilde, akılda kalan bazı psikoterapi karşılaşmalarının ayrıntılarını aktarıyorum -iyi gitmeyenler de dâhil. Bu deneyimlerden neler öğrendiğimi paylaşıyorum. Bir terapist olarak, sürekli öz-eleştirinin önemine derinden inanıyorum; klinik becerilerin gelişimi, eğitim sürecinin sona ermesiyle tamamlanmaz. Sayısız saat süren süpervizyon görüşmeleri, meslektaşlar ve mentorlarla yapılan paylaşımlar, sorularımı netleştirmeme ve kendi yanıtlarımı bulmama yardımcı oldu. Bu katkılarda bulunan klinisyenleri şükranla kitabın teşekkür bölümünde anıyorum.

    Hastalarınızla karşılaşacağınız her duruma dair yanıtları bildiğimi iddia etmiyorum; psikoterapi süreci, bu sürece katılan hastalar ve terapistler kadar karmaşık ve değişkendir. Bunun yerine, bu kitapta sunulan kavramların ve yaklaşımların, kendi sesinizi geliştirirken size yol göstereceğini umuyorum.

    Bu kitap sizi psikoterapinin temelleri boyunca yönlendirecek: Bir hastayla görüşmeye nasıl başlanır, sürecin doğasında bulunan kaçınılmaz zorluklarla nasıl ilerlenir, ne yaptığınızı ve neden yaptığınızı nasıl anlarsınız ve son olarak, bir tedavi süreci nasıl sonlandırılır? En büyük umudum, bu kitabın size, benim bir terapist adayıyken aradığım şeyi sunabilmesidir.

    Giriş

    Terapist adayıyken, eğitmenlerimin psikoterapiyi iki partner arasındaki doğaçlama bir dansa benzetmeleri beni oldukça etkilemişti. İlk “merhaba” ve setin sonunda söylenecek “teşekkürler” planlanabilir olsa da, bu ikisi arasında ne olacağı öngörülemezdir. Usta dansçılar, temel ve yaygın dans adımlarını en iyi bilenler oldukları için yeni bir partnerle rahatlıkla doğaçlama yapabilirler. Psikoterapi de buna benzer. Deneyimli terapistlerin ellerinde geniş bir “adım [steps]” repertuvarı vardır. Psikoterapinin temellerinde rahattırlar ve her tedaviyi, hastanın benzersiz ihtiyaçlarına göre şekillendirirler.

    Bu kitabın amacı, psikoterapi uygulayabilmek için bilinmesi gereken temel adımları akıcı biçimde öğretmektir. Bir yemek kitabı ya da ezberlenmesi gereken bir senaryo değildir; yeni başlayanların yaygın klinik ikilemleri anlamalarına ve çözmelerine yardımcı olacak bir rehberdir. Kitapta, tedavi sürecinde sıklıkla karşılaşılan çıkmazlar açıklanır ve ardından bu durumlara verilebilecek çeşitli yanıtlar değerlendirilir.

    TEMELLER

    Psikoterapinin amacı nedir? Psikoterapi, hastaların travmalar, krizler, kayıplar ve gelişimsel bunalımlar ile başa çıkmalarına yardımcı olabilir. İnsanların yaşamın zorluklarına karşı etkisiz kalıplarını fark edip bunları geride bırakarak ve daha önce örtük kalmış yeteneklerini, kapasitelerini ve güçlerini keşfederek en iyi yönlerini ortaya çıkarmalarını sağlayabilir. Psikoterapötik ilişkinin kendisi de iyileşme sürecine dahildir. Bu ilişki, olgun ve empatik etkileşimler için bir model sunabilir ve duygusal açıdan yüklü durumlarda problem çözme becerilerinin gelişmesini destekleyebilir. Psikoterapi kişisel olgunlaşmanın önündeki engelleri kaldırarak, bir hastanın içsel karmaşıklığını, zenginliğini, güzelliğini ve değerini keşfetmesine yardımcı olabilir.

    Psikoterapinin gerçekleşebilmesi için, hastanın terapistin ofisine gelmesi gerekir. Bu, küçümsenecek bir başarı değildir. Randevu almak için arayan hasta, en iyi çabalarına rağmen çözülememiş bir duygusal çatışma ya da zorluk yaşadığını kabul etmiş olur. Çoğu zaman, terapiste gidiş hastanın son çare olarak gördüğü bir adımdır. Psikoterapi pek çok kişi tarafından yeterince anlaşılmadığı için sıklıkla geri planda tutulur ve genellikle, ancak egzersiz, gevşeme, arkadaş tavsiyesi, vitamin takviyeleri gibi diğer çözümler işe yaramadığında düşünülür.

    İlginçtir ki, bir tedavi süreci ilerledikçe odak noktası, hastayı terapiye getiren ilk çatışmadan oldukça farklı bir konuya kayabilir. Örneğin, bir hasta terapiye, düşünceli jestlerine karşılık vermeyen benmerkezci partnerinden şikâyet ederek başlayabilir. Tedavinin başlarında odak hastanın ilişkisi üzerine yoğunlaşsa da, zamanla bu odak değişebilir. Hasta neden baştan beri bu kadar tatmin edici olmayan bir partnere yönelmiştir? Geçmiş ve şimdiki zorluklar üzerine yapılan bazı görüşmelerden sonra, hastanın kendini benmerkezci eşlere çeken uyumsuz bir davranış örüntüsüne sahip olduğu ortaya çıkabilir.

    İşte psikoterapide çalışmanın asıl zorlaştığı yer burasıdır. Eğer farklı davranmak ya da daha iyi hissetmek kolay olsaydı, hasta en başta terapiye ihtiyaç duymazdı. Anlamsız gibi görünen bir duygusal çatışmanın (örneğin, bu kişi neden sürekli destekleyici olmayan partnerlere çekiliyor?) altında, daha uyumlu davranışlara karşı duran çok sayıda intrapsişik güç ve aşırı öğrenilmiş tepki yatıyor olabilir. Hastanın iyileşebilmesi için erken deneyimlerin güçlü etkilerinin de anlaşılması gerekir. Pek çok içsel çatışma, korku ve güdü hastanın bilinçdışı alanında köklenmiştir. Tüm bu güçler son derece etkilidir. Etkili olmak zorundadırlar; çünkü hastanın kendi mutluluğunu ya da üretkenliğini destekleyecek şekilde davranmasını defalarca engellemişlerdir.

    Terapistler olarak görevimiz ve sorumluluğumuz, bu içsel güçleri tanımak, onlara saygı duymak ve ardından onları dikkatle, ayrıntılı biçimde anlamaya çalışmaktır. Kişi için duygusal kusurlarına bakmak kolay değildir; tedavinin etkili olabilmesi için, hastanın yaşadığı zorluklar küçümseyici olmayan ve şefkatli bir biçimde ele alınmalıdır. Terapinin amacı, bu inançların, duyguların ve davranış kalıplarının güçlü etkisini anlamaktır. Bu örüntüler, bir zamanlar işlevsel oldukları için var olmuşlardır; ancak kişi terapiye başvurduğunda, artık genellikle işlevlerini yitirmiş ve zararlı hâle gelmiş olurlar.

    Hasta, bilinçdışı güdülerinin hem düşünsel hem de duygusal bileşenlerini anlayıp bütünleştirebildiğinde, duygusal büyüme ve değişim mümkün hâle gelir. Bu bilgiyi ona eşlik eden duygulardan bağımsız olarak öğrenmek ya da kaynağını kavramadan yalnızca incinmiş ve öfkeli hissetmek terapötik değildir. Duygusal değişimin gerçekleşebilmesi için, bir çatışmaya eşlik eden hem hislerin hem de düşüncelerin anlaşılması gerekir. Ancak bu sayede hasta, aslında seçenekleri olduğunu fark edebilir; çünkü bu farkındalıktan önce, uyumsuz davranışları otomatik ve tek seçenek gibi görünmektedir. Tedavi ilerledikçe, hasta yaşamın çatışmalarına ve ikilemlerine daha fazla içgörü ve esneklikle yaklaşabilir, onun daha uyumlu yolları seçme kapasitesi artar.

    Ayrıca, iyi hazırlanmış bir terapistin müdahale repertuarında çeşitli olasılıkların bulunması gerektiğine inanıyorum. Bilişsel-davranışçı terapi (BDT), ağırlıklı olarak inançlara, tutumlara ve otomatikleşmiş [overlearned] davranışlara odaklanır. Psikodinamik terapi ise, önceden belirlenmiş bir tedavi planı yerine serbest çağrışım, özdüşünüm ve aktarım üzerinden ilerleyerek duygusal sıkıntıyı besleyen çoklu intrapsişik güçlerin keşfedilmesini ve anlaşılmasını amaçlar. Psikofarmakolojik tedavi ise hastanın nörokimyasal ortamını [neurochemical milieu] ilaç yoluyla değiştirmeyi hedefler. Bu kitap, iyi donanımlı bir terapistin çeşitli müdahale seçeneklerine hazır olması gerektiği ilkesinden yola çıkarak tüm bu yaklaşımlardan unsurlar içermektedir. Bu nedenle, kitabın yaklaşımı “bütünleştirici [integrative]” olarak tanımlanabilir.

    İşte böyle. Şimdi okumaya devam edin; hayalî hasta Sallie ile terapi süreci, telesekreterime bıraktığı ilk mesajla başlıyor. Onun telefon aramasına nasıl yanıt vermeliyim? Bu tür sorular, eskiden beni epey zorlayan sorulardı. Umuyorum ki bu metin, tam da bu tür temel sorulara yanıt sunar -psikoterapinin “ne” olduğunu, “neden” önemli olduğunu ve özellikle yeni başlayanlar için en kritik unsur olan “nasıl” uygulanacağını açıklar.

    KISIM 1: KONSÜLTASYON

  • Depresyon Yaratan / Depresif Durumların Psikodinamiği (12. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 12. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Giriş

    Psikiyatrist ve eğitimci Paul Hoch önemli bir soru ortaya atar: depresyonda olan farklı kişiler “klinik olarak aynı mıdır, aynı psikodinamiklere mi sahiptirler ve terapiye aynı şekilde mi yanıt verirler?” Bu soruya yanıt olarak, depresyonun dinamiklerinin çeşitli olduğunu öne sürüyoruz – yani, depresif olmanın birçok yolu vardır – ve günümüzde yaşanan depresyon deneyimlerinin, erken dönem ilişkilerde hissedilen çeşitli zorluklardan kaynaklanabileceğini düşünüyoruz. Depresif durumlar yaşayan kişiler arasında ortak gelişimsel temalara ve terapötik durumlara dikkat çekeceğiz. Özellikle iki yaygın klinik örüntü üzerinde ayrıntılı duracağız: ilki, kayıp ve terk edilme dinamikleriyle ilgili bir örüntü; ikincisi ise, kişinin kendine yönelik sert eleştirilerde bulunduğu ve bunun hem kendisini hem de başkalarını değersizleştirmeye yol açtığı bir eğilimdir.

    “Depresif/depresyon yaratan” durumlar ifadesini kullanmamızın nedeni, depresyonu kişinin yalnızca “öyle olduğu” pasif bir hâl olarak kavramsallaştırmak yerine, onun dinamik doğasını vurgulamaktır. Psikodinamik bakış açısından bu, kişinin iç dünyasının bir yönünün o kişi için depresif bir biçimde işlediği ve onu depresif hissettiren aktif ve dinamik bir durumdur. Bu bölüm, depresif/depresyon yaratan durumların dışa vurumlarını ayrı bir “bozukluk” olarak değil, daha çok bir kişinin dünyasında ters giden bir şeyler olduğuna işaret eden ve ilgi gösterilip ele alınması gereken “temel bir duygusal tepki” olarak ele almaktadır.[2]

    Başlangıçta, bu geniş ve genel ilkelerin, faydalı bir çerçeve sunmalarına rağmen, her hastanın kendine özgü olana odaklanma ve onlarla birlikte kendi nesne ilişkileri ve psikolojik savunmalarını keşfetme temel psikodinamik amacıyla çeliştiği söylenmelidir.[3] Psikodinamik faktörlerle etkileşime giren bir bireyin kendine özgü sosyal koşulları ve yapısal faktörleri, kişiye özgü bir depresif/depresyon yaratan duruma yol açar.

    Depresif ilişkisel dinamiklere sahip kişilerin terapiye nasıl yanıt verdikleri açısından bakıldığında, genel bir psikodinamik yaklaşımda ortak noktalar bulunabilse de, terapötik çalışmanın özü önceden belirlenemez, her kişi için farklılık gösterir ve süreç boyunca ortaya çıkıp keşfedilmesi gerekir. Sorunu bir hastalık olarak ele alan “bozukluk merkezli” yaklaşımların aksine, psikodinamik yaklaşım, depresif/depresyon yaratan durumların semptomlarının ardında yatan anlamları ve ilişkileri anlamaya imkân tanır; duyguları ise etkin bir içsel dünyanın parçası olarak konumlandırır.

    Bu bölümde ele alınan ilişkisel dinamikler genellikle depresyon belirtileri gösteren kişilerde gözlemlenir, ancak sadece onlara özgü değildir. Bir bireyin temel ilişkisel dinamiklerini nasıl ortaya koyduğu ve yönettiği, yaşamının her aşamasında kendisi için en uygun olan savunma mekanizmaları kümesi ve nevrotik, borderline veya psikotik düzeyde mi işlev gördüğü gibi birçok faktörden etkilenir (bkz. Bölüm 9, “İçsel Dünyanın Örgütlenmesi” bölümü). Nitekim, bir kişi hayatının bir noktasında depresyona girebilir, başka bir noktasında ise yemeğini kısıtlayabilir; ancak her iki durumda da altta yatan nesne ilişkilerinin benzer olması beklenir. Bu nedenle, bu bölümde ele alınan temaların çoğu, sadece depresyonu olanlar için değil, geniş bir yelpazedeki insanlar için de geçerli olacaktır.

    Depresyon Yaratan / Depresif Durumların Teorisi

    Belirli sosyal durumlar — zorluklar, yoksulluk ve eşitsizlik gibi — bir kişinin depresyona girme olasılığını artırır. Bu sadece strese daha fazla maruz kalındığı için değil, aynı zamanda bu koşulların erken ve sonraki ilişkilere ek yük bindirmesinden dolayıdır.[4] Biyolojik, özellikle genetik faktörler de önemli bir rol oynayabilir.[3]

    Psikodinamik kurama geçecek olursak Fonagy, depresyona dair çağdaş bir psikodinamik anlayışı şu şekilde özetler: Depresyon, “hastanın gelişiminin erken dönemlerinde, kendisi için en büyük duygusal öneme sahip olan kişilere karşı ilk kez hissedilen acı verici ve süregelen ambivalanstan (ikirciklilikten) kaynaklanan mevcut yaşam zorluklarının bir sonucudur [5].”

    Terapötik alan sunulduğunda, birçok hasta, belirgin depresyondan çok önce başlayarak, “günlük” ilişkisel stres ve hayal kırıklıklarını nasıl incitici olarak deneyimlediklerini ve bunun da günlerce, hatta çok daha uzun süre süren bir üzülme, kırgınlık, öfke ya da gücenme duygusuna yol açtığını anlatır. Bu olgu bazen “narsisistik kırılganlık” olarak adlandırılır.[6] Terapinin erken aşamalarında, bir danışanın anlatısı açıldıkça, algılanan hayal kırıklıkları, eleştiriler ya da adaletsizliklerin, içsel terk edilme ya da eleştirilme dinamikleriyle nasıl ilişkili olduğu görülebilir; bu da kişinin savunmasız yönlerini açığa çıkarır. Bu içsel dinamikler, bir biçimde, erken gelişim döneminden beri varlığını sürdürüyor olabilir.[7] Bu süreçte, belki de kişinin kırılgan benlik saygısına “biriken yaralanmalar” nedeniyle depresyonun nasıl ortaya çıktığına dair bir anlayışa ulaşılabilir. (Bu genel açıklamanın sadece depresyonun gelişimiyle sınırlı olmadığını, yeme bozuklukları, madde kullanımı, obsesif düşünceler gibi zihinsel sıkıntının farklı dışavurumlarında da yaygın olduğunu belirtmek isteriz.)

    Depresif durumda başvuran kişilerde, erken gelişimsel zorluklar birçok biçimde ortaya çıkabilir; ancak iki yaygın tema, kayıp ve terk edilme deneyimleri ve/veya eleştirilmiş ve değersizleştirilmiş hissetme etrafında yoğunlaşır.[8] Bu temalar bu bölümün ilerleyen kısımlarında ayrıntılı biçimde ele alınacaktır. Klinik tabloda bu temalardan biri baskın olabilir, ancak ikisi bir arada da bulunabilir. Gerçekten de, “duygusal ya da fiili bir terk edilmenin ebeveyn eleştirisiyle birleşmesi, depresif dinamiklerin oluşması açısından özellikle olasıdır.”[9]

    Bu tür erken dönem gelişimsel yaşantılar —özellikle uzun süreli olduklarında ve güven duyulan birine açılma imkânı da yoksa— ilişkisel zorlukların dile getirilip ifade edilmesindense birey tarafından içselleştirilmesine yol açabilir. Başka bir deyişle, kişinin iç dünyası, deneyimlenen acı verici kişilerarası dinamiklerle şekillenmeye başlar. Örneğin bir çocuk, başkalarının temsilini, benlik ve değer duygusunu zedeleyen figürler olarak geliştirebilir. Bu tür içsel nesne ilişkileri, ortaya çıktıkları anda deneyimleri öngörülebilir kılarak ya da bir kontrol duygusu vererek uyum sağlayıcı olabilir (bkz. Kutu 12.1). Ancak, içsel dinamikler yetişkinliğe dek sürebilir ve dış koşullar değişse bile güncellenmeleri zor olabilir. Bu durum, bireyin dış dünyadaki mevcut ve gelecekteki ilişkilerini etkilediği gibi, içsel nesnenin içsel özneyle kurduğu ilişki biçiminde de —bir benlik parçasının diğerini bastırması/depresyona sokması yoluyla— içsel olarak da işlerlik kazanır.

    Kutu 12.1: Olumsuz çocukluk deneyimleri ve içsel dünya

    Fairburn’un tanımladığı üzere, kötü muameleye maruz kalmış bazı bireylerde, rahatsızlığın kaynağı olan kişi ya da durum idealleştirilebilir ve tüm “kötü” özellikler bireyin kendisine yansıtılabilir.[10] “Mutlu bir çocukluk geçirdim” ya da erken anılara dair hiçbir hatırlamanın olmaması, aslında çocukluk dönemleri oldukça sarsıcı geçmiş kişilerde sıkça görülen bir anlatıdır. Bu tür savunma manevraları, çocuğu ezici sıkıntıdan koruyabilir; çünkü bu savunma, sıkıntının kaynağını, çocuğun bağımlı olduğu dışsal bir kişiden alıp içe taşır ve böylece durum daha denetlenebilir ve daha az korkutucu hale gelir. Başka bir deyişle, “Benden nefret eden birine bağımlıyım” duygusu, “Ben insanları tüketiyorum, kötüyüm” ya da “Onu ben uzaklaştırdım” şeklinde daha katlanılabilir bir algıya dönüştürülür. Ferenczi, çocuk istismarında benzer dinamikleri tarif eder: çocuk, “saldırganla özdeşleşerek” kötü ve sorumlu hissedebilir; bu da aslında çok daha sarsıcı bir gerçeği – çocuğun neredeyse hiçbir yanlış yapmadığı, ama hem sevdiği hem de hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu bir yetişkinin ilişkiyi suistimal ettiği – kabul etmeye karşı bir savunmadır.

    Suçun sahiplenilmesi, o anda daha katlanılabilir hissettirebilir; ancak bu uyumlanma kalıcı hale gelirse, çocuğun kendilik saygısını nasıl taşıdığı üzerinde etkileri olur ve ileriki yaşamda depresif bir tepkiye (ya da başka sorunlara) yatkınlık yaratabilir.

    Okuyucular bu dinamiği, daha küçük ölçekte de olsa, yaşamlarında kontrol edemedikleri ciddi bir sorun meydana geldiğinde tanıdık bulabilirler. Böyle bir durumda, “Benim hatam, yanlış bir şey yaptım” düşüncesine ve buna eşlik eden suçluluk duygusuna hemen atlayabiliriz – bu da aslında, “Bu talihsiz durumu engellemek için elimden gelen hiçbir şey olmayabilirdi” düşüncesinin yarattığı daha rahatsız edici olasılığa karşı bir korunmadır. McWilliams’ın da belirttiği gibi, insanlar “en irrasyonel suçluluğu bile, güçsüz olduklarını kabul etmeye tercih edebilirler.”[9]

    McWilliams’a göre : “İçselleştirilmiş nesnenin, gerçekte düşmanca, eleştirel ya da ihmal edici biri olması gerekmez (gerçi bu sık rastlanan bir durumdur ); hastanın bu nesneyi o şekilde deneyimlemiş ve bu tür imgeleri içselleştirmiş olması yeterlidir.”

    Çocuğun bakış açısı, birçok açıdan sezgisel olsa da, başkalarının nasıl deneyimlendiğine ve onlara nasıl karşılık verildiğine dair kişisel tonlar ve hassasiyetler katan kendi iç dünyasıyla yoğrulmuş olabilir. Aynı şekilde, bazı durumlarda, bir kişinin içsel nesne ilişkilerinin niteliği gerçek yaşantılar ve travmalar tarafından da güçlü biçimde şekillenmiş olabilir. Bu ikinci durumda bile, terapide temel görevlerden biri, kişinin geçmiş deneyimlerle bugünkü zorluklar arasındaki bağlantıları anlamasını sağlayarak, onun güncel işleyişine dair ilgisini ve etki sahibi olma duygusunu canlı tutmaktır.

    Psikodinamik kuramcılar, depresyonun dinamiklerine dair birbiriyle örtüşen kuramlar geliştirmişlerdir (Bkz. Kutu 12.2).

    Kutu 12.2 Depresyonun Dinamiklerine Dair Seçilmiş Psikodinamik Kuramlar

    1. Öfkenin içe yöneltilmesi (Abraham, 1911) [11]
    2. Erken dönem kayıpların çözümlenememesi ve yas tutamama (Freud, 1917) [12]
    3. Erken dönemde güvensiz bağlanma nedeniyle, günümüzdeki kayıpların sevilmeye layık olmama ve başkalarının yokluğu duygularını yeniden harekete geçirmesi (Bkz. Bölüm 2, Kutu 2.4, “Bowlby ve Bağlanma Kuramı”)
    4. Yaşamın, yaşamaya dair başka yolların görülmesini engelleyen baskın bir başkası uğruna sürdürülmesi (Arieti, 1977) [13]
    5. Bağımlı olunan birine karşı uzun süreli çaresizlik yaşanması sonucunda depresyonun “temel bir duygusal yanıt” olarak ortaya çıkması (Sandler, 1987) [14]
    6. Narsisistik incinme (Busch, 2009) [6]
    7. Başkalarını arzulama ama terk edilmeyi bekleme (“anaklitik” dinamik, Blatt 2012) [2]
    • Eleştiren ve talepkâr bir nesne temsilinin, idealleştirilmiş ama yetersiz hisseden bir benlik temsiliyle kurduğu içsel ilişkiler (“introjektif” dinamik, Blatt 2012) [2]

    Yukarıda bahsedilen kuramları birbirleriyle rekabet hâlinde teoriler olarak görmektense, klinik açıdan bunları birbirini tamamlayan ve örtüşen yaklaşımlar olarak anlamak daha faydalı olabilir. Herkes için geçerli tek bir dinamik olmadığı gibi, mutlaka tek bir “depresyon” da yoktur. Kuramlar arasında örtüşme bulunduğu görülmektedir; bazı kuramlar oldukça benzer alanlara odaklanmakta, ancak bunu biraz farklı kuramsal bakış açıları ve terminolojiyle yapmaktadır. Örneğin, işlenmemiş kayıp ve başkalarının yokluğu hissiyle ilgili bir tema, Freud’un yas tutamama anlayışında, Bowlby’nin erken dönem güvensiz bağlanmasında ve Blatt’in başkalarını arzulayıp terk edilmeyi bekleme dinamiğinde kendine yer bulur. Bu bölümün geri kalanında, Kutu 12.2’deki birbirini tamamlayıcı boyutları yakalayan daha güncel üç kuramsal yaklaşıma odaklanılacaktır: Sandler’ın depresyonu bir “temel duygusal yanıt” olarak ele alışı ile Blatt’in iki klinik tablosu. Bu süreçte, diğer bazı kuramlara da kısaca değinilecek ve bütüncül bir şekilde ele alınacaktır.

    Temel Duygusal Yanıt” Olarak Depresyon (Kutu 12.2’deki 5 numara)

    Kayıp, kötü muamele ya da tekrar eden eleştiriler gibi sıkıntı verici bir deneyimle karşılaşıldığında, bireyin ilk tepkisi genellikle bir “protesto” ya da “savaşma” davranışı olabilir.[14] Örneğin bir çocuk öfkelenip bağırarak dikkat çekmeye çalışabilir. Ya da iş yerinde bir yetişkin, kendisinden faydalanıldığını hissederse, öfke duyabilir ve bu duygusu sorunu çözmek için onu harekete geçirebilir.

    Peki ya çocuk, bağımlı olduğu biriyle olan ilişkisinde kayıp, terk edilme, değersizleştirilme ya da eleştirilme gibi sorunları çözemiyorsa? Üstelik bu ilişkiyi sonlandıramıyor, uzaklaşamıyor ve duygularını paylaşabileceği, destek ve güven sunacak kimse de yoksa? Yani çocuk sıkıntılarıyla baş başa ve çaresiz hissediyorsa? Bu durum “acı veren ambivalanstır” – ilişki hem ihtiyaç duyulan hem de aynı zamanda uzun süreli acı verici bir deneyimle ilişkilidir.[14]

    Depresif ilişkisel dinamikleri olan bir kişide çok çeşitli duygular ve tepkiler ortaya çıkabilir, ancak bunlar sıklıkla şu örüntüyü içerir: depresif duygulanımlar (örneğin düşük ruh hali, üzüntü); dürtülerin geri çekilmesi (hareketsizlik, iştah kaybı); ve mevcut duruma boyun eğme. Bu örüntü, bireye ya da bireyin dünyasında bir şeylerin ters gittiğini fark edecek ve müdahale edecek bir başkasına– yani dinleyecek birine– bir sinyal olarak hizmet eden “temel bir duygusal yanıt” olarak anlaşılabilir.[2,14]

    Luyten ve Blatt’a göre bu depresif tepki, bireyin duygusal ve fiziksel güvenlik gibi temel ihtiyaçları ile bu ihtiyaçların karşılanmadığı mevcut yaşam durumu arasında önemli bir uyumsuzluk olduğunu gösteren bir işarettir.

    Bu temel duygusal yanıt, bir iletişim girişimi olmasının yanı sıra, bazı diğer hayvan türlerinde de belirli ölçülerde görülebilen bir tepkidir ve kişinin kendini bunaltıcı kaygılar karşısında çaresiz hissettiği durumlarda göreli bir psikolojik ve fiziksel koruma sağladığı varsayılmaktadır.[4] Ancak Sandler, bu düşünce hattının aşırıya kaçabileceği konusunda uyarır ve depresyonun yüceltilmesi ya da sorgusuzca “yararlı” bir şey olarak görülmesine karşı temkinli olunması gerektiğini belirtir.[14]

    Kayıp ve Terk Edilme Dinamikleri (Anaklitik Bir Dinamik – Kutu 12.2’de 7 numara)

    Freud, erken yaşamdaki kayıpların, bir kişinin ileriki yaşamında depresyona yatkınlık kazanmasında önemli bir rol oynadığını belirtmiştir. Bu düşünce hattı, onu izleyen klinisyenler tarafından geliştirilmiş ve çağdaş bir ilişkisel çerçeveye oturtulmuştur.[2,7]

    Ebeveynin ölüm yoluyla ya da yabancılaşma gibi nedenlerle kaybı gibi erken dönem kayıplar, çocuğun, ulaşılmaz ya da terk eden bir nesne temsiliyle ilişkili olarak terk edilmiş bir benlik (abandoned self [3]) yönünde bir benlik temsili geliştirmesine zemin hazırlayabilir.

    Bu benlik temsilinden kaynaklanan olası deneyimler arasında üzüntü, yalnızlık ve ulaşılmaz ya da mevcut olmayan bir başkası için duyulan özlem sayılabilir.

    Bu betimleme bazen anaklitik depresyon olarak adlandırılır.[8] “Anaklitik” kelimesi “dayanmak” anlamına gelir – burada da birine yaslanma arzusu taşıyan, ancak karşısındaki kişinin yok ya da ulaşılmaz olacağı beklentisini barındıran dinamiğe gönderme yapılmaktadır.

    Her erken kayıp yaşayan çocuk, içsel nesne ilişkilerinde anaklitik bir örüntü geliştirmez. Burada sadece kaybın kendisi değil, bu kayıpla nasıl başa çıkıldığı da önemlidir. Başka bir ebeveyn ya da bakım verenle yeterince iyi bir ilişkinin varlığı koruyucu bir etkendir. Eğer çocuk kaybını ifade edebiliyor ve bir başkası tarafından anlaşıldığını hissedebiliyorsa, yas süreci başlayabilir. “Depresyon, yasın karşıtıdır” [9] – teorik açıdan bakıldığında, bir kişi yas tutabiliyorsa, yaşadığı kayıp nedeniyle depresyona girme olasılığı daha düşüktür.

    Tersine, “yasın bastırıldığı bir aile atmosferi” ya da kederin açıkça inkâr edildiği bir ortam, çocuğun “teselli arayışının ve yasın yıkıcı olduğuna” dair inançlar geliştirmesine yol açabilir [9]. Bu da depresif bir içsel dinamiğe giden yolu daha olası kılar. Çocuk yaşadıklarını işleyebilmek yerine, sıkıntının kaynağıyla özdeşim kurarak bu deneyimi içselleştirme eğilimi gösterebilir. Ölüm ya da kopuşla (örneğin ayrılık, terk edilme) gerçekleşen kayıpların dışında, bir kişinin ulaşılmazlık ya da yoksunlukla karakterize edilen bir ilişkisel dünya geliştirmesinin başka yolları da vardır. Örneğin, birincil bakım verenler çocuk tarafından belirgin biçimde geri çekilmiş (örneğin madde kullanımı ya da kendi psikolojik sıkıntıları nedeniyle) olarak deneyimlenmişse, bu durum çocuğun sonraki ilişkilerinde kendisini güvensiz hissetmesine neden olabilir. Bu da diğerlerinin de aynı şekilde uzak ya da ilgisiz olacağı yönünde beklentiler geliştirmesine yol açabilir [15] (bu doğrultuda klinik vakalar için bkz. Bölüm 13).

    Terk edilmekten ve yalnız kalmaktan korkan bir kişi, başkalarının ilgisiz kalacağından ya da uzaklaşacağından endişe ederek içsel duygularını gizleyebilir. Memnuniyetsizlik bastırılabilir. Ne yazık ki bu ilişki kurma tarzı, aslında duygusal olarak erişilebilir olan kişilerin, depresyondaki bireyin içsel durumlarının ve duygularının farkında olmamasına yol açar.

    Bu da istemeden, kişinin ihtiyaçlarının başkaları tarafından karşılanmamasına neden olur.

    Akılcı olarak bakıldığında, geçmişte ilişkilerinde kayıp ve terk edilme yaşamış birinin, önceki figürlerden farklı olan partnerlere yönelmesi beklenecektir. Ancak bu, geçmişteki kayıpların ne ölçüde işlendiği ve anlamlandırıldığına bağlıdır. Freud, hatırlanamayan şeyin tekrarlandığını söyler. Yani, rahatsız edici bir geçmiş deneyim işlenmemişse, şimdiki zamanda tekrarlanabilir. Eğer terk edilme ya da duygusal erişilemezlik, birinin erken dönem ilişkilerinin tanımlayıcı deneyimi olmuşsa, bu kişi bilinçdışı bir şekilde, tanıdık gelmesi ve “normal” hissettirmesi nedeniyle, bu kalıpları yetişkinlikteki ilişkilerinde yeniden yaşama eğiliminde olabilir. Tanıdık olanın cazibesi son derece güçlüdür – çünkü kişi için sıradan görünür (dışarıdan bakanlar için yıkıcı görünse bile).

    Bu gibi durumlarda, kişinin varsayılan “nesne seçimi”, gerçekte güvenilir bir bağ kurmaya hazır olmayan insanlarla ilişki kurmak olabilir. Bu tür güvenilmez bir ilişkinin içinde kişi, kendini yalnız ve istenmeyen hissedebilir. Ancak, ötekine duyulan özlemle birlikte, başkalarının erişilemez olacağı beklentisi (ya da buna dair bir kabulleniş) nedeniyle, kişi dışarıdan bakanlara umursamaz, kaba ya da reddedici görünen partnerlerin, işverenlerin ya da diğer kişilerin davranışlarına katlanmak zorundaymış gibi hissedebilir.

    Bu içsel dinamikler, kişiyi depresif durumlara karşı savunmasız bırakabilir. Güncel hayal kırıklıkları, kişinin içsel dünyasındaki terk eden/terk edilmiş ilişkiyle bağlantılıdır ve henüz işlenmemiş olan önceki kayıpları harekete geçirir. Belirtiler – ya da daha doğru bir ifadeyle, sinyaller – bu şekilde ortaya çıkabilir. Terapi sürecinde, dikkatli ve empatik bir keşif yoluyla, danışan, ilişkilerde tekrar tekrar yaşadığı kayıp ve terk edilme deneyimlerinin ardındaki süreçleri fark etmesi ve anlaması için desteklenebilir (bkz. Klinik Vaka 1).

    Klinik Vaka 1 – Bay White

    Bay White, ellili yaşlarında, düşük ruh hali, yorgunluk ve hayata karşı ilgi kaybı şikayetleriyle terapiye gelen bir adamdı.

    Yedi yaşındayken, kız kardeşi (o sırada beş yaşındaydı) menenjitten hayatını kaybetmişti. Bay White’ın anlatımına göre, bu ölüm hakkında pek konuşulmamış ve anne babası depresyona girerek içine kapanmış gibiydi. Bay White büyürken, genel olarak başkalarını ulaşılmaz ve kendisiyle ilgilenmiyor olarak deneyimlemiş, buna tepki olarak da “hayatına devam etmişti”.Yetişkin yaşamında, tekrar tekrar evli kadınlarla ilişkiler kurmaya yönelmişti. Sonuçta bu kadınların hiçbiri onunla bağ kurmaya uygun bir konumda değildi. Bir ilişkiye girdiğinde, genellikle arkadaşlarının mantıksız bulduğu şekilde, ilişkinin sonuna kadar kalırdı; ilişkiler genellikle karşı tarafın bitirmesiyle sonlanırdı.

    Bay White, terapiye geldiğinde bu ilişki örüntüsünü tarif edebiliyordu; ancak bunu ne dikkat çekici buluyordu ne de depresyonuyla bir ilgisi olduğunu düşünüyordu.

    Bay White, haftalık psikodinamik yönelimli terapiye altı ay boyunca devam etti. Terapistin desteğiyle, terapide ortaya çıkan art arda “görevler” şunlardı:

    – Bu ilişki örüntüsünün etkilerini ve anlamlarını fark etmek

    – Bu tür bağlanmaları tetikleyen dinamikleri anlamak

    – Tam anlamıyla yas tutulmamış erken kayıplara dair duyguları dile getirmek

    – Farklı türde ilişkiler kurmayı düşünmenin nasıl bir şey olacağını keşfetmek

    Terapinin orta aşamasında, Bay White kendisini beklenmedik şekilde korkutan bir soruyla yüzleşti. Terapist ona şöyle sordu:

    “Seninle gerçekten bağ kurmaya hazır biriyle birlikte olmayı düşünmek nasıl olurdu?”

    Terapinin geri kalan süresi, bu sorunun üzerine çalışarak geçti; çünkü bu, geçmişte yaşadığı reddedilme deneyimleriyle bağlantılı olarak, bağımlılık korkusunu harekete geçirmişti.

    İçsel Eleştiri Dinamikleri (Bir ‘İntrojektif’ Dinamik, Kutu 12.2’de Numara 8)

    Bu bölüm, depresif durumlarda sıkça gözlemlenen içsel eleştiriyle ilgili bir dinamiği ele almaktadır. Bu dinamik, az önce anlatılandan farklı bir nitelik taşır. İçsel eleştiride, kendinin diğer yönlerini yargılayan ya da onlara düşmanca yaklaşan eleştirel bir içsel nesne ile bir ilişki söz konusudur. Eleştirel nesneyle kurulan bu ilişkide, benlik temsili kendini yetersiz, “kötü”, suçlu hissedebilir ya da utanç deneyimleyebilir. İçsel eleştirel nesne, aynı zamanda dış dünyadaki diğer kişileri algılamada bir mercek işlevi görür. Bu nedenle kişi, çevresindeki insanlardan —terapistler dâhil— eleştiri ve onaylamama bekleyebilir ve başkalarının ilgi ya da onay ifadelerine güvenmeyebilir. Bu klinik tablo yalnızca bir “depresif” durum olarak özetlenmekle kalmaz; aynı zamanda “depresifleştirici /depresyon yaratan (depressing)” bir durumdur; çünkü kişinin zihnindeki bir parça, diğer parçaları baskılamakta ve aşağı çekmektedir.

    Gelişimsel açıdan bakıldığında, bu dinamik; çocuğa yönelik, kendisiyle ve duygusal tepkileriyle ilgili tekrar eden ve uzun süreli yoğun eleştiriler, azarlamalar ve kabul eksikliği içeren erken ilişkisel deneyimlerle bağlantılı olabilir (örneğin, “mızmızlanmayı kes” gibi).\[9] Blatt, bu klinik tabloyu “içselleştirilmiş depresyon” (introjective depression) olarak adlandırır ve bu terim, eleştirel bir nesnenin içselleştirilmesi (introjection) sürecine gönderme yapar.\[8] Yani kişi, kendine yönelik sert ve eleştirel bir ilişki kurma biçimini içe alır ve benimser. Kendisini kötü ve yetersiz hisseden kişi, içsel nesne temsilinin (eleştirel sesin) belirlediği talepleri ve standartları karşılamaya çalışır. Kişi, yalnızca en yüksek başarıya ulaştığında —örneğin tartışmasız bir şekilde bir alanda mükemmel olduğunda— kısa süreli bir rahatlama yaşayabilir. Ancak bu hedefler genellikle yaşanabilir değil, ulaşılması imkânsız ideallerdir. Mükemmeliyet seviyesinden en ufak bir sapma bile, içsel eleştirel nesneden gelen değersizleştirici bir tepkiyi tetikleyebilir.

    Bu tür içsel dinamiklere sahip bazı kişiler “iyi”, “mükemmel” olma çabasıyla meşgul olur ve son derece hırslıdır; ancak diğerleri bu ideal uğruna verilen mücadeleden vazgeçmiştir ve kendi kusurluluklarına ve başarısızlıklarına hem kendilerini hem de çevrelerini ikna etmişlerdir. Depresyonun dışa yansıyan belirtileri —örneğin “vazgeçme”, hareketsizlik ve bir şeyleri denemeye yönelik isteksizlik— uzun süredir devam eden, mantıksız ve kazanılması mümkün olmayan taleplere karşı bir tür korunma işlevi görebilir. Daha uç durumlarda ise, manik savunmalar ortaya çıkabilir ve kişinin hiçbir zaman tatmin olmayan içsel eleştirel nesnesine karşı daha aşırı bir koruma sunabilir. Manik çarpıtmalar kişiye insanüstü önem, yetenek ve başarı duyguları verir; bu duyguların büyüklüğü, aslında derinlerde yatan yetersizlik ve kusurluluk duygularının büyüklüğünü yansıtır. Bu fenomen, bazı insanlarda, depresif belirtilerin geçici olarak hafiflemesini; eleştirel benlik yönünün (nesne temsilinin) tatmin olmasıyla, fakat bu kırılgan pozisyon sürdürülemediğinde belirtilerin yeniden ortaya çıkmasını açıklayabilir.

    Bazen kişilerarası roller tersine döner; danışan, içsel nesne temsiline ait rolü benimseyerek dışsal başkalarını eleştirir. Bu yapılandırmada, danışan kendi benlik temsilini başkalarına yansıtır ve onlara, içsel dünyasında kendine uyguladığı aynı muamele ve ölçütleri uygular. Başkalarının eleştirisi dolaylı olabilir ve kişi, hoşnutsuzluk göstermenin “iyi” bir şey olmadığını düşündüğünden bunu inkâr edebilir; ya da açık bir şekilde gerçekleşebilir (“Bunca zamandır bekledim, sonunda sadece bir asistan terapistle mi görüşeceğim?” gibi). Terapist, karşı-aktarım yoluyla başarı gösterme ya da etkileme baskısı hissedebilir ve “başarısızlık” konusunda kaygılanabilir. Ne yazık ki, bu tür bir değersizleştirme eğilimi, danışanın tekrar tekrar hayal kırıklığına uğradığını hissetmesine ve başkalarının yetersizliklerine karşı öfke duymasına yol açabilir. Bu durum, terapist ya da diğer bakım sağlayıcı figürlerle kurulan ilişkilerden fayda sağlamayı güçleştirebilir; çünkü bu kişiler, kaçınılmaz olarak idealleştirilmiş bir ölçüte ulaşamadıklarında yetersiz olarak deneyimlenirler.

    Kendine ya da başkalarına karşı son derece eleştirel ve değersizleştirici bir tarzda davranan biri, “bilinçdışı ve istemsiz bir şekilde başkalarının eleştirisini ve hoşnutsuzluğunu alarak”, kendi dünya görüşünü doğrulayan ve tekrar eden bir durumu yaratabilir (bu, yansıtmalı özdeşim \[projective identification] örneğidir).\[2] Bu durumda, terapistin karşıaktarım duygularının farkında olması ve bunları süpervizyon ya da başka yansıtıcı alanlarda anlamlandırmaya çalışması önemlidir. Bu duyguların işlenmesi, terapistin danışana yönelik açık eleştiri yapma ya da danışanın kabul edilemez olduğu izlenimini verme olasılığını azaltır.

    Danışanın mevcut yansıtma ve içgörü kapasitesine bağlı olarak, aktarım ve karşı-aktarım durumu (yani eleştiri ve değersizleştirme dinamiklerinin danışanın terapistle kurduğu ilişkide nasıl ortaya çıktığı), ilişkilerde nelerin ters gittiğini anlamak için bir geçit işlevi görebilir. Bu durum, eski ilişki kalıplarının yeniden işlenmesi için bir potansiyel taşır.

    Depresif  (depressed) ve Depresyon Yaratan (depressing) Durumlarda Düşük Mod ve Hüzün Dışı Diğer Duygular

    Depresyona özgü dinamiklere sahip kişilerde, yalnızca düşük mod ve hüzün değil, çok çeşitli duygular yaşanabilir—umarız bu artık daha net hale gelmiştir. Bu çeşitliliği gözlemlemek, bir kişiyi terapi sürecinde sıkça görmekle ya da depresyondaki biriyle (veya kişinin kendisiyle) yaşamak yoluyla daha kolay hale gelir. Kişinin duyguları, mevcut kişilerarası durumlar, toplumsal zorluklar, içsel nesne ilişkileri ve o anda baskın olan nesne ilişkisi konfigürasyonu tarafından etkilenir (bkz. Bölüm 8, Şekil 8.2, “Aynı nesne ilişkisinin farklı biçimlerde tezahürü”).

    Duygusal durumlar, kişinin benlik temsilinin ya da nesne temsilinin etkisiyle bağlantılı olabilir. Örneğin bir kişi, daha çok çalışmaya zorlandığını hissedebilir ve yaptığı hatalar nedeniyle kendine öfkelenebilir (bu, baskılayan/eleştirel bir nesne temsilinden kaynaklıdır); aynı anda ya da ardından, yetersizlik hissiyle ağlamak isteyebilir ve çabalamaktan vazgeçme isteği duyabilir (bu ise depresif bir benlik temsiliyle ilişkilidir). Bu benlik ve nesne deneyimleri bazen sırayla, bazen de eşzamanlı olarak yaşanabilir. Bazı kişilerde ise, içsel nesne ilişkisinin her iki kutbunu birleştiren baskın bir duygulanım olabilir.

    Öfke[6] ve kaygı[2] depresyonla yakından ilişkilidir. Daha önce de tartışıldığı gibi, depresyon bunaltıcı kaygılar veya acı verici deneyimlerden kaynaklanabilir. Bazı hastalar, başlangıçta depresyonla doğrudan ilişkili olmayan sorunlar için terapiye başlarlar. Ancak farkındalık geliştirdikçe ve zorluklarda veya başkalarına verdikleri zararda kendi rollerini fark ettikçe depresyona girebilirler. Bu süreç, daha iyi bir bütünleşme ve farkındalığa doğru bir yolculuk olarak görülebilir. Aynı şekilde, bazı hastalarda terapi sırasında depresyon duyguları azalırken, önceden bastırılan kaygı, üzüntü ya da öfke gibi yeni duygular ortaya çıkabilir.

    Zaman zaman, depresif duygular aniden hafifleyebilir (bkz. Klinik Vaka 2). Bu her zaman bir sorunun çözüldüğü anlamına gelmeyebilir, bazen de başka savunma mekanizmalarının devreye girmesi nedeniyle olur.[14] Bu duruma ‘sağlığa kaçış’ ( flight into health) denir (ayrıca 7. Bölümdeki ‘Dirençle Çalışma’ bölümüne bakınız); altta yatan durum ele alınmadığı için depresyon kolayca yeniden ortaya çıkabilir.

    Klinik Vaka 2 Bayan McLean: sağlığa kaçış

    Psikiyatri servisine yatan Bayan McLean, aylarca yoğun bir depresyon yaşamıştı. Bir gün aniden “kendini daha iyi” hissetti. Yapılan incelemede, bir gün önce eski işvereni aleyhine şikayette bulunduğu ortaya çıktı. Bu, ona geçici olarak üstünlük duygusu ve kendi suçluluk ile yetersizlik duygularını (yani eski işverene) yansıtacağı bir alan sağlamıştı. Ancak altında yatan depresif dinamikler tamamen dokunulmamış ve bir anlamda ulaşılması daha zordu. Bu “mutlu” hali birkaç hafta sürdü ve hastaneden taburcu edildi; ancak şikayet sonuçsuz kalır kalmaz tekrar depresif hissetmeye başladı.

    Depresyon Yaratan/ Depresif Durumdaki Kişilerle Terapötik Çalışma

    Genel İlkeler

    Temel psikodinamik yaklaşım ve tutum (bkz. Bölüm 7), depresif ilişki dinamiklerine sahip kişiler için oldukça uygundur — özellikle de “kabul, saygı ve anlama çabasının olduğu bir atmosfer” önem taşır. [9] Genel bir rehber olarak, “introjektif” temsili olan kişilerde yorumlama ve içgörü terapötik ilerleme için daha önemliyken, “anaklitik” temsili olanlarda ise “güvenilir bir ilişki deneyimi” gelişim için daha merkezi görünmektedir. [16,17] Bu bölümün geri kalanında depresyon dinamiklerine sahip biriyle terapiye dair genel açıklamalar yapılacak; sonraki bölümlerde ise mevcut dinamik örüntüsüne (yani introjektif ya da anaklitik) bağlı olarak farklı terapötik yaklaşımlar ele alınacaktır.

    Bir terapötik sürecin kilit etkinliklerinden biri, depresyon yaratan dinamiklerin ve tepkilerin ne işe yaradığını çözmeye çalışmak olabilir—yani, neyin baskılandığını ve neden baskılandığını anlamak. Bölüm 4’te tartışıldığı gibi, duyguları keşfetmek, belirtilerin ardındaki anlamları ve ilişkileri anlamanın önemli bir yoludur. Bu, başlangıçta kişiye anlamsız bir belirti gibi görünen durumların dinamiklerini ve anlamlarını ortaya çıkarabilir.

    Örneğin, terapinin erken aşamalarında yorgunluk duygularıyla boğuşan ve depresif olan bir kişi düşünelim; bu kişi bu duyguları biraz pasif bir şekilde anlatır ve neyin onu yorduğuna dair henüz bir fikri yoktur. Terapist şöyle sorabilir: “Neden yoruldun?” ya da “Seni ne yoruyor acaba?” Bu merak ve hastanın duygularına gösterilen ilgi ile belirtilerin aktif ve anlamlı bir dinamikten kaynaklandığı varsayımı, yorgunluk deneyiminin içsel ve kişilerarası ilişkilerinden bir anlayışa götürebilir.

    Örneğin, kişinin yıpranmış ve tükenmiş benliğiyle ilgili amansız bir içsel eleştiri yaşadığı ortaya çıkabilir. Terapist empatik bir şekilde şöyle yansıtabilir: “Sürekli bu kadar yorgun hissetmene şaşmamalı.” Ardından odak, içsel eleştirel otoritenin farkındalığını ve anlaşılmasını geliştirmeye kayabilir: “Hadi, sürekli devam eden bu eleştiriyi birlikte bakalım.” Böylece, zamanla hasta, depresif içsel nesne ilişkilerinin çeşitli boyutlarını ve işleyiş biçimini tanımaya başlayabilir.

    Terapide, hastanın terapiste sözde “negatif” duyguları itiraf etmesinin her iki tarafa da zarar vermediğini keşfetmesi büyük bir aydınlanma olabilir. Hasta, çeşitli duyguları kabul etmenin aslında yakınlık ve bağ kurma duygusunu artırabileceğini öğrenebilir. McWilliams’ın da açıkladığı gibi, öfke, endişe ya da başarısızlık gibi normal duyguların ifadesi, “ancak bağımlı olunan kişi bu duygulara patolojik tepkiler veriyorsa normal bağımlılığı engeller—bu durum birçok depresif danışanın çocukluk deneyimini tanımlasa da, yetişkin ilişkileri için geçerli değildir.”

    Bunu söyledikten sonra, bazen duyguların kaçınılarak bastırılması ve ardından zorlayıcı bir şekilde dışa vurulması, terapide hassas ama kararlı bir şekilde ele alınması gerekebilir. Öfke örneğini ele alırsak, bu duygu depresyonla gelen bazı yetişkinler için oldukça önemli olabilir—bazı kişiler, terk edilme veya eleştirilme beklentisiyle mevcut ilişkilerinde öfkelerini veya memnuniyetsizliklerini ifade etmekten kaçınabilirler. Ancak öfke bastırıldığı için kişi içinde giderek daha fazla hayal kırıklığı ve depresyon yaşayabilir. Hayal kırıklıklarını ifade etme pratiği olmadığından, öfkeli duygular ortaya çıktığında bunlar ‘pasif ya da aşırı agresif bir biçimde’ ifade edilebilir ki bu da başkalarının ilişkiden çekilmesine veya karşılık olarak agresifleşmesine neden olabilir. Öfkeyi ve kişinin bu duygu ile ilişkisini anlamak, bazı kişiler için terapide önemli bir tema olabilir. Gabbard’ın bir klinik örneğinde dediği gibi, hastayla gündeme getirilebilecek temel sorulardan biri şu olabilir: “Öfke patlamasıyla içinize atmak arasında, çok geniş bir yol yok mu?”

    Terapi ve terapistle ilgili sınırlılık ve kayıp konuları ortaya çıkabilir. Kayıp ve yokluk dinamikleri taşıyan bir hastada, bu durumlar genellikle terapide planlı ya da plansız ara verme süreçleriyle tetiklenen kusurlu bakım deneyimi etrafında yoğunlaşabilir. Daha eleştirel ve değersizleştirici ilişki dinamiklerine sahip bir hastada ise, temel tema terapistin yeteneklerinin yargılanması olabilir. Her iki dinamik için de, mümkün olanın sınırları, kişinin kendisindeki ve başkalarındaki kusurlarla ya da algılanan eksikliklerle yüzleşmesi için bir fırsat sunabilir.

    Depresyonda olan kişilerin bir kısmı, daha kısa süreli psikodinamik terapilerle (örneğin altı ay boyunca haftalık seanslar) olumlu değişimler yaşar ve bu kazanımlar kalıcı olabilir. Ancak bazı kişilerde, terapötik ilerleme sürdürülemez. Bu ikinci grup için, ilk iyileşmelerin pekişmesi ve kişinin kontrolü dışında, kurduğu bir bağın erken sona erdiği bir durumu yeniden yaratmaktan kaçınmak adına, terapide daha fazla zamana ihtiyaç olabilir.[9] Daha uzun süreli bir terapi süreci, hastanın patojenik kişisel deneyimlere, anılara, duygulara, inançlara ve ilişkilere hem yansıtıcı hem de daha etkin bir şekilde yaklaşma kapasitesini içselleştirmesi için yeterli zamanı sağlayabilir.[5] Örneğin, Tavistock Yetişkin Depresyon Çalışması[5] 18 aya yayılan 60 seanslık bir terapi süreci kullanmıştır. Uzun süreli psikodinamik terapiden sonra, terapinin tam etkilerinin ortaya çıkması için bir süreye daha ihtiyaç duyulabilir (bkz. Bölüm 8, “Terapi Sonrası Dönem” bölümü). Mümkünse, bazı hastalar süresiz (open-ended) terapiden fayda görebilir (süresiz terapi tanımı için bkz. Bölüm 4).

    Kayıp ve Terk Edilme Dinamikleriyle Terapötik Çalışma (Bir “Anaklitik” Desen)

    Bu bölüm, daha önce tartışılan “anaklitik” dinamikler kuramının devamı niteliğindedir; ilk kez 12.2 Kutusu’ndaki 7. maddede anılmıştır.

    Anaklitik depresyon desenine sahip birçok kişi, terapiye yönlendirildiklerinde bilinçli olarak düzenli terapi seanslarını arzulayabilir; bir düzeyde bunun, eksikliğini hissettikleri şeyi sağlayabileceğini umarlar. Bu kişiler, terapistler tarafından da “iyi adaylar” olarak değerlendirilebilir.\[9] Terapinin erken evrelerinde, çalışma ittifakı aracılığıyla terapistte istikrarlı ve ulaşılabilir bir figür bulunması sayesinde semptomlarda bir rahatlama yaşanabilir. Ancak bu ilk yatışma döneminin ardından, kişinin kendisiyle, başkalarıyla ve terapistle kurduğu ilişkilerde kayıp ve ilişki güçlüklerine dair altta yatan meseleler su yüzüne çıkabilir. Bu durum, terapötik bir fırsat sunar.

    Terapide temel görevlerden biri, henüz çalışılmamış kayıpları dile getirmek ve daha önce tıkanmış olan bir yas sürecinin gelişmesine imkân tanıyacak koşulları sağlamaktır. Yasın dinamikleri ve terapi sürecinde yasın nasıl desteklenebileceği 8. Bölümde ele alınmaktadır. Bu bölümde ise, yas süreciyle ilgili olarak, duygusal tutunma/terkedilme (anaklitik) dinamiklere sahip bir kişide terapötik ilişkiye dair bazı ilgili yönler değerlendirilecektir. Danışanın terapistle kurduğu ilişki, başlı başına bir kayıp ve terk edilme hissiyle şekillenmiş olabilir—örneğin, danışan terapistin onu terk edeceğinden, kendisini yeterince vermediğinden ya da ilgisiz olduğundan endişe duyabilir. Bu durumda terapistin yaklaşımı, danışanın bu anlık aktarım dinamiklerine dikkatini yöneltmesine yardımcı olmak olabilir; böylece bu dinamikler dışavurulmaktan ziyade, anlaşılabilir ve söze dökülebilir hâle gelir. Örneğin: “Beni habersizce terk edebileceğime dair kaygınız sık sık gündeme geliyor—belli ki sizin için önemli bir mesele bu. Acaba bunun neyle ilgili olduğunu, nereden kaynaklandığını birlikte düşünebilir miyiz?” şeklinde bir ifade, terapistin aktarım kaygılarını araştırma ve içerme çabası olabilir. Terapistin çekilme ya da kaybolmaya dair beklentilere gösterdiği bu duyarlılık, onarıcı bir süreci başlatabilir ve danışanın geçmişteki kayıplarını yas tutabilecek kadar kendini güvende hissetmesini sağlayabilir.

    Bu temaların bazıları Klinik Vaka 3’te incelenmektedir.

    Klinik Vaka 3 – Kısım 1

    Barbara: terapinin erken evresi

    Barbara, 40 yaşında bir kadındı ve bir yıl önce beklenmedik şekilde işini kaybetmesinin ardından psikoterapiye yönlendirilmişti. Haftada bir yapılan seanslarla Dr. Marshall ile 12 ay boyunca terapi aldı. Terapinin erken döneminde, başka bir programıyla çakıştığı için Dr. Marshall, Barbara’ya seans saatinin değiştirilip değiştirilemeyeceğini sordu. Barbara, buna bir itirazı olmadığını belirterek şöyle dedi: “Zaten yapacak başka hiçbir şeyim yok!”

    Terapinin başlangıç evresinde şu hikaye ortaya çıktı: Barbara, büyük bir sigorta şirketinde 15 yıl boyunca memur olarak çalışmıştı.

    İşini sevmiyor, kurumu büyük, anonim ve ilgisiz olarak tanımlıyordu; ancak buna rağmen işi sürdürmüş, başka bir olasılığı hiç düşünmemişti. Yaklaşık 20–30 yıldır dönemsel olarak depresyon belirtileri yaşıyordu. Daha önce aldığı kısa süreli terapiler başlangıçta bir rahatlama sağlasa da, her tedavinin bitiminden birkaç ay sonra tekrar depresyona giriyordu. İşini kaybettikten sonra “zihinsel olarak çöktüğünü” söylüyor, düşük ruh hali, yaşamına son verme düşünceleri, belirgin bir enerji ve heves kaybı yaşıyordu. O zamandan beri de işsizdi.

    Barbara, destekleyici olarak tanımladığı partneri Sumeet ile uzun süreli bir ilişki içindeydi. Ancak Barbara, Sumeet’e karşı kişisel duygularını –örneğin üzüntüsünü– nadiren ifade ediyordu; çünkü onun “şikayetlerini” duymak istemeyeceğinden endişe ediyordu. Barbara, “Onun neden benimle olduğunu gerçekten anlayamıyorum” diyordu ve yakın zamanda Sumeet’e “Muhtemelen beni terk edeceksin” demişti.

    Barbara, yalnız bir çocukluk dönemi geçirdiğini aktarmıştı. Babası uzun süreler yurt dışında çalışmış, annesi ise Barbara ve iki kardeşine bakmıştı. Büyürken, Barbara annesini duygularını ve yaşadığı zorlukları paylaşmayan, oldukça mesafeli bir figür olarak hatırlıyordu. Ailesinin birçok açıdan sevgi dolu olduğunu düşünse de, geriye dönüp baktığında duyguların ifade edilmesine çok az fırsat tanındığını fark ediyordu.

    Barbara, güncel yaşam koşullarını– işsizliğini de kapsayacak şekilde– sanki değiştirilemez bir kader gibi pasif biçimde kabulleniyor gibiydi. Hayatının bu şekilde süregitmesinde bir kaçınılmazlık hissi vardı. Zaman zaman Dr. Marshall, Barbara’nın bu pasifliğinden ötürü hafif bir tedirgin hissediyordu; görünüşe göre Barbara’nın arkadaşları ve partneri de bu konuda zaman zaman benzer bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Bununla birlikte Dr. Marshall, Barbara’ya karşı bir yakınlık da hissediyordu– Barbara’nın nazik, düşünceli oluşu ve zamanına ve çabalarına duyduğu minnettarlık dikkat çekiciydi.

    Terapiye başlanmasının üzerinden dört ay geçmişti ki Barbara, dış görünüşüne karşı giderek daha ihmalkâr davranmaya başladı; zaman zaman kötü kokuyordu. Ara sıra alkol koksa da, Barbara alkol kullandığını kesin bir dille inkâr ediyordu. Partneri Sumeet’in kendisinden ayrılmayı düşünüyor olabileceğinden endişe ediyordu. Barbara’nın anlatımına göre, Sumeet onun yinelenen depresyon dönemlerini taşımakta zorlanıyordu. Terapist, Barbara’yla yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak, birinin Barbara’yla birlikte kalmasının neden zor olabileceğini anlayabiliyordu; zira kötü kokuya ve karşı-aktarımdaki tedirgin edici duygulara bağlı olarak kendisi de zaman zaman uzaklaşmabyss dürtüsü hissediyordu. Barbara’nın durumunun kötüleşmesiyle birlikte, Dr. Marshall da giderek daha fazla kaygılanmaya başladı. Seans sırasında zaman zaman Dr. Marshall’ın zihninde uçsuz bucaksız bir uçurum (abyss) imgesi beliriyor ve Barbara’nın sıkıntısı dipsiz gibi hissediliyordu; bu noktada Dr. Marshall, kendisini neyin içine sürüklediğini sorgulamaya başlamıştı.

    Bu bölümde daha önce de bahsedildiği gibi, kişinin bir yönü başkalarının ona yakın ve ilgili olmasını isterken, diğer yandan başkalarını terk eden ya da ulaşılmaz olarak temsil edebilir. Bu dinamiklere sahip bir kişi, farkında olmadan—terapist de dahil olmak üzere—başkalarını bu içsel dramın senaryosunda rol almaya davet edebilir. Bu bilinçdışı, kişilerarası “dürtmeler” hem sözlü (örneğin, “Muhtemelen beni terk edeceksin.”) hem de davranışsal olarak (örneğin, kendine özen göstermeyerek itici bir hale gelmek) ortaya çıkabilir. Bu durumda, çevresindekiler kişiyle ilgili öfke duyabilir ya da geri çekilme isteği yaşayabilir ve böylece kendilerine atfedilen terk eden rolüne düşebilirler.

    Klinik Vaka 3 – Kısım 2: Barbara – Terapinin Orta Aşaması

    Deneyimli süpervizyon görüşmeleri sırasında Dr. Marshall, Barbara’nın iç dünyasındaki reddeden ve terk eden yönlerle özdeşleşip özdeşleşmediğini sorgulamaya başladı. Barbara uyumlu, minnettar, seans zamanlarındaki değişikliklere uyum sağlayan ve övgüde bulunan biri olabilse de, Dr. Marshall Barbara’nın gerçekte ne hissettiğini  düşünmeye başladı. Süpervizyonda, Dr. Marshall, “uçurum” imajını ve bu imajın yansıtılan hangi duyguları ortaya çıkarabileceğini tartıştı.

    Barbara oldukça konuşkan görünse de, Dr. Marshall Barbara’nın duygularını genellikle ifade etmediğini fark etti.

    Dr. Marshall, Barbara’nın içsel duygularını ifade etmekten kaçındığı bir örüntünün tekrarlandığını düşündü; bunun nedeni, Dr. Marshall’ın onun “şikayetlerini” ya da derin duygularını duymak istemeyeceği korkusu olabilirdi. Terapide bu düşünceyi Barbara’ya açtı—Barbara bunu fikren kabul etti ve duygularından daha fazla bahsetmeye çalıştı. Ancak fikren kabul etmesine rağmen Barbara içki içmeye devam ediyordu ve ifade etmekte zorlandığı içsel huzursuzluğu sürüyordu.

    Terapinin sekizinci ayında Barbara, psikoterapi kliniğine geldiği bir rüyayı anlattı. Rüyasında klinik gri renkteydi, kapıda korkutucu heykeller vardı. Saatlerce bekleme odasında bekletildi, ardından şüpheli görünen biri geldi ve Barbara’yı geri çevirdi.

    Rüyanın hissi, içerdiği temalar ve Barbara’nın rüyadaki sahnelere ilişkin çağrışımları üzerinde konuştukça, Barbara terapiste yönelik çeşitli hoşnutsuzluklarını ifade etmeye başladı. Örneğin, Barbara, aylar önce seans saatini değiştirmek istemediğini ama Dr. Marshall’ın talebine uyarak bunu kabul ettiğini söyledi; oysa bu değişiklik, düzenli olarak eski iş arkadaşlarıyla buluştuğu toplantılara katılamaması anlamına geliyordu. Dr. Marshall’ın teşvikiyle Barbara devam etti ve bu arkadaş buluşmasının hayatında biraz keyif aldığı “tek şey” olduğunu açıkladı. Kendini giderek daha ihmal edilmiş ve önemsenmemiş hissediyordu. Bu açıklama ile Dr. Marshall, Barbara ile temasın derinleştiğini hissetti—işlerin bir şekilde daha gerçek ve doğrudan olduğunu fark etti ve şöyle dedi: “Görünüşe göre, gerçekten ne hissettiğinle ilgili  benimle konuşma riskini göze alıyorsun.”

    Sonraki bir dizi seansta ana tema, Barbara’nın kendi deyimiyle, “içinde gücenmiş/kindar bir tümör büyütmek” yerine onun içsel ihtiyaçlarını doğrudan ifade etme “riskini” denemenin nasıl hissettirdiği üzerine odaklandı. Barbara, daha açık davrandığında terapisti uzaklaştırma korkusunu dile getirebildi. Dr. Marshall ve terapi, Barbara’ya bu temel ikilemi farklı bir sonuçla, ilişki içinde yeni bir varoluş biçimi deneyerek

    keşfetme şansı sunuyordu.

    Bu güvenilir ilişkinin sunulması — ve bu ilişki içindeki doğal güvensizliklere rağmen bağlı kalınması — daha önce bahsedilen ‘güvenilir bir ilişki deneyimi’ne güzel bir örnektir. Bu deneyimin, bu tür dinamiklere sahip biri için terapötik değişim açısından önemli olduğu öne sürülmüştür.

    Klinik Vaka 3 – Kısım 3 Barbara: Terapinin son aşaması

    Terapi sona yaklaşırken Barbara’nın sıkıntılarında geçici bir artış oldu. Dr Marshall ile vedalaşma ihtimali, derin kökleri olan kayıp ve yalnızlık duygularını tetikledi. Barbara, çocukluk dönemindeki kayıplara yeniden döndü ve bu kayıplarla ilişkili öfke ve üzüntü duygularını keşfetti. Dr Marshall açısından bu süreç, birkaç ay önce yaşadığı “bir şeyin dibi yokmuş gibi” gelen karşı aktarım deneyimiyle bağlantılıydı. Bu dönem Barbara için üzücü olsa da, daha önce hiç dile getirilmemiş bazı duygularını ifade edebilmiş olmaktan ötürü bir rahatlama yaşadı. Bu süreç sayesinde Barbara, anne babasının durumu ve motivasyonlarına karşı daha yumuşak bir merak geliştirdi ve ailesinde nadiren konuşulan erken dönem travmalar ve kayıplar da dâhil olmak üzere kuşaklar arası örüntüleri daha açık şekilde görebilmeye başladı.

    Terapinin sonuna doğru, Barbara’nın terapi dışındaki ilişkilerinde değişiklikler görülmeye başladı. Barbara, partnerine duygularını daha iyi ifade edebildiğini fark etti. Ayrıca, terk edilme kaygısına daha az odaklanmaya başladıkça, şu tür soruları düşünmeye alan buldu: “İş hayatından gerçekten ne istiyorum?”, “Hayatta gerçekten neye ilgi duyuyorum?” Terapi, bu merak ve iyi huylu ilginin kıpırtılarının fark edilmesiyle sona erdi. Bu kıpırtılar, Barbara’nın iç dünyasında ‘yapısal değişim’in (bkz. Bölüm 6) başlangıcına işaret ediyor olabilirdi.

    İçsel Eleştiri Dinamikleriyle Terapötik Çalışma (‘İntrojektif’ Bir Desen)

    Bu son bölüm, daha önce tartışılan ‘introjektif’ dinamikler kuramının devamı niteliğindedir ve ilk kez Kutu 12.2’deki 8. maddede anılmıştır. İçsel eleştiri dinamiklerine yeniden dönerek, klinikte sıkça karşılaşılan bir duruma odaklanacağız: Eleştirel içsel nesneyle tanışma süreci. Aşağıda, yıllardır depresyon yaşayan bir danışan olan Ralph ile yapılan bir seansın açılış cümlesi yer almaktadır:

    “Korkarım hiçbir zaman hiçbir şeyde iyi olmadım; kimsenin bana yaklaşmamasını anlayabiliyorum… siz de kesin benim umutsuz bir vaka olduğumu düşünüyorsunuzdur…”

    (Ralph, 8. Bölümde de ele alınan danışandır. 8. Bölümdeki klinik materyal, daha çok terapinin ileri aşamalarına ve aktarımda çalışmaya odaklanmaktadır.)

    Bir danışanın, kendisini “depresyona sokan” içsel nesneyi fark etmesi ve bunu bilinçli şekilde ele alabilmesi, terapi sürecinde zaman ve emek gerektirebilir. Çünkü bu içsel yapının işleyişi ve kişiyi baltalaması öyle eskiye dayanır ve yerleşiktir ki fark edilmesi güç olabilir. Ya da fark edilse bile, olağan ve dikkat çekmeyen bir şey gibi görünebilir (yani ‘ego-sintonik’ olabilir).

    Terapinin erken safhalarında terapist, danışanın kendine nasıl davrandığını fark etmeye ve bu konuda ilgi geliştirmesine destek olabilir. Bu, danışanın söylediklerini dikkatle dinleyip zihinsel durumda gözlemlenen değişikliklere dair sorular sorarak yapılabilir. Örneğin:

    “Az önce söylediklerinizi birden kestiniz, sanki kendinizi susturdunuz gibi… bunu fark ettiniz mi?”

    Ya da danışanın henüz doğrudan farkında olmadığı ama varlığı sezilen içsel depresif nesneye yönelik doğrudan bir soru yöneltilerek:

    “Bu kadar ezilmiş ve depresif hissettiğinizi anlıyorum… Merak ediyorum, acaba sizi bu kadar depresyona sokan ne olabilir?”Aşağıda yer alan oturum kesitinde, Ralph ile çalışan bir terapist adayı, danışanın dikkatini bu depresif içsel nesneye yönlendirmeye çalışmaktadır.

    Klinik Vaka 4 – Ralph: 2. Ayın Ortalarından Bir Seans Kesiti

    [Ralph işsiz olmasıyla ilgili duygularından bahsetmiştir.]

    RALPH: Evet, zor… İnsan olmak zor.

    [Bu anda Ralph’ın kendisine karşı biraz şefkatli olduğu hissediliyordu.]

    [Kısa bir sessizlik olur, Ralph hafifçe başını sallar.]

    RALPH: Özür dilerim, tam bir aptalım.

    DR THOMAS: Bir durabilir miyiz; burada bir şey oluyor. Kendine aptal demek… bu nereden geliyor?

    RALPH:Bu hep benimle birlikte.

    DR THOMAS: Bunu biraz daha açabilir misin?

    RALPH: … Aman Tanrım, bu çok zavallıca, sürekli dırdır edip duruyorum.

    DR THOMAS: Kendini bu şekilde aşağılamak sana kötü hissettiriyor olmalı.

    RALPH: [Dr. Thomas’a doğrudan bakar, yüzünde şaşkın ve biraz öfkeli bir ifade vardır.] Ama bunu hak ediyorum, siz de bunu görüyorsunuzdur.

    DR THOMAS: [Kısa bir düşünme arası verir.] Sanki senin bir parçanın, duygulardan konuşmaya, sadece konuşmaya, kusurlu olmaya dair bir meselesi var gibi… Merak ediyorum, bu parça insan olmaya dair nelerden rahatsız?

    RALPH: [Sanki bir anda duraklar.] Hmm… sanırım hep şöyle bir ses vardı kafamda: “İnsanlar güçlü olmalı, saçmalamamalı. Sen güçsüzsün, sürekli dırdır ediyorsun, kes artık.” Bu sadece… beni utandırıyor… bu duygu ne… bu zorluklarımla ilgili devamlı söylendiğim dırdır ettiğim için nerdeyse kendimden tiksiniyorum

    DR THOMAS: Ah, tamam – bu senin bir yönün hakkında önemli bir bilgi ve bunu fark etmeye başlamamız önemli. Sanırım bu konuya tekrar tekrar dönmemiz gerekecek. İçinde ne kadar sık oluyor bu ses – “dırdır etme, zayıfsın” diyen bu yön?

    RALPH: Sanırım neredeyse sürekli oluyor.

    DR THOMAS: Bu yüzden depresif hissetmen ve az  önce bahsettiğin gibi neredeyse kendinden tiksinmen hiç şaşırtıcı değil…

    Bunun hakkında daha fazla şey söyleyebilir misin?

    [Seans devam eder.]

    Bu alıntıda, Dr. Thomas depresif benlik temsiline destek olmaya çalıştığında (“Kendini bu şekilde aşağılaman korkunç olmalı…”), hasta, sanki Dr. Thomas onun ne kadar yetersiz olduğunu göremeyecek kadar aptalmış gibi tepki verir. Depresif taraflara destek sunmak makul ve insani bir ilk adım olsa da, bazı kişilerde bu yalnızca eleştirel iç nesneyi kışkırtabilir. Bunun yerine, terapinin daha serbest ve akışkan hale gelmesi, terapistin aynı zamanda eleştiren nesneye de seslenmesiyle mümkün olabilir. Dr. Thomas da tam olarak bunu yapmaya çalışır; Ralph’ın duygular hakkında konuşmasına karşı çıkan bu içsel kısmına doğrudan seslenerek, onun ne gibi endişeleri olduğunu araştırır (“Bu yönünü rahatsız eden şey ne olabilir…?”).

    Yukarıdaki alıntının devamında, seans terapistin eleştirel iç nesneye dair farkındalık kazandırmaya çalışmasıyla sürer. Bu süreç, terapistin bu içsel nesneye dair Ralph’ın aklına gelenlerle, bu nesneyle birlikte ortaya çıkan duygularla ve Ralph’ın kendini “söyleniyor” diye azarladığında diğer parçalarının nasıl hissettiğiyle ilgilenmesini içerir. Zamanla Ralph, kendisiyle kurduğu ilişki biçiminin daha fazla farkına varmaya ve buna ilgi göstermeye başlar.

    Kişinin  içsel yapılarının ne kadar köklü olduğuna bağlı olarak, terapinin her aşamasında hastanın kendine yönelik itirazları ilerlemeyi durdurabilir. Her yeni içgörüde ya da değişim olasılığında, eleştiren iç nesne ve yerleşik savunmalar öne çıkabilir; bunun sonucunda ilgili benlik parçaları depresif, kötü, utanç dolu hissedebilir ve bu duygulara sahip olmamaları gerektiğini düşünebilir. Bu nedenle, eleştirel iç nesnenin bir zamanlar ne işlev gördüğünü ve hâlâ ne işlev görmeye çalıştığını anlamak ve bu nesneyle empati kurmak önemli olabilir. Ancak aynı zamanda bu varoluş biçiminin bedellerine ve değişime dair kaygı ile korkulara da dikkat etmek gerekir (bkz. Bölüm 8, “Çalışma Süreci” kısmı).

    Terapist ayrıca hastanın anlatı ve iletişimlerindeki hareketleri veya diğer sesleri, özellikle de halihazırda var olan veya gelişmekte olan daha ılımlı veya şefkatli nesne ilişkilerini dinler. Bu daha ılımlı nesne ilişkileri, daha köklü “eski yollar” ile birlikte aktif duruma gelebilirse, sorunlu dinamiğin yoğunluğunu sağaltabilir.

    Son Sözler

    Psikodinamik yaklaşım, depresif/depresyon yaratan durumların semptomlarının arkasında yatan anlamları ve ilişkileri anlama potansiyeli sunar; duyguları canlı ve etkin bir içsel dünyanın parçası olarak konumlandırır. Bu bölüm, depresyonla başvuran kişilerde gözlenen yaygın gelişimsel temalara ve terapötik durumlara dayanarak konuya geniş bir perspektiften yaklaşmıştır.

  • Psikodinamik Psikoterapide Psikolojik Değerlendirme ve Formülasyon (9. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 9. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Her konsültasyon odasında, aslında iki kişinin biraz da olsa korkmuş olması gerekir: hasta ve psikanalist. Eğer ikisi de korkmuyorsa, neden herkesin bildiği bir şeyi öğrenmek için zahmete girdiklerini merak ediyor insan.

    (Bion 1974)[1]

    Giriş

    Bion’un sözleri, psikodinamik konsültasyon sürecinde belki de en yerinde ifadesini bulur.
    Her psikoterapi deneyiminin başlangıcında, hastayı tanımaya ve terapinin onun için uygun olup olmadığını anlamaya yönelik bir konsültasyon süreci yer alır. Bu, iki insanın aynı odada bulunmaya dair hisler yaşadığı ve bu deneyime bir anlam vermeye çalıştığı bir süreçtir. Konsültasyon, çoğu zaman hastanın psikodinamik düşünme biçimiyle ilk karşılaştığı deneyimdir ve derinlemesine dinlenmiş ve anlaşılmış olma duygusu yaratma potansiyeline sahiptir.

    Geleneksel olarak bu süreç “psikoterapiye uygunluk değerlendirmesi” olarak adlandırılsa da, bu yaklaşım giderek değişmektedir. “Değerlendirme” terimi ve özellikle “psikoterapiye uygunluk değerlendirmesi” ifadesi, yargılayıcı bir çağrışım yaratır; sanki hasta bir testi geçmeli ya da belirli ölçütleri karşılamalıdır ki, yalnızca ayrıcalıklı azınlığa sunulan değerli ve sınırlı bir kaynağa —terapiye— kabul edilebilsin.

    NHS (İngiltere Ulusal Sağlık Sistemi) içinde bu süreç genellikle belirsiz bir şekilde “uzun vadeli terapi teklif edilmesi” olarak tanımlanır. Ancak kaynakların kıt olduğu, kısa vadeli müdahaleler ve erken taburculukların yaygın olduğu bir sistemde, bu tür bir teklif adeta kutsal bir kâse (holy grail) gibi algılanır.

    Geleneksel görüşe göre , yapılan değerlendirme yoluyla psikodinamik psikoterapide kimin başarılı olup kimin başarısız olacağını belirleyebileceğimiz ve belirli özelliklerin bazı kişileri bu terapi türüne diğerlerinden daha ‘uygun’ kılar. 1964 yılında William Scofield, YAVIS terimini ortaya attı.[2]  Bu terim, ‘genç(Young), çekici(Attractive), kendini iyi ifade edebilen(Verbal), zeki(İntelligent) ve başarılı(Successful)’un baş harflerinden oluşur ve psikoterapi için değerlendirme yapan klinisyenler tarafından tercih edildiği söylenen bir grup özelliği ifade eder.

    Scofield, bu özelliklere sahip bireylerin terapistle olumlu bir terapötik ilişki geliştirme kapasitesinin daha yüksek olduğunu ve terapistlerin bu bireylerin terapide daha iyi sonuçlar elde edebileceklerini ve bu yüzden bu hastaları psikoterapiye öncelikli olarak kabul etme yönünde bir önyargı olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca, terapistin bilinçdışı bir motivasyonla, terapi sürecinde başarılı olacak bireylerle çalışmayı arzuladığını; bunun da terapistin kendisini yeterli ve başarılı görme ihtiyacını beslediğini öne sürmüştür Ancak bu, psikodinamik psikoterapinin yalnızca belirli “özel” bireyler için olan “özel” bir terapi olduğu hissine sebep olur. Oysa günümüzde, terapiye daha uygun olunduğunu veya daha iyi sonuç alınacağını öngören belirli kriterler olduğu inancının bir yanılgı olduğu netlik kazanmıştır.

    Büyük ölçekli birçok çalışma, psikoterapiden olumlu sonuç almayı öngören değişkenlerini inceledi ve başlangıç değişkenlerinin sonucun üzerinde zayıf etkilerinin olduğu bulunmuştur.[3] Ayrıca, Afrika ve Karayip kökenli erkekler için,aile hekimleri tarafından yatan hasta ruh sağlığı hizmetlerine sevk oranlarının ortalamadan düşük,ancak bu kişilerin adli sistemden sevk oranlarının ise ortalamadan yüksek olduğu bulunmuştur.[4] Ayrıca, Afrika ve Karayip kökenli erkeklerin psikoterapi alma olasılıklarının daha düşük ve güvenli psikiyatri servislerine yatırılma, izole edilme veya fiziksel kısıtlanma olasılıklarının daha yüksek olduğuna dair bazı kanıtlar vardır. [4]

    Konsültasyon sırasında ırksal önyargılarımız olup olmadığını düşünmemiz gerekir. YAVIS hastasını düşündüğümüzde bu beyaz bir hasta mı oluyor? Birleşik Krallık’ta, psikoterapi geleneksel olarak büyük ölçüde beyaz, orta sınıf bir meslek alanı olmuştur ve terapistle benzer olduğu düşünülen kişiler için bilinçdışı bir eğilim olup olmadığının dikkatlice düşünülmesi gerekir. Bu terapist olarak bizim farkında olmamız, üzerinde düşünmemiz ve aktif olarak ele almamız gereken bir meseledir.

    Öyleyse, birinin psikoterapiden faydalanıp faydalanamayacağını belirleyen bir dizi özellik veya kritere güvenemiyorsak, kiminle çalışacağımızı ve kimin farklı bir yaklaşımla daha iyi fayda sağlayacağını nasıl belirleyeceğiz? İşte psikoterapi konsültasyonunun deneyimsel 

    doğası burada devreye giriyor. Konsültasyon sürecinde amaç, terapiste hastanın iç dünyasını deneyimletmek ve hastaya da terapinin nasıl olacağına dair bir ön deneyim kazandırmaktır. 

    Bir dizi görüşme sürecine yayılan bir konsültasyon, hastanın terapiye yönelik kapasitesini geliştirme fırsatı da sunabilir. Konsültasyon sadece hastanın özelliklerinin ve geçmişinin bir değerlendirmesi değil, psikoterapötik bir karşılaşmadır ve bunun için son derece önemli olan şey, terapistin etkileşime dair deneyimi ve bunu kişinin spesifik zorluklarının bir formülasyonunu geliştirmek için kullanma kapasitesidir. Öncelikle, hastanın ‘neden’ psikoterapiye yönlendirildiğini veya psikoterapi talebinde bulunduğunu ve özellikle ‘neden şimdi’ olduğunu düşünmek faydalı olacaktır.  Danışan için psikoterapi, bir şeye doğru bir yönelim mi, yoksa bir şeyden uzaklaşma çabası mı? 

    Psikoterapinin hasta için potansiyel olarak önemli ve faydalı bir müdahale olduğu farz edilen durumların aksine, Yönlendiren kişinin  hastayı devretmeye veya hastadan ‘kurtulmaya’ çalıştığı psikoterapiye yönlendirmeyi kendisi ve hasta için daha kabul edilebilir hale getirmek için kullandığı durumlar da vardır. Buna karşılık, bazı durumlarda psikoterapi gerçekten hastanın yararına olabilecek, anlamlı bir müdahale olarak düşünülür. Aynı şekilde, hasta  rahatsız edici veya acı verici hislerini keşfetmeye ve anlamaya çalışmak yerine sadece bunlardan uzaklaşmaya veya ‘kurtulmaya’ çalışıyor olabilir.

    Konsültasyon, genellikle hasta odaya bile girmeden önce başlayan karmaşık bir süreçtir. Randevu ayarlandığı ve hastanın zihninde terapiye dair bir imaj oluştuğu andan itibaren ilişki başlar. Hastanın fantezisi, anlayış ve destek sunacak iyi huylu bir otorite olabileceği gibi onu ihtiyaç duyduğu destekten alıkoyan, zulmeden, eleştirel bir figür de olabilir.

    Günümüzde, hastanın randevuyu aldıktan sonra bizi çevrimiçi olarak arattığını ve bulduklarından bizim hakkımızda bir şeyler bildiğini veya bildiğini düşündüğünü de hesaba katmalıyız. Örneğin, terapistin adını internette arayan ve aynı adı taşıyan başka bir kişi hakkında bilgi bulan bir hasta, terapistin ailesi ve profesyonel ilişkileri hakkında ‘’birtakım bilgiler’’ bulduğunu düşünüp bunların doğru olduğuna inanmış olarak gelebilir- oysa bu bilgilerin gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. Ancak internet ve sosyal medyanın yaygınlaşmasından önce de hastalar, danışmanlarının muayenehane dışındaki hayatları hakkında kendi zihinlerinde hikayeler oluşturuyorlardı. Bir keresinde bir hastam, muayenehanenin olduğu yerin yakınına park edilmiş pahalı kırmızı bir spor arabanın benim olduğuna emin olarak gelmişti. Gerçekte ise benim arabam ancak birkaç sokak öteye park ettiğim eski ve biraz yıpranmış hatchback’ti. 

    İletişim genellikle konsültasyon öncesinde başlar (ayrıca 5. Bölümdeki ‘Ortamla İlk Karşılaşmalar’ bölümüne bakın). Hasta randevunun ayrıntılarını kontrol etmek için endişeli bir şekilde sizi arayabilir. Son dakikada iptal edebilir veya hatta çok erken gelip danışman binaya geldiğinde bekleme odasında dikkatli bir şekilde oturabilirler.

    Psikodinamik bir bakış açısıyla, bu davranışların rastgele veya tamamen dış olaylardan kaynaklanmadığını anlayabiliriz. Bilinçdışı süreçler hakkında bir fikre sahip olmak, bu davranışları iletişim olarak anlayabileceğimiz ve bunların bizi nasıl hissettirdiğini dikkate alabileceğimiz anlamına gelir – iptal edilen randevu bizi sinirlendiriyor mu, yoksa rahatlatıyor mu?  Ofise girdiğimizde bize bakan hasta tarafından yanlış bir yolda olduğumuzu mu hissediyoruz, yoksa izinsizce alanımıza girilip rahatsız edildiğimizi mi? Bunların hepsi hastayı anlamamıza yardımcı olacak bilgiler sunar ve onların başkalarıyla nasıl ilişki kurduğunu ve onları nasıl deneyimlediğine dair formülasyona hakkında bize ipuçları verir. Karşı aktarımımızı incelemek, aktarıma dair bir içgörü edinmemize yardımcı olur.

    Klinik Örnek 1– Bayan Clarke

    Bayan Clarke ile bir konsültasyon randevusu ayarlamak için, departman yöneticisi aradı ve telesekreterine bir mesaj bıraktı. Sonra bu belirlenen randevuya katılmadı. Daha sonra sekreter tarafından kendisine ikinci bir randevu ayarlamak isterse departmanla iletişime geçmesini isteyen bir mektup gönderildiğinde, Bayan Clark sekreterle iletişime geçerek eski telefonunun çalındığını, numarasının değiştiğini ve ilk randevuyla ilgili bir telefon mesajı almadığını söyledi. Bu nedenle danışman sekreterden kendisine ikinci bir randevu mesajı atılmasını istedi, fakat danışan belirlenen bu randevuya yine katılmadı.Danışman, randevu mesajının gönderilmemiş olması konusunda endişelenmeye başladı ve doğrudan Bayan Clarke ile kendisi iletişime geçti. İkinci randevuyla birlikte danışanın mesajı almadığı ortaya çıktı. Danışman, Bayan Clarke’ın randevuları almasını sağlamayarak ihmalkar davrandığını düşünüyordu ve bundan dolayı kendini suçlu hissediyordu. Danışmanda uyandırılan deneyim, randevuların düzenlenmesinin sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini sağlamak konusunda yeterince dikkatli olmadığı hissiydi; her şeyin yolunda gitmesini sağlamak ve gerektiğinde yardım teklif etmek için orada olmama hissi.
    Sonradan konsültasyon sürecinde ortaya çıktı ki, Bayan Clarke’ın anne ve babası kendisi çok küçükken ayrılmışlardı. Clarke, annesi ve kendisinden 12 yaş büyük olan ablasıyla yaşıyordu ki çok fazla mücadele etmeleri gerekmişti. Altı yaşındayken annesi onları terk etti ve onlarla bir daha hiç iletişim kurmamıştı. O zamandan sonra ona ablası bakmıştı çünkü işler biraz zorlaşınca anneleri onlarla birlikte kalmaya devam edecek kadar umrunda olmadıklarını söylemişti. Bayan Clarke 14 yaşındayken, ablası aslında Bayan Clarke’ın da katılması gereken bir geziye gitmişti, ancak Bayan Clarke son anda iptal etti ve kız kardeşine katılmadı. Daha sonra kız kardeşinin bir araba kazası geçirdiği ve kazadan birkaç gün sonra öldüğü bildirildi. Danışanın danışmanla daha ilk temasta ihmal ve terk edilme deneyimini nasıl tekrarladığını görebiliyoruz, ancak danışman, Bayan Clarke’a bakım vermek zor olmasına rağmen, farkındalığı sayesinde ‘bununla başa çıkabildi’ ve danışanla kalmaya devam edebildi. Kolay olanı seçip ilk randevulara katılmadığı için onu taburcu edip gidebilirdi.  Ayrıca, danışmanda ihtiyaç duyulduğunda bakım sunmadığı için oluşan suçluluk duygusu, yalnızca Bayan Clarke’ın annesiyle yaşadığı deneyimi değil, kız kardeşi yaralandığında ve ölürken yardım sunmak için orada olmamasından duyduğu suçluluk duygusunu da yansıtıyordu.

    Psikodinamik bir danışmanlık sırasında ele alınması gereken önemli alanları tanımlayan birçok mükemmel metin bulunmaktadır.[5] Garelick, ilk randevunun hastanın istediği materyali getirmesine izin verilen ve serbest çağrışımı kolaylaştıran daha açık uçlu bir psikodinamik karşılaşmadan oluştuğu bir konsültasyon yaklaşımı ortaya koymaktadır.[6] Danışmanın, hastayla ‘şimdi ve burada’ deneyimin doğasını incelemesi ve bunun üzerinde düşünmesi, bilgi toplamak veya bir anlatıyı takip etmeye veya yeniden yapılandırmaya çalışmak zorunda kalmadan etkileşimin duygusal niteliğine dair bir önsezi geliştirmesi için bir fırsat sağlar. İkinci ve sonraki konsültasyonda hastanın geçmişi hakkında daha fazla bilgi edinme ve anlatıdaki boşlukları doldurmak için fırsatlar oluşur. Bu da, hastanın şahsi deneyimini nasıl çerçevelediği, çeşitli ilişkilerini nasıl tanımladığı ve hem tarihsel hem de güncel dış dünyaya dair deneyimlerinin ne olduğu konusunda bir fikir vermeye yardımcı olur. Garelick’e göre, öykü almanın diğer bir işlevi de, hastaya dolaylı olarak şu an yaşadığı zorlukların aslında geçmiş deneyimlerden kaynaklandığını ve geçmiş ile şimdiki zaman arasında bağlantı kurmanın önemli ve süreç için yol gösterici olduğunu göstermektir. Ancak, konsültasyonun temel amacı hastanın öyküsünün tüm ince ayrıntılarını toplamak değildir ve bir o kadar önemli olan nokta da danışanın size anlatmayı seçtikleri şeylerdir – hikayeleri, bunları nasıl anlattıkları, sizinle paylaşmaya dair deneyimleri ve anlatmadıkları. Yönlendiren tarafından alınmış iyi bir psikiyatrik anamnez veya konsültasyondan önce tamamlanmış bir anket konsültasyona faydalı bir tamamlayıcı olabilir. Bu ek kaynaklar, kişinin geçmişinin gerçek ayrıntılarını belgelendirebilir ve bu sayede onların hikayesini duymak ve odada onlarla birlikte deneyime odaklanma konusunda daha özgür olursunuz ve geçmişine dair bilgileri edinme konusunda aşırı endişe duymazsınız. Bu da, önemli olayları, deneyimleri veya ilişkileri atlayıp atlamadıklarını veya geçiştirip geçiştirmediklerini fark etmenizi ve onlarla birlikte bu konuda meraklı olmanızı sağlar.

    Erken Çocukluk Deneyimleri

    Danışana erken bir anıyı sormak, erken çocukluk deneyimleri hakkında bir fikir edinmemizi sağlar ve içsel nesne ilişkilerine dair bir fikir verebilir. Örneğin, bir kadının tatildeyken babasının önünde bir atın üzerinde oturduğu ve babası tarafından tutularak götürüldüğü anıyı anlatması, belki de bir ödipal isteği yansıtıyor olabilir: Yüksek bir konumda olmak, babasıyla eşleşmek ve annesinin görünmemesi.; ya da önemli bir aile olayı hakkında belirli ayrıntıların kendisine söylenmediğine dair bir anı getiren genç bir adam karşısında, danışmanın olayları kafa karıştırıcı ve parçaları bütünleştirmekte zorlanması muhtemelen danışanın erken dönemde yaşadığı kafa karışıklığı ve parçalanma deneyimini yansıtıyordu. Elbette, erken çocukluk dönemindeki ilişkiler her zaman net bir şekilde —hatta bazen hiç— hatırlanmayacaktır ya da kesin ‘doğru’ bir şekilde anımsanmayabilir (bkz. Bölüm 4, “Geçmişin Keşfi” bölümü); ancak, erken dönem anılarını ilişkisel deneyim örüntülerine dair anlatımlarla birlikte kullandığımızda, erken deneyimlerin hastanın günümüzdeki nesne ilişkilerini nasıl etkileyebileceği hakkında çoğunlukla bazı çıkarımlarda bulunabiliriz. Hastadan bir rüyasını anlatmasını istemek de onun bilinçdışı ve iç dünyası hakkında bir içgörü sağlayabilir. Hannah Segal, bir rüyanın birinin içsel deneyimini nasıl net bir şekilde ortaya koyabileceğine dair güzel bir örnek verir.

    Deniz subayı olan bir erkek hasta, şöyle bir rüya gördüğünü anlattı: Bir piramit vardı ve en alt kısmında kaba saba denizciler bir kalabalık hâlinde, başlarının üstünde ağır bir altın kitap taşıyordu. Kitabın üzerinde, hastayla aynı rütbeye sahip bir subay duruyordu. Bu subayın omuzlarında ise bir amiral vardı. Amiral yukarıdan aşağıya baskı yapıyordu, denizciler de aşağıdan yukarıya doğru aynı derecede güçlü bir baskı uyguluyordu. Hasta, bu baskıları çok etkileyici buldu. Rüyasını anlattıktan sonra şöyle dedi:
    “Bu benim, bu da benim dünyam.” Rüya üzerine konuşuldukça, hastanın hem içindeki dürtülerden (aşağıdan gelen) hem de vicdanının kurallarından (yukarıdan gelen) baskı hissettiği ortaya çıktı. Altın kitap ise, bu ikisi arasında dengede durmaya çalıştığı bir “altın yol”u temsil ediyordu. Rüyada, onun bu baskılarla başa çıkma yolu olan bastırma mekanizması çok net görülüyordu. Daha sonra hasta, rüyadaki amirali babası olarak gördüğünü söyledi. Terapi ilerledikçe, babasının hayal ettiği kadar baskıcı ya da korkutucu biri olmadığı anlaşıldı. Bu da hastanın kendi içindeki öfkeyi babasına yansıttığını ve babasının içselleştirilmiş hâlinin onun vicdanını (süperegosunu) oluşturduğunu gösterdi.

    Savunma Mekanizmalarını Anlamak

    Görüşmenin net bir yapısının olmaması, hastada kaygı yaratabilir ve bu durum dikkatle izlenip kontrol altına alınmalıdır. Hastayı fazla kaygı içinde bırakmamak önemlidir. Ama bu durum aynı zamanda, hastanın psikanalitik terapinin belirsiz yapısıyla nasıl başa çıkabileceğine dair fikir verir. Görüşme, hastanın kaygı ya da hayal kırıklığı yaşadığında nasıl tepki verdiğini ve bu duygularla başa çıkmak için ne tür savunmalar kullandığını gözlemlemek için güvenli bir alan sağlar. Böylece, hasta dinlenip anlaşıldığında bunu olumlu bir deneyim olarak mı algılıyor, yoksa bu durumu tehdit edici ya da rahatsız edici mi buluyor — bunu anlayabiliriz. Eğer tehdit edici buluyorsa, küçümseme, değersizleştirme, bölme ya da başkasına olumsuz duygularını yansıtma gibi savunmalar kullanabilir. Hasta paranoid ya da saldırgan hale geliyor mu? Görüşmeyi yapan danışmanı beceriksiz veya ihmalkâr olmakla mı suçluyor?

    Bunu anlamanın bir yolu da, hastanın görüşmeler arasındaki süreci nasıl yönettiğine bakmaktır. Örneğin, genç bir erkek hasta, ilk görüşmeden sonra yatağından çıkamamış, önemli bir aile buluşmasına katılamamış ve babasıyla arasını düzeltme fırsatını kaçırmıştı. Bir başka hasta ise, görüşmenin kendisini travmatize ettiğini ve çok rahatsız hissettiğini söyleyerek kurumu arayıp şikâyette bulundu. Bu kişi, iyi anlaştığı aile doktoruna durumu anlatmış ve doktor da görüşmenin uygun şekilde yapılmadığını söylemiş. Bu durum, hastanın bölme savunmasını kullandığına işaret edebilir ve bu, aile doktoruyla birlikte ele alınarak araştırılabilir. Kısacası, hastanın ilk görüşmelere verdiği tepkiler, keşfetmeye dayalı terapötik bir yaklaşımın onda hangi kaygıları ve savunmaları harekete geçireceğini anlamamıza yardımcı olabilir. 

    Seansın hasta üzerinde nasıl bir etki bıraktığına bakmak yararlıdır. Hasta görüşmeyi tamamen unutuyor mu, konuşulanları hatırlamıyor mu, yoksa üzerine düşünüp sorular, fikirler ya da çağrışımlar getirerek geri mi dönüyor? Örneğin, genç bir kadın hasta vardı. Yıllar boyunca birkaç kez terapi görüşmesine gelmişti ama her seferinde dışsal sebepler yüzünden terapiye bir türlü başlayamamıştı. Ardından danışanla yapılan son görüşmede, danışman hastanın gerçekten kendini derinlemesine bakmayı isteyip istemediğinden emin olamamıştı. Ayrıca hasta, çocukluğu hakkında pek bir şey hatırlamadığını söylemişti. Ancak ikinci görüşmeye geldiğinde, ilk görüşmeden sonra annesini arayıp çocukluğu hakkında daha fazla bilgi aldığını ve bunları düşünmeye başladığını söyledi. Bu sürecin ardından psikoterapiden gerçekten fayda gördü. Genelde bir görüşmenin hastada kendisiyle ilgili merak uyandırması olumlu bir işarettir.

    Bazı hastalar ikinci görüşmeye geri dönmeyebilir. Bazıları, ilk görüşmenin ardından daha da dağılmış hissedebilir ya da ortaya çıkan yoğun duygularla baş edebilmek için kendine zarar verme, aşırı alkol veya madde kullanımı gibi yollara başvurabilir. Kimileri ise birinci basamak hekimine (aile hekimi) başvurarak ilaç talebinde bulunabilir. Bu tür tepkiler, psikoterapi sürecinin bazı bireylerde ruhsal dengesizlik yaratma ya da mevcut ruhsal sorunları şiddetlendirme potansiyeline sahip olduğunu gösterir. Çünkü terapi, kişinin uzun süredir bastırdığı ya da farkında olmadan uzaklaştığı yaşantılarla yüzleşmesine neden olabilir. Bu da geçmişe dair acı verici anıları ve duyguları yeniden harekete geçirebilir. Bu nedenle, terapi sürecinde hastanın bir süreliğine dengesini kaybedebileceğini ya da ruhsal olarak kötüye gidebileceğini öngörmek önemlidir. Özellikle hastanın geçmişte — ve özellikle son yıllarda — ne ölçüde zorlandığı, şiddetli depresyon, intihar düşünceleri veya psikotik ataklar yaşayıp yaşamadığı değerlendirilmelidir. Bu tür bilgiler, psikoterapinin o birey için şu anda uygun bir yaklaşım olup olmadığını anlamamıza yardımcı olur. Bazı durumlarda, terapiye başlamak için daha uygun bir zaman beklenmesi gerekebilir.

    Bion, “psikanalitik deneyimin, rahat bir kanepe, konforlu sandalyeler, sıcak bir ortam ve iyi aydınlatma gibi dış görünüşüne rağmen, aslında iki kişi için duygusal açıdan fırtınalı bir süreç olduğunu” vurgulamıştır. Analistin, farkında olduğu duygu ve düşünceleri anlaşılır bir şekilde ifade edebilecek yetkinlikte olması beklenir. Bu da, hastanın anlayabileceği bir dil kullanabilmesini gerektirir.  Bion, bu gerekliliğin görünürde son derece basit göründüğünü ancak pratikte ne denli güç olduğunu belirtmiştir.[8] Görüşme süreci hem hasta hem de danışman için yoğun ve emek isteyen bir deneyimdir. Hastalar açısından kaygı verici ve açığa çıkarıcı olabilmekte, bu durum hastaların kendilerini korumak için tanıdık savunma mekanizmalarını harekete geçirmelerine yol açmaktadır. Öte yandan Crick, terapist olarak bizlerin de sürecin zorlayıcı doğasından kendimizi korumak için bilinçdışı bir şekilde hastaya mesafe alarak, duygusal olarak kopuk ve her şeyi bilen bir tutum sergileyebileceğimizi; rahatsızlığın tamamen hastada olduğu varsayımına yönelerek daha çok tanısal değerlendirme ya da koruyucu bir anne rolüne geçebilme riskinin olduğunu belirtir. [9] Hastanın parçalanmış iç dünyasının karmaşası içindeki deneyimde kalmak yerine, danışana bir çözüm, cevap ya da tanı sunma baskısı hissetmesi de mümkündür. Ancak, bu karmaşık duygularla yüzleşmek ve onları sözlere dökmek, hastalar için derin bir rahatlama sağlayabilir.

    Psikodinamik konsültasyon sürecinin, hastada büyük olasılıkla kaygı ve kırılganlık hissi uyandıracak bir karşılaşma olduğu göz önünde bulundurulduğunda, anbean gerçekleşen etkileşim içerisinde savunma mekanizmalarının ortaya çıkması muhtemeldir. Şu gibi durumlarda savunmaların aktifleştiğini fark edebiliriz: konunun aniden değiştirilmesi, anlatımda belirsizliklerin belirmesi, problemin dışsal nedenlerine odaklanma ya da aşırı ayrıntıya girilmesi gibi(savunmalarla ilgili daha kapsamlı değerlendirme için bkz. Bölüm 2). Bu tür savunmalar ortaya çıktığında, hemen öncesinde ne konuşulmakta olduğuna dikkat etmek oldukça yararlıdır; zira bu, savunmanın ardındaki kaygı ya da acı verici deneyime dair ipuçları sunabilir.Bu savunma manevralarını fark ettiğimizde, hem savunmayı hem de altta yatan kaygıyı yorumlayabilir, hastanın tepkisini ölçebilir hastanın bu yoruma nasıl yanıt verdiğini gözlemleyebiliriz. Hastanın bu yorumu düşünsel olarak işleyip geliştirebilme kapasitesi, psikoterapiye vereceği yanıt hakkında önemli bilgiler sağlar. Ancak eğer savunmalar daha da katılaşırsa ya da hasta regresif davranışlar sergilerse, bu durum, savunmaların yüzeye çıkarılmasını hedefleyen bir psikoterapi sürecinin o an için uygun olmayabileceğini gösterebilir. Çünkü bu savunmalar, hastanın dağılmaktan korunmasını sağlayan işlevsel yapılar olabilir. Hinshelwood, psikoterapi sürecinin, hasta ile birlikte hipotezler geliştirerek bu hipotezleri deneme süreci olduğunu belirtmektedir. [10] Terapist, kendi yorumlarının ve varsayımlarının hasta tarafından nasıl karşılandığını gözlemleyerek, hastanın iç dünyasına dair bir formülasyon oluşturmaya çalışır. Ayrıca, kültürel farklılıkların konsültasyon sürecine yansımasına dikkat etmek önemlidir. Bir kültürel çerçevede savunma olarak değerlendirilebilecek bir davranış, başka bir kültürde normatif bir özellik taşıyabilir. Bu nedenle, kültürel unsurlara karşı her zaman dikkatli, açık ve araştırmacı bir tutum sürdürmek gereklidir.

    İçsel Dünyanın Örgütlenmesi

    Bir bireyin psikoterapiye nasıl yanıt vereceğini değerlendirmede yararlı bir çerçeve, onun içsel karakter yapısının ne düzeyde organize olduğunu incelemektir. Bu yapı, genellikle nevrotik, sınır (borderline) ya da psikotik düzeylerde sınıflandırılır.

    Nevrotik Düzey: Nevrotik düzeyde işlev gören bireyler, daha bütünleşmiş bir iç yapıya sahiptir. Bu kişiler genellikle yaşamlarında etkin bir özne olduklarını hissederler (yani, yaşantılarına yön verebildiklerine dair bir farkındalıkları vardır) ve içsel deneyimlerini düşünme kapasitesine sahiptirler. Bu da, yaşadıkları içsel zorlukları çalışarak aşabilmelerine olanak tanır. Benlik ve öteki arasındaki sınırlar net olduğu gibi, gerçeklik ile fantezi arasındaki ayrım da yerindedir. Kimlik algıları tutarlıdır ve benlik temsilleri istikrarlıdır. Ayrıca bu bireyler, hem deneyimleyen hem de gözlemleyen bir benlikleri olduğunu fark etme kapasitesine sahiptir, bu da kendilik üzerine düşünmeyi (self-reflection) temel alır. Aynı şekilde, başkalarına dair daha bütünsel ve gerçeklik temelli bir algı gelişir. 

    Bu bireyler çoğunlukla “nevrotik” ya da “olgun” savunma mekanizmalarına başvururlar; bastırma (repression) en belirgin olanıdır. Zaman zaman daha ilkel (arkaik) savunmalar kullanabilseler de, bu mekanizmalar ön planda değildir ve savunma işlevleri daha esnektir.

    Sınır (Borderline) Düzey: Sınır düzeyde işlev gören bireylerde, içsel psikolojik deneyimlerle dışsal olaylar arasındaki sınırlar daha belirsizdir. İçsel çatışmaları zihinsel olarak işleyebilme kapasiteleri sınırlıdır; bu nedenle bu zorluklar genellikle kişilerarası ilişkilerde dışa vurulur. Tutarlı bir benlik algısının eksikliği söz konusudur; benlik deneyimi parçalı, dağınık ve tam olarak şekillenmemiştir. Bu bütünsüzlük ve tutarsızlık, birey gerilediğinde (regresyon yaşadığında), psikotik belirtilere benzer deneyimlerin ortaya çıkmasına neden olabilir: örneğin sesler duymak, görüntüler görmek, paranoid hisler yaşamak gibi. Ancak gerilememiş (daha dengeli) durumdayken gerçeklik algıları yerindedir ve dışarıdan bakıldığında bir sorun gözlenmeyebilir.
    Savunma mekanizmaları daha çok ilkel niteliktedir ve tümgüçlülük, inkâr, bölme (splitting) ve yansıtmalı özdeşim (projective identification) gibi savunmaları içerir. Diğer insanlara dair algıları sıklıkla yansıtma yoluyla şekillenir ve bu durum, başkalarını oldukları gibi görebilmelerini sınırlar.
    Ayrışmış bir benlik ve ötekinin var olduğuna dair bir kavrayışları olsa da, yoğun yansıtma nedeniyle ben ve öteki arasındaki sınırlar zaman zaman bulanıklaşır. Bu bireyler, hem kendi hem de başkalarının duygu, düşünce ve davranışlarını anlamaya yönelik zihinsel kapasite olan ‘yansıtma işlevi’nden (reflective function) yoksun olabilirler. Başka bir deyişle, “zihinselleştirme” (mentalize etme) konusunda zorluk yaşarlar.

    Psikotik Yapılanmaya Sahip Bireyler: Psikotik bir yapılanmaya sahip bireyler, yüksek düzeyde bir içsel parçalanmışlık sergilerler. İlginçtir ki Freud, psikotik süreci, ruhsal bir kırığın üzerine geçici bir pansuman konulmasına benzetmiştir; sanki bu kırık onarılmaya çalışılmaktadır. Bu kişilerde sembolik işlev kaybolur; yani deneyimin “miş gibi” niteliği ortadan kalkar. Düşünceler ve fanteziler soyut olmaktan çıkar, somut ve gerçek gibi yaşanır. İçsel ve dışsal olan arasındaki ayrım kalkar, bu nedenle gerçekliği ayırt etme yetisi zayıflar. Bu durumda korku ve kafa karışıklığı artar. Gerçek ile fantezi, iç ile dış ve ben ile öteki arasındaki ayrımların kaybı, kişinin kendini düşünme ve yansıtma kapasitesini (self-reflection) da ortadan kaldırır. Psikotik düzeyde yapılanma gösteren bireyler, oldukça ilkel ya da söz öncesi savunma mekanizmalarını kullanırlar; geri çekilme, inkâr, tümgüçlülük, yüceleştirme ve değersizleştirme, bölme, yansıtma ve içe alma, bedenselleştirme/somatizasyon gibi mekanizmalar bunlara örnektir. Bu savunma süreçleri, bireyi yok olma korkusu ya da “isimsiz dehşet” gibi arkaik kaygılardan korumaya çalışır.

    Her ne kadar bu yapısal düzeyleri birbirinden ayrı olarak tanımlamış olsak da, bunlar birbirinden tamamen ayrı kategoriler değildir. Bir birey aynı anda birden fazla yapılanma düzeyi sergileyebilir. Örneğin, genel olarak nevrotik bir kişilik yapılanmasına sahip bir bireyde aynı zamanda psikotik bir karakter yapısı da bulunabilir. Bu gibi durumlar, sınırlı sayıda görüşmenin yapıldığı bir değerlendirme sürecinde fark edilmesi güç olabilir.

    Örneğin, genç bir kadın, hem ebeveynlerinin hem de oğlunun ölümünün ardından derin bir depresyon içinde başvurdu. Ancak zamanla ortaya çıkan, onun ölen çocuğu ve ebeveynleriyle psikotik bir birleşme hali içinde olduğu ve tüm zamanını onları zihninde yaşatmaya çalışarak geçirdiğiydi. Eşyalarını atmayarak, her şeyi ölüm anlarındaki haliyle koruyarak, yaşamla bağını neredeyse tamamen koparmıştı.

    Nesne İlişkileri Örüntüleri

    İlişkisel dinamiği ortaya koymada yararlı bir çerçeve, psikodinamik formülasyonun üçlü (tripartite) yapısıdır. Bu yapı ilk olarak Karl Menninger tarafından tanımlanmış, daha sonra Malan tarafından geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, hastanın anlatımlarında tekrar eden örüntüleri üç temel alanda incelemeyi önerir: erken çocukluk dönemine ait nesne ilişkilerini yansıtan geçmiş deneyimler, bireyin güncel yaşamındaki ilişkisel örüntüler ve danışan ile terapist (ya da değerlendirici) arasındaki ilişki sırasında ortaya çıkan deneyimler. (Bkz. Malan’ın üçgen modeli, Bölüm 7, Şekil 7.1.)

    Klinik Örnek 2- Marco
    Marco, otuzlu yaşlarında, yoğun kaygı ve içe çekilme belirtileri nedeniyle psikoterapiye yönlendirilmiş bir genç adamdı. Onu yönlendiren kişi; Marco’nun, annesiyle son derece yakın ve koruyucu bir ilişki içinde olduğunu belirtmişti. Bu ilişki, babasının annesine fiziksel şiddet uyguladıktan sonra aileyi terk ettiği çocukluk döneminden bu yana devam ediyordu.İlk değerlendirme görüşmesine annesiyle birlikte gelen Marco, aşırı derecede kaygılıydı; içine kapanık, başı eğik duruyor ve şapkasını yüzünü gizleyecek şekilde çekiyordu. Danışman, nazikçe sorular sorarak onunla iletişim kurmaya çalıştı ancak başlangıçta pek bir ilerleme kaydedilemedi. Bir süre sonra danışman, bir sonraki seansa Marco’nun tek başına gelmesinin, kendisini daha rahat ifade etmesine yardımcı olabileceğini önerdi. Marco bu öneriyi kabul etti.Yalnız geldiği bir sonraki seansta Marco daha rahat görünüyordu ve yaşadığı zorluklardan açıkça bahsetmeye başladı. Özellikle annesinin, arkadaşlarıyla dışarı çıkmasından nefret ettiğini ifade etti. Annesinin bir erkekle buluşup randevuya çıkması durumunda ise yoğun öfke ve hayal kırıklığı hissettiğini anlattı. Marco, zamanının büyük bir kısmını evde geçirdiğini, nadiren dışarı çıktığını söyledi. Çok az arkadaşı vardı, ancak çok yakın olduğu bir kadın arkadaşı bulunuyordu. Bu arkadaşının son zamanlarda işyerinden bir erkekle romantik bir ilişki yaşamaya başlaması, Marco’yu oldukça üzmüştü. Bu durum karşısında öfkelenmiş, arkadaşıyla tartışmış ve ona “ya ben ya o erkek arkadaş” diyerek bir ültimatom vermişti.Görüşmeler ilerledikçe, danışman bu zorluklar içinde sıkışmış ama zeki genç adamla bir bağ kurduğunu fark etti. Marco, terapötik ilişki içinde, yaşadığı karmaşık duyguları ve ilişkileri açık, dürüst ve samimi bir şekilde ifade edebiliyordu. Danışman, Marco’ya yardımcı olabileceği yönünde bir inanç geliştirdi. Seansın ardından danışman, görüşme sırasında ortaya çıkan örüntüleri değerlendirdi. Marco’nun hayatındaki kadın figürleriyle – annesi, kadın arkadaşı ve şimdi de danışman – kurduğu ilişkilere dair dikkat çeken bir tekrar vardı: Bu ilişkiler “çok özel” ve “çok yakın” bir biçimde kuruluyor, ardından bu yakınlığa tehdit oluşturan üçüncü kişilerin varlığı, tehlikeli ya da bozucu bir unsur olarak algılanıyor ve dışlanıyordu. Bu ilişkisel örüntü, Malan’ın üçgen modeli çerçevesinde Şekil 9.1’de gösterilmiştir.

    Hastanın yaşamının üç alanında ortak bir ilişki örüntüsünün sürdüğünü görebiliriz : geçmiş deneyimleri, mevcut dış ilişkileri ve terapi süreci. Bu durum, bireyin içinde taşıdığı bir içsel figürün ya da ilişki dinamiğinin korunarak tekrar tekrar başkalarına yansıtılmasıyla açıklanabilir. Eğer aynı türde bir ilişki örüntüsü bu üç alanda da tekrarlanıyorsa, bunun bireyin içsel nesne ilişkilerinin bir yansıması olduğunu ve yaşamı boyunca tekrar tekrar deneyimlediği bir ilişki biçimini temsil ettiğini varsaymak makuldür. Farklı durumlarda bu içsel nesne ilişkilerinin farklı yönleri dışsallaştırılır. Bu nedenle, aslında tek bir kişiyle gözlemlenen ilişki yapısının çeşitli yönlerinin farklı kişilerle yaşanan ilişkilere de yansıtıldığını akılda tutmak yararlı olabilir. Bu kavram, daha önce 8. Bölüm’de “Formülasyonun Klinik Süreçteki İşleyişi ” başlığı altında da ele alınmıştı.

    Şekil 9.1: Malan’ın (1995) ‘birey üçgeni’ formülasyon formatına dayalı 

    Marco’nun formülasyon diyagramı [12]  

    Formülasyon Hakkında Düşünmek

    Bir konsültasyon sürecine geçmeden önce yanıtlanması gereken temel sorulardan biri şudur: Danışanın yaşadığı temel zorluk nedir? Neyin değişmesini istiyorlar? Danışan sadece kendini daha iyi hissetmek, yaşadığı acı verici ya da rahatsız edici duygulardan kurtulmak mı istiyor; yoksa hayatında olumlu değişiklikler olabilmesi için kendi içinde anlaşılması ve değişmesi gereken bir şeyler olduğunu mu düşünüyor? 

    Bu sorulara verilecek yanıtlar, psikodinamik psikoterapinin danışana yardımcı olup olamayacağını anlamamıza yardımcı olur. Bir diğer önemli soru ise şudur: Danışan, terapi süreci aracılığıyla içsel bir değişim için yeterli alana ve hazırbulunuşluğa sahip mi? Her zaman olamayabilir. Bazı dışsal koşullar bu süreci zorlaştırabilir:

    • Barınma sorunları, yoksulluk ya da borç gibi temel yaşam koşullarına dair ciddi problemler nedeniyle kişinin tüm odağının hayatta kalmaya yönelmiş olması,
    • Madde ya da alkol kullanımına bağlı düşünme ve duyguları yansıtma kapasitesinin sınırlanması veya bu kullanımın, terapi sürecinde savunmalar azaldıkça artarak kişinin sağlığını veya yaşamını riske atması,
    • Bağımlılık temelli sorunlar nedeniyle kişinin geçmişte psikodinamik terapiyi faydasız bulmuş olması ve idealleştirilmiş bir bakım arzusunun, durumu değerlendirme ve üzerine düşünme kapasitesinin önüne geçmesi.

    Bu tür durumlar, kişinin terapi sürecinden fayda görebilme olasılığını etkileyebilir ve terapötik yaklaşımın planlanmasında dikkatle değerlendirilmelidir.

    Konsültasyon aracılığıyla, hastanın yaşadığı zorluklara dair bir formülasyon yani bir anlayış geliştirebiliriz. Formülasyon oluştururken kendimize sorabileceğimiz faydalı bir soru şudur: Bu hastanın iç dünyasını kendi zihnimde temsil edebiliyor muyum? Lemma’nın da belirttiği gibi, konsültasyonu yürüten terapistin, hastanın getirdiklerine odaklanma biçimi ve bunları nasıl bir araya getirerek bir formülasyon oluşturduğu; büyük ölçüde terapistin benimsediği kuramsal yaklaşımlardan ve bu yaklaşımların terapisti hastayla birlikte neleri keşfetmeye yönlendirdiğinden etkilenir.

    Formülasyon, konsültasyon sürecinde test edilen varsayımlardan yola çıkılarak hastanın iç dünyasının oluşturulmuş bir tasviridir.

    Sonuç Değerlendirmesi 

    Konsültasyon süreci, hastayı ve onun yaşadığı özgün zorlukları anlamaya yönelik bir süreçtir. Bu süreç, hastaya kendisini dinlenmiş ve üzerinde düşünülmüş hissettiği özel bir alan sunar. Amaç, kişinin kendine dair bakış açısını genişletmek ve psikodinamik psikoterapinin onun için uygun olup olmadığını değerlendirmektir. Psikodinamik psikoterapinin uygun olup olmadığını değerlendirirken, hastanın şunu fark etmesi önemlidir: Bu tür bir terapi, çoğu zaman zorlayıcı ve acı verici olabilir. Kişinin kendisini derinlemesine incelemesini ve kendisinin daha az hoş görülen yönleriyle yüzleşmesini gerektirebilir. Terapi, kişinin acı veren duygularından tamamen kurtulup mutlu ve tasasız hâle geleceği bir “rahatlama” alanı değildir. Freud’un da belirttiği gibi: “Nörotik ıstırabı sıradan mutsuzluğa dönüştürebiliyorsak iyi iş çıkarmışız demektir.”

    Kişi, kendine dürüstçe bakmaya ve orada ne bulursa bulsun bununla yüzleşmeye açık olmalıdır; bu da, farklı bir şekilde davranabilme isteği ve kendisi üzerinde çalışmaya yönelik bir arzuyla mümkündür. İyi bir konsültasyon süreci, her zaman psikoterapi önerisiyle sonuçlanmak zorunda değildir. Ancak eğer danışman, terapötik bir yaklaşımı sürdürebilmiş, hastayla birlikte düşünmeyi ve işlevselliğini koruyabilmiş —ya da bu yetisini kaybettiğinde bile geri kazanabilmişse— ki Bion bunu “yangın esnasında düşünmeye devam etmek” olarak tanımlar— ve hasta da anlaşıldığını hissettiği, bir şeyleri anladığı anlamlı bir deneyim yaşamışsa, bu süreç başarılı sayılır. Böylece, hastanın psikodinamik psikoterapiye başlayıp başlamama kararı, bir uzmanın “onay verdiği” bir durum olmaktan çıkar; karar, kişinin kendi yaşantısına dayalı, içsel ve bilinçli bir seçim hâline gelir.

    Son olarak, konsültasyon ve formülasyon süreci genellikle hasta ile danışman arasında ve onlar için geliştirilen bir süreç olsa da, hastayla çalışan diğer sağlık profesyonelleri —örneğin aile hekimi (GP) ya da ruh sağlığı ekibi— için de faydalı bir araç olabilir. Bu konu, 19. bölümde, klinik ekibe konsültasyon bağlamında daha ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır.

  • Süpervizyon Sürecine Dair Bazı Düşünceler (10. Bölüm)

    Bu metin Cambridge Guide to Psychodynamic Psychotherapy‘nin [Cambridge Psikodinamik Psikoterapi Rehberi] 10. bölümünün çevirisidir. Kitabın çevirisinin tamamı için şuraya bakabilirsiniz.

    Biz herhangi bir otorite iddiasında bulunmayız… hastadan doğrudan bir onay da beklemeyiz, onunla tartışmayız da… Kısacası, davranış biçimimiz, Nestroy’un farslarından birindeki bilindik figür olan uşağınkine benzer -bu uşağın her soruya ya da itiraza verdiği tek bir yanıt vardır: “Her şey, gelecekteki gelişmelerin seyrinde netlik kazanacaktır.”

    (Freud, 1937)

    Eğitim sürecimden bir kesitle başlayacağım. Oldukça sakin bir tavrı olan hastam şu rüyayı görmüştü:

    Bir adam bir yere gider ve ikinci el kıyafetler giyerek geri döner, bunların kendisine ait olduğunu iddia eder.

    Başta ikimiz de adamın muhtemelen kendisi olduğunu düşündük, ancak üzerine daha çok düşündükçe rüyadaki adamla ilgili çağrışımların bana yöneldiğini fark etmeye başladım -başka bir deyişle, bu, hastamın süpervizyonuma [supervision] dair deneyimiydi. Yani ben bir yere gidiyorum ve başkasının yorumlarını (ikinci el kıyafetleri) giyerek, bunların bana ait olduğunu iddia ederek geri dönüyordum.

    Şimdi burada, bu kesitle ilgili olarak vurgulamak istediğim şey bize psikanalitik çalışmanın ne olmadığını anlatıyor olduğudur. Psikanalitik çalışma, bir doktorun hastaya ilaç vermesi gibi ‘hastaya yorumlarda bulunmak’ değildir. Hepimiz buna ‘inanıyoruz’ ama bu inançla uyumlu şekilde davranmak, ne yazık ki, düşündüğümüzden çok daha zordur. Bence bu zorluğun kaynağı; kendi zihnimizde, hastanın zihninde ve kurum içinde işleyen çeşitli baskılar olarak sayılabilir. Bu baskılar, psikanalitik çalışmanın özündeki, hareketli ve dinamik olan anlayış ve düşünce üretme niteliğinin, durağan bir dogmaya ve ritüelistik bir pratiğe dönüşmesine neden olur.

    Anlama, yani bizim çalışmamızın özü, basitçe sunulabilecek bir şey değil, hasta ile analistin birlikte keşfettiği [discover] bir şeydir. Bence en iyi çalışmalarımın bazıları, bir şey söylemeye çalışırken, neredeyse o anda söylediklerimin değiştiği anlardır. Sanki o anda ya da o süreçte, ‘yorum yapma’ eyleminden, bir şeyi anlamaya ya da tartışmaya geçiyorum. (Bunun Bion’un, analistin, içinde paranoid-şizoid pozisyondan depresif pozisyona geçişi tanımlamasıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum.) Sanki o anda, ‘ah evet, şimdi anlıyorum’ dediğimiz bir duruma geçiliyor -doğru (mantıklı) olsa da karşıaktarım ile dolu olduğu için daha çok bir eylem [action] olan yorumdan kopuş oluyor. Burada konuşmak (yani ‘yorum yapmak’), o sürecin sadece dışa vurumudur.

    Örneğin, hastaya ‘Size karşı çok kızgın olduğumu hissediyorsunuz’ demek gibi (burada ima edilen ise ‘ama elbette kızgın değilim’dir). Burada, yorum yapmak hem hastayı hem de analisti, analistin elbette kızgın olmadığına ikna etmeye yönelik bir eylemdir. Bu, hastaya (ve kendime) ne kadar nazik ve iyi biri olduğumu iletme baskısını neden hissettiğimi anlayabildiğim bir konuma geçmekten farklıdır. Yorumun bu eylemsel niteliğini, çalışmamız hakkında konuşurken kullandığımız dilde de duyarız -burada kastettiğim ifadeler şunlardır: ‘hastaya yorum yaptım’, ‘onunla bu konuyu ele aldım’, ‘hastayla yüzleştim’, ‘aktarımı yorumlamam gerektiğini gördüm’ gibi.

    Bence anlama [understanding], çoğu zaman yorumun bir eylem [action] olmaktan çıkıp, bir keşfin dışa vurumu haline geldiği bir konuma doğru hareket edilirken ortaya çıkar.

    Dolayısıyla anlama, verili [given] bir şey değil, ortaya çıkan [emergent] bir işlevdir; ancak elbette bu duruma ulaşmak için çok daha fazlasını yapmamız gerekir.

    Burada tarif ettiğim süreç -yani düşündürücü fikirlerin (keşiflerin) törensel uygulamalara indirgenmesi- Tom Main’in ‘Bilgi, öğrenme ve düşünceden özgürlük’ başlıklı makalesinde anlattığı duruma oldukça yakındır. Main, (kurumlarda) dünkü düşündürücü fikrin nasıl yarının dogmasına dönüştüğünü tarif eder.[2]

    Main buna, bir ego işlevinden süperego işlevine geçiş, adını verir; bir fikre sahip olmaktan, bir fikir tarafından sahip olunmaya geçiştir bu. Yeni fikirler çok sık tehdit edici olabilir -ister bir kurum düzeyinde, ister bireysel bir zihnin düzeyinde olsun. Yorumlayıcı çalışmanın gelişimi destekleyen işlevi, kaçınılmaz olarak her zaman tehdit altındadır ve bu, belirli türden aktarım-karşıaktarım deneyimlerinin bir bileşenidir. Mesela, görünüşte makul yorumlar yapan ama içinde ne coşku ne de inanç taşıyan bir terapisti düşünebiliriz; bu kişi, bebeğin neye ihtiyaç duyduğunu düşündüğü şeyi görev bilinciyle sağlayan, ama içsel olarak depresif bir anne deneyimini canlandırıyor olabilir.

    Bunların üzerinde durmamın nedeni, gelişimi destekleyen düşüncenin bozulmaya uğradığı önemli bir alanın, bilgilerin bir kuşaktan diğerine aktarımı sırasında ortaya çıktığını düşünmemdir -ve bunun başlıca gerçekleştiği yer, süpervizyon etkileşimidir [interface].

    Pek çok süpervizörün şu tatsız deneyimi yaşamış olabileceğini tahmin ediyorum: Geçen haftanın ilgi çekici anlamı, bu haftanın törensel uygulamasına dönüşür; yorum görev bilinciyle yapılır ve süpervizyon saatinde rapor edilir. Bu yüzden süpervizyonlarda, süpervizyon alan terapistlerin not alması beni çoğu zaman çok kaygılandırır. Yazdıklarını okuyup, onu hatırlamak için enerjik çabalar göstermelerinden korkarım (ki bu, süpervizyonda konuşulan bir şeyin daha sonra seans sırasında anlam kazanarak hatırlanmasından farklıdır).

    Bence, bir hastayı derinlemesine kavrayabilmenin, aktarım durumunun bütünüyle fark edilmesinden kaynaklandığı artık yerleşik bir görüştür. Anlama, yaptığımız işin amacıdır ve aktarım da bu anlama işinin merkezinde yer alır. Ne var ki bu düşünsel anlayış -yani çalışmamızın bu şekilde kavranması- kolaylıkla, görünüşte benzer ama aslında tamamen farklı bir şeye dönüşebilir. Bu, benim ‘aktarım yorumunu vermek/aktarımla ilgili yorumu sunmak [giving the transference interpretation]’ adını verdiğim bir tür fetiş haline gelir. Bu yorum, bir kavrayışın/anlamanın göstergesi olarak değil, kaygıyla başa çıkmak, süpervizörü yatıştırmak ve anlamanın yerini alacak biçimde yapılan ritüelleşmiş bir işlem olarak ortaya konur. Seans kayıtlarını dinlerken, seans çoktan yarılanmış durumda olmasına rağmen terapistin hâlâ bir aktarım yorumu yapmamış olmasından kaynaklı giderek artan bir kaygıyı sezdiğim birçok örnek duydum. Ardından terapist, bir ‘aktarım’ yorumu getirir; fakat bu, herhangi bir anlamanın ürünü değildir. Terapist bu yorumla bir bağ kurmamış; yorumu daha çok, mevcut paradigmanın gereklerini yerine getirmek adına yapmıştır. Bu, bir sözde-aktarım yorumudur [pseudo-transference interpretation]. Süpervizyon seminerlerinde, süpervizörün ya da diğer katılımcıların terapiste ‘ıskalanmış “aktarım”‘ı ‘göstermek’ istemesiyle bir üstünlük ya da zafer havasının oluşması kolaydır.

    Düşüncenin dogmaya dönüşmesi sorunu psikanalizdeki birçok iyi fikirde de görülür. Örneğin, John Steiner’ın borderline hastalarla yaptığı çalışmalar, ‘analist-merkezli ve hasta-merkezli [analyst-centred and patient-centred]’ yorumlar arasında oldukça düşündürücü bir ayrım ortaya koymuştur. Borderline yapılarla çalışırken, genellikle hastanın düşüncelerine doğrudan yönelmektense, bu düşünceleri analiste yansıtılmış biçimde incelemenin daha kolay olabileceğini önermiştir. Ancak zaman içinde bu anlayış, ‘Bu kişi borderline; o halde hasta-merkezli yorum yapılmaz, sadece analist-merkezli yorum yapılır’ şeklinde bir buyruğa dönüşmüştür.

    Kesinliklere sarılmak çoğu zaman kaygıdan doğar ve bu hepimiz için kaçınılmazdır. Ne var ki, bu süreç zamanla kendi başına bir yaşam kazanabilir ve bu da oldukça yıkıcıdır.

    Şimdi süpervizyon sürecine [supervisory process] daha yakından bakmak istiyorum. Süpervizör ve süpervizyon alan terapist arasındaki buluşma kaçınılmaz olarak karmaşık bir çerçeveye yerleşir: süpervizör, süpervizyon alan, hasta, psikanalitik bağlılıklar ve daha fazlası. Süpervizör yalnızca çalışmanın ilerlemesine yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda bir eğitici ve bir ölçüde kurumun temsilcisidir.

    Bu ortam, şimdiye dek tarif ettiğim süreçler için verimli bir zemin sunar. Genellikle süpervizörün süpervizyon alandan daha fazla bilgi ve deneyime sahip olduğu açıktır ve bunu inkâr etmek yardımcı olmaz. Fakat bu, süpervizörün o vakayı süpervizyon alandan daha iyi yöneteceği anlamına gelmez. Ancak süpervizyon alan terapistin bunu kabul etmesi oldukça zordur. Bu durum, süpervizörün idealize edilmesine kadar gidebilir ve bu idealizasyon zamanla bir tür baskıya dönüşebilir. Süpervizyon alan kişi çoğu zaman seansı hastasını düşünerek değil, süpervizörünün bu işi ne kadar daha iyi yapacağını düşünerek geçirir. Pek çok durumda, iyi bir süpervizyonda bir tür sahneleme [enactment] dinamiğini anlamış olsak da, süpervizyon alan kişinin oradan ‘bu elbette onun başına gelmezdi’ inancıyla ayrıldığını biliyorum. Ancak gün içinde aynı türden bir hatayı bu kez kendim yaptığımı fark ettiğim çok olmuştur.

    Bu idealizasyon öyle kolayca ortadan kaldırılamaz. Ve bence süpervizörlerin -kendimi de buna dahil ediyorum- kolayca kapıldıkları başka bir tür ritüel daha vardır: süpervizyona gelen terapiste ne kadar ideal olmayan insanlar olduğumuzu göstermek için girişilen kompulsif bir itiraf etme hali. Bu bir tür günah çıkarma modudur. Bence süpervizyon alanlar bunu kolaylıkla fark ediyorlar.

    Peki süpervizyonun asıl amacı nedir? Bence amacımız, süpervizyona gelen terapistin getirdiği materyal üzerine düşünebilmesini sağlamak ve bu düşünmeyi engelleyen süreçlerin farkına varmasına yardımcı olmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi için, süpervizyon oturumu ile analitik seansı birbirinden ayırmak oldukça önemlidir. Ancak bununla birlikte, analitik bir tutumu da bir ölçüde korumaya çalışırız. Süpervizyona getirilen materyalin anlaşılması çoğunlukla çalışmaya dair ilginin ve heyecanın yeniden canlanmasıyla birlikte olur -ve bu da çoğu zaman aktarım/karşıaktarım durumunun anlaşılmasıyla gerçekleşir. Süpervizyona gelen terapist, bir bakıma, seans materyalini getirirken kendisiyle hastası arasındaki ilişkiyi de bedenselleştirerek taşır. Genellikle yazılı ve ayrıntılı seans kayıtlarını dinlemeyi tercih ederim; fakat bazen bunun, ilişki doğasının anlaşılmasından kaçınmanın bir yolu haline geldiğini düşünürüm. Bu nedenle zaman zaman, süpervizyona gelen terapistten notlarını bir kenara bırakmasını ve sadece hastadan söz etmesini isterim. Ancak bu yöntem de, süpervizörün idealize edilmesiyle, not tutmamak için bir mazeret olarak kullanılabilir.

    Psikoterapistin karşıaktarımını öğrenmeye çalışmayı -tabiri caizse-  başlıca hedef haline getirmekten kaçınılmalıdır; bu daha çok, keşfedilen bir şey olmalıdır. Benim deneyimime göre, karşıaktarım nadiren, doğrudan ‘Hastaya karşı ne hissediyorsun?’ diye sorularak keşfedilir.

    Karşıaktarıma dair bazı unsurlar çoğunlukla gün içinde, oldukça kişisel anlarda hastayı düşünürken ortaya çıkar. Örneğin, yıllar önce görmediğim bir hastayı bir süpermarkette gördüğümü hatırlıyorum. Önce onu tanıyamadım ama sonra bu adamı görünce içimde ona doğru koşup ‘Merhaba, seni yıllardır görmedim!’ demek gibi aşırı dostane bir dürtü uyandı. Bu durumun beni etkileyen yanı, bu hastaya karşı içimde ne kadar sıcak duygular beslediğimin o ana kadar farkında olmayışımdı. Bir başka örnekse, bir hastayla seansı iptal etme düşüncesi bende yoğun bir dehşet duygusu yaratırken, başka bir hastada bunun son derece kolay ve rahatsız edici ölçüde zahmetsiz gelmesi olmuştu.

    Bir meslektaşım, hem kendisinin hem de hastasının üye olduğu tenis kulübünde hastasını görmekten çekiniyordu. Hatta hastasının orada olacağı zamanlarda kulübe gitmekten kaçınıyordu. Ben bu durumu, hastasının daha iyi bir tenis oyuncusu olmasından kaynaklanan bir aşağılanma duygusuna bağlamıştım. Fakat gerçekten, neden hastasını kulüpte görmekten hoşlanmadığını sormamıştım. Nihayet sorduğumda ortaya çıktı ki, meslektaşımın tahammül edemediği şey, hastasının her zaman tenis oynadığı kişiymiş. Bu kişi, bazıları tarafından ‘kulüp psikopatı’ olarak adlandırılan, kadınları baştan çıkarıp sonra terk eden biriymiş.

    Bu hastanın analizinde şimdi daha net olan tipik bir örüntü olduğu ortaya çıktı. Hasta bir süre analizine çok bağlı gibi görünürken, sonraki seansta birdenbire atmosfer radikal şekilde değişiyor, hasta mesafeli ve alaycı hale geliyordu. Meslektaşım, artık psikopatik olarak nitelendirilebilecek bu hastanın bir yanından ne kadar nefret ettiğini fark etti; bu yan her seferinde (hastayı) anlamaktan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Hasta, sözgelimi, kendisinin bu yanıyla birleştiğinde analist terk edilmiş oluyordu.

    Bazen bu daha kişisel deneyimlerin bir kısmı süpervizyonda, süpervizyon alan kişinin hastanın bazı yönlerini kendi işleyişi içinde temsil etme biçiminde, yani paralel süreçte (parallel process) ortaya çıkabilir.. Ancak bu, zorla olmasını bekleyebileceğimiz bir şey değildir; gerçekleştiğinde ise çok aydınlatıcı olabilir. İlk örneğime bakınca, süpervizörümün yorumlarını tekrar ederken, belki de hastanın, çok itaatkar ve kendisine söylenenleri yapmaya meyilli bir parçasıyla özdeşleştiğim görülebilir.

    ÖRNEK

    Şu anda süpervizörlüğünü yaptığım bir kadın terapist (T), genç bir Fransız erkek hastayla (B) çalışıyordu. Bu genç adam, her gün iletişimde olduğu annesinin güçlü etkisi altındaydı. Annesinin bu müdahaleci tavrından kurtulmayı başaramıyor gibiydi, ama aynı zamanda belli bir gizemli tavrıyla bu müdahaleciliği teşvik de ediyordu. Öte yandan, dışlanma duygusundan da büyük bir korku duyuyordu ve hem bu gizemliliği hem de müdahaleciliği kışkırtan tavırları, dışlanma hissini nesnesine yansıtıyordu. Terapistine olaylara dair anlatılarda bulunduğunda genellikle meseleyi tam olarak açıklamazdı ve terapist de buna karşılık çok sayıda ‘netleştirici’ soru sorarak tepki verirdi. Bu sorularla birlikte, terapist -dışlanmaya tahammül edemeyen- anne rolünü fiilen yaşama geçiriyordu. Bu örüntü özellikle hasta bir kız arkadaşından söz ettiğinde devreye giriyordu: Hangi kız arkadaşından bahsettiği, ilişkinin ne kadar ciddi olduğu ya da aralarında tam olarak ne yaşandığı gibi konular muğlak kalıyordu.

    Terapist T, ikinci süpervizyon vakasına başlamak üzereydi ve son birkaç haftadır, her ne kadar yeni vakayı başka bir süpervizöre götürecek olsa da, bu yeni vaka hakkında birkaç dakikalık kısa, gayriresmî sohbetler ediyorduk. Bana birkaç kez yeni hastası G.’nin çok ilginç bir sanatçı olduğunu söylemişti ve bu vakayı almaktan duyduğu heyecan çok belirgindi.

    Benimle olan bir süpervizyon seansına, artık yeni vakaya başladığını, fena gitmediğini ve bu hastayla ilgili belirgin bir coşku hissettiğini söyleyerek başladı (bu heyecan, bana sunduğu vaka olan B.’de hiç yoktu). Ardından biraz mahcup bir şekilde, sunacak fazla materyali olmadığını belirtti. Resmi tatil nedeniyle bir seans iptal olmuştu; ayrıca diğer seansları yazıya dökmeye yeterince zamanı olmamıştı -çünkü G.’yi, B. seansından sadece 15 dakika sonra görüyordu. Aslında bana göre G.’den önce, B. hakkında yazmak için bolca zamanı vardı.

    Ardından sunduğu seans, oldukça ölü bir havadaydı. Yorumlar yüzeyde makul görünse de, ikna gücünden ve canlılıktan yoksundu; daha çok görev icabı yapılmış gibiydi. Sunulan materyalde hasta, resmi tatil boyunca yeni kız arkadaşıyla geçirdiği heyecan verici zamandan söz ediyordu. Terapistine, kız arkadaşının evine gittiğini ve kızın onun  ‘üzerine atladığını’ anlatmıştı. Ama bu yeni ilişkiye dair kendi duygularına dair pek bir şey aktarmamıştı. Seans boyunca terapist, hastanın onu soru sormaya teşvik etmeye çalıştığını, seansta zihinsel olarak pek de orada olmadığını belirtti. Hasta da buna görünüşte içgörülü bir biçimde yanıt verdi; hatta bir noktada şöyle dedi: ‘Aynen H.’nin (kız arkadaşının) dediği gibi -aklım başka yerde.’ Bu ifade doğru olabilir belki, ama bana kalırsa asıl işlevi, terapisti görev bilinciyle sürece dahil etmekti -yine çok az coşku ve inandırıcılıkla.

    Hasta, Paris’e bir uçak yolculuğu yaptığı bir rüyasından bahsetti. (Paris, banliyöde büyümüş biri olarak onun için heyecanla ilişkilendiriliyordu.) Uçaktayken biraz dağınık haldeydi, pantolonun önü açıktı; uçaktan inerken pantolonunun önünü kapadığını söyledi. Bence bu, seansın atmosferini tam anlamıyla yansıtıyordu: Kız arkadaşıyla geçirdiği hafta sonu heyecanlı ve ‘fermuarı açık/iliklenmemişti’, ama terapistiyle yaptığı seans ‘iliklenmiş/kapalı’ ve kontrollüydü.

    Bunları konuşurken, terapist birden, biraz endişeli ama açık bir içtenlikle, ‘Bir şey hissediyorum… kelimeyi tam bulamıyorum ama… kıskanıyorum, evet, kız arkadaşını kıskanıyorum’ dedi. Ardından da, hastanın bir anda terapiden ayrılmasından korktuğunu söyledi.

    Bunun üzerine durumu şu şekilde yeniden yapılandırabildik: Terapist T., farkında olmadan, hasta tarafından sürekli dışlanıyor olmaktan dolayı uzun süredir öfke hissediyordu. Bu öfkeyi, yeni hastasıyla heyecan verici bir ilişki kurarak ve böylece B.’yi dışlayarak eyleme döküyordu. B. ile olan tutuk ve ‘iliklenmiş’ ilişki, yeni hastayla yaşanan coşkunun yanında silik kalıyordu. Bu sahneleme, süpervizyon süresinin bir kısmını G.’den konuşmaya ayırarak ve daha da somut olarak, artık B. seanslarını yazmaya zaman ayıramayacak şekilde G.’yi onun zaman dilimine yerleştirerek hayata geçirilmişti.

    Tabii ben de, farkında olmadan, bu sahnelemeye destek olmuştum -çünkü G vakası benimle ilgisi olmayan bir süpervizyondu. Yeni hasta ve onunla yapılacak olası ilginç süpervizyon ilişkisi konusunda kıskançlık hissettiğimi fark ettim; ve bu kıskançlıkla, kendimi pek de uygun olmayan bir biçimde bu sürece dahil ettim.

    Bu sahnelemenin ve onun getirdiği içgörülerin hem bana hem de süpervize ettiğim terapiste faydalı olduğunu düşünüyorum. Böyle şeylerin ortaya çıkmasına imkân tanıyan bir atmosferin olması çok kıymetli. Paralel süreçler ortaya çıktığında genellikle çok öğretici olur. Ancak böyle süreçlerin yaşanmasını zorlayamazsınız -kendiliğinden olur.

    Sonuç

    Bu kısa bölümde, psikanalitik sürece dair belirli inançlarımız olsa da, bunları sürdürmenin ne denli zor olduğunu tartışmaya çalıştım. Filozof Burnyeat, ‘inanmanın kırılganlığı’ dediği bir kavramdan söz eder ve bir Platon diyaloguna atıfta bulunur: Bu diyaloğa göre, kişi Sokrates’in görüşlerini doğru bulur ve onlara inanır, fakat bunları sürdüremez ya da bu doğrultuda hareket edemez. Sanki Sokrates ortamdan çekildiği anda, bu inanç da zihninde dağılır.

    Benim anlayışıma göre yorumlar, değişimi olduğu kadar değişimin kendisini, çoğu zaman, analistin içinde gerçekleşen bir değişimi de yansıtır. İyi bir yorumun hem temsil ettiği hem de ilettiği anlayışı, yorumun kelimeleriyle karıştırmak, bir tür somutluk tuzağına düşmektir. Pek çoğumuz bu farkı kabul ediyor olsak da -sanırım- özellikle hastalarımızla çalışırken ve burada da ileri sürdüğüm gibi, süpervizyonda bu pozisyonu korumak oldukça güçtür.

    Psikanaliz ‘imkânsız bir uzmanlık alanı’ olarak tanımlanmıştır; diğer tanıdık imkânsız alanlar ise hukuk ve eğitimdir. Süpervizyonun, analitik anlayışı artırmaya yönelik bir çaba olduğu, dolayısıyla eğitsel bir yönü bulunduğu ve süpervizörün kurumu temsil ettiği, bazı yasama ve denetleme işlevlerini üstlendiği göz önüne alındığında; süpervizör olmanın, üç imkânsız mesleği aynı anda icra etmek anlamına geldiği rahatlıkla söylenebilir.